Gönderi

ATSIZ’IN HİKÂYELERİ: Hikâye, Atsız'ın sanatında en az yer bulan bölümdür. Ömrü boyunca sadece beş hikâye yazmıştır. Onların da dördünü 1931 yılında yayımlamıştır. 1941'de yazdığı beşinci hikâye ise Bozkurt dergisinin Temmuz 1941 tarihli 11. sayısında yayımlanmış, fakat bu sayıda dergi kapatılmıştır. Beşinci hikâye ancak 1966 yılında yeniden yayımlanır. Bazıları daha sonra tekrar neşredilen hikâyelerin dökümü şöyledir: Dönüş, Atsız Mecmua, sayı 2, 15 Haziran 1931, s. 4041 (Y. D. imzası ile); Orhun, sayı 10, 1 Birinciteşrin (Ekim) 1943, s. 2021 (Atsız imzası ile). Şehitlerin Duası, Atsız Mecmua, sayı 3, 15 Temmuz 1931, s. 6467 (Y. D. imzası ile); Orhun, sayı 12, 1 Birincikânun (Aralık) 1943, s. 1921 (Atsız imzası ile). Erkek, Kız, Atsız Mecmua, sayı 4, 15 Ağustos 1931, s. 8588 (Y. D. imzası ile). İki Onbaşı, Atsız Mecmua, sayı 6, 15 Birinciteşrin (Ekim) 1931, s. 141143 (Y. D. imzası ile); Çınaraltı, sayı 67, 2 İkincikânun (Ocak) 1943, s. 11, 13 (Atsız imzası ile); Ötüken, sayı 30, 25 Haziran 1966, s. 810 (Atsız imzası ile). Her Çağın Masalı: Bozdoğanla Sarı Yılan, Bozkurt, sayı 11, Temmuz 1941, s. 278 vd. (Derginin 11. sayısı kapağındaki harita ve bir yazı sebebiyle kapatıldığı için, kütüphanelerde de bulunmamaktadır.); Ötüken, sayı 28, 30 Nisan 1966, s. 2224 (Atsız imzası ile). Atsız Mecmua'daki dört hikâyeden üçü savaş ve şehitlerle ilgilidir. 1920'li yıllarda savaş, Türk edip ve şairlerinin ana temalarından biridir. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı. Ardından son vatan parçasını vermemek için son güçleriyle bu topraklara tutunan Türk milletinin mucizevi direnişi ve büyük zafer. On yıl boyunca devam eden bu savaşlar yüz binlerce Türk'ün canına mal olmuştur. Gidenler dönmemiş, analar babalar evlatsız, eşler kocasız, çocuklar yetim kalmıştır. Neredeyse her ailede şehitler vardır. Acımasız savaş şartları, düşmanın zulmü ve şehitler... O yılların bütün yazar ve şairleri bundan etkilenmiştir. Çocukluğundan beri milli duygularla beslenen, çok genç yaşta, Ziya Gökalp gibi, Ömer Seyfettin gibi düşünür ve edebiyatçıların yazılarını, şiirlerini, hikâyelerini okuyan Atsız da elbette bu savaşların acılarından etkilenecekti. Türk fikir ve edebiyat hayatına 1931 yılında Atsız Mecmua ile giren Nihal Atsız'ın ilk edebî ürünleri şiirleri ve hikâyeleridir. 1931 yılında yayımlanan bu şiir ve hikâyelerin hepsinin aynı yıl yazılmış olduğunu düşünmüyorum. Atsız birçok yazısının altına, yazıldıkları günü gösteren tarihi koymuştur. Fakat Atsız Mecmua'daki şiir ve hikâyelerin altında tarih yoktur. Bilindiği üzere Atsız'ın şiirleri daha sonra Yolların Sonu adıyla bir kitapta toplanmıştır. Orada şiirlerin yayımlandığı tarihler bulunmaktadır. "Topal Asker" şiirinin altındaki tarih 1926'dır. Oysa bu şiirin ilk olarak Atsız Mecmua'nın 4. sayısında, 15 Ağustos 1931 tarihinde yayımlandığını biliyoruz. Şu hâlde 1930'ların başlarında yayımlanan bazı şiir ve hikâyelerinin de daha önce yazıldığını düşünebiliriz. Şiirlerinin bir kısmı, özellikle koşma ve varsağıların bazıları 1927-1930 yılları arasında, üniversite öğrenciliği sırasında yazılmış olabilir. Atsız'ın savaş ve şehitlerle ilgili üç hikâyesinin de yayın tarihlerinden önce yazıldığını düşünüyorum. Böyle düşünmemin sebebi hikâyelerin dili ve üslubudur. Daha sonraki yazılarında ve romanlarında görülen net ve keskin üslup bu hikâyelerde yoktur. Şimdiki zaman tekrarlarıyla, kesik cümlelerle, Serveti Fünun edebiyatından Meşrutiyet Devri edebiyatına yansıyan "ah!" gibi ünlemlerle bu hikâyelerin, Atsız'ın başlangıç dönemi üslubunu yansıttığını sanıyorum. Hikâyelerden “Dönüş” ile "İki Onbaşı", Birinci Dünya Savaşı ile ilgilidir. “Şehitlerin Duası” hikâyesinde ise Sakarya Savaşı'ndaṇ bahis vardır. Bu üç hikâye İstiklâl Savaşı'ndan sonraki yıllarda, belki de Atsız'ın Türk Ocağı'nın Kızıl Elma odasına devam etmeye başladığı 1926 yılı ile onu izleyen birkaç yıl içinde yazılmış olmalıdır. "Dönüş", Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra köyüne dönen bir askerin hikâyesidir. Askerin annesi ve eşi ölmüş, kardeşleri ise şehit düşmüştür. Geride sadece ihtiyar babası ve küçük kızı kalmıştır. Askerlerin döneceğini öğrenen köylüler yakınlarını karşılamak üzere kasabaya giderler. İhtiyar baba ve küçük kız da karşılamaya gidenler arasındadır. Fakat bekledikleri asker gelmemiştir. İhtiyar ve küçük kız, boyunları bükük, köylerine dönmektedir. Yolda müthiş bir kar ve fırtına vardır. Köye yakın asırlık çınara sığınmak isterler, fakat çınar da fırtınadan yıkılır. İhtiyar baba ile küçük kızın bekledikleri asker bir gün sonraya kalmıştır. Asker, iki arkadaşıyla birlikte köyün yolunu tutar. Hava açmış, karlar erimeye başlamıştır. Köye yaklaştıkları zaman çınar ağacının devrildiğini üzüntüyle görürler. Fakat asıl büyük felaket çınarın devrilmesi değildir. Az ötede, karlar içinde iki ceset yatmaktadır. Bunlar, savaştan dönen askerin ihtiyar babası ile küçük kızıdır. *** “Şehitlerin Duası”, genç bir kızın hikâyesidir. Babası Çanakkale'de, ağabeyi Sakarya'da şehit düşmüştür. Annesi yataktan kalkamayacak derecede hastadır. Genç kız, parasız yatılı bir okulda okumaktadır. Okulu bitirip bir iş bulursa hayatını kazanacak, hasta annesine de bakabilecektir. Yıl sonu sınavlarından sonra öğretmenler toplanmış, öğrenciler hakkında son kararlarını vereceklerdir. İçinde bulunduğu psikolojik durum dolayısıyla genç kızın notları iyi değildir. Üstelik aynı sınıfta ikinci yılıdır. Öğretmenler Kurulu, kızın ilişiğinin kesilmesine karar verir. Annesi ölüm döşeğinde olan genç kız şimdi bir sokakta yapayalnızdır. Gece çökmüş, bir takım insanlar kıza sataşmaya başlamıştır. Sonunda bir sarhoş, "benimle gelmez misin?" diyerek kızı çağırır. Yağmur yağmaktadır. Kızın vücudu soğuktan titremektedir. Kararını verir, kalkar, sarhoşun koluna girer ve bilmediği karanlık bir sokağa doğru yürür. “Bu karar bütün fenalığına, çirkinliğine ve iğrençliğine rağmen yaşamak kararıdır." Genç kız, sarhoşun kolunda yürürken korkunç bir sağanak başlar. Gök gürültüleri ve yıldırımlar ortalığı kaplar. Fakat bu fırtına değildir, “iki şehidin ve sayısız şehitlerin isyanıdır." Yıldırımlar “üstümüzde çarpan kanatlar"dır ve şehitlerin duasıdır. *** "İki Onbaşı", 1917 yılında Galiçya'da ölen iki askerin hikâyesidir. Onbaşılardan biri Türk, biri Polonyalıdır. Galiçya'da Türk ordusu ile Rus ordusu karşı karşıya gelmiştir. Kıyasıya vuruşmaktadırlar. Otuz adımlık mesafede bulunan siperlerden birbirlerine kurşun ve bomba yağdırmakta, ortalığı küfür ve bomba sesleri kaplamaktadır. Sonra süngü savaşı başlamış, askerler birbirine girmiştir. Göğüs göğse dövüşülmekte, vurulanlar, yaralananlar düşmektedir. İki onbaşı, ölümcül yaralarıyla kuytu bir çukura düşmüşlerdir. İki düşman ordusunun iki onbaşısı. Biri Türk, Ayşe'sini hayal ediyor. Biri Polonyalı, Marya'sının hayalini görüyor. Talihin sevkiyle Rus ordusunda çarpışmaya mecbur olan Polonyalı kendi dilinde konuşuyor. "Siz Türkler vaktiyle bizim için harbettinizdi." diyor. Bir yandan da seviniyor. Mademki Türkler Lehistan ovalarında yine at oynatmaya başladılar, Lehistan dirilecektir. Böyle düşünüp seviniyor. Türk onbaşı ise kendi kahramanlığından ve atalarının yaptıklarından habersizdir. Gözlerinde Ayşe'nin hayali ve bir ümit parıltısı vardır. Yaşamak için birbiriyle boğuşan iki onbaşı şimdi yine yaşamak için birbirlerine yardım ediyorlar. Biri diğerine matarasındaki suyu, diğeri de elindeki sargı bezini uzatıyor. Polonyalı sonunda "Marya, Marya” diyerek gözlerini kapamıştır. Türk onbaşının gözlerinde ise köyüne ait son bir hayal parlayıp sönüyor. Artık o da sonsuz uykudadır. Birden çukurun tepesinde patlayan bir aydınlatma fişeğinin ışığıyla çukur aydınlanıyor. İki onbaşı el ele tutuşmuşlardır. Polonyalının gözlerinde iki damla yaş vardır. Türk onbaşının dudaklarında ise bir ümit gülümseyişi. *** Görüldüğü gibi üç hikâye de şehitlerle ilgilidir. “Dönüş”, kötü bir sürprizle bitmektedir. Cephedeki asker değil, kendisini karşılamaya gelen baba ile evlat ölmüştür. Bu tipik bir cephe gerisi hikâyesidir. O zamanki Anadolu'nun perişanlığı, insanların bir kasaba ile köy arasında dahi hayatta kalmayı başaramamalarına yol açmaktadır. Atsız, "yollar kahpedir. Yollar elemle uzar" diyor ama aslında bu, yolların kahpeliğinden çok o zamanki Anadolu'nun bakımsızlığıdır. Yıllarca ihmal edilmiş kasabalar ve köyler. Üstelik on yıldan fazla sürmüş savaşlar. Perişanlık o derecededir ki insanlar, askerlerini beklerken bile hayatlarını kaybedebilmektedirler. Fırtına ve kar ve uzayan yollar, Anadolu'nun kem talihidir. "Asırlara göğüs germiş" koca çınar ise Türk devletini temsil etmektedir. Sonunda çınar da fırtınaya dayanamamış ve yıkılmıştır. Olayın, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen bitiminden sonra geçtiğini hatırlayalım. Hikâye, karlar altında bulunan iki cesetle bitiyor ama asıl yıkılan devlettir. "Şehitlerin Duası" da bir cephe gerisi hikâyesidir. Yatalak annesiyle yetim bir kızın hikâyesi. Şehit babaların yetimlerini düşünemeyecek durumda olan devletin yoksul ve perişan hâli. Okul müdürünün şu tek cümlesinde bu hâl veciz bir şekilde dile getiriliyor: "Memleket çalışmayanları daha fazla besleyemez." On yıllık savaşların sonunda ülke o hâle gelmiştir ki sonunda harabedeki baykuş bile bu durumdaki ülkeye lanet okur ve şehitlerin ruhları bile bu duruma isyan eder. Şehitlerin ruhları, Atsız'ın edebî eserlerinde özel bir yere sahiptir. Daha 1933 yılında düzenlediği 12 günlük Çanakkale yürüyüşü ve bunu kitaplaştırmasıyla Atsız, çok erken bir dönemde şehitlerin unutulmaması gerektiğini kamuoyuna duyurmaya çalışmıştır. Z Vitamini adlı hiciv romanının sonunda da şehitlerin ruhları isyan ederler. Bazı şiirlerinde ve Bozkurtların Ölümü romanında da ölenlerin ruhları Tanrı Dağı'na yükselir ve orada Alp Er Tonga gibi, Kür Şad gibi ata ruhları tarafından karşılanır. Bu hikâyelere Tanrı Dağı henüz girmemiştir. 5 Ekim 1932 tarihli Atsız Mecmua'da (17. sayı) yayımlanan ve ünlü “Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı'na." mısraının yer aldığı "Yolların Sonu" şiirinin son dörtlüğü şöyledir: O sarayda bulunca tanrılaşan erleri Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek... , Hepsi sussa da, "Kür Şad" uzatarak elini "Hoş geldin oğlum Atsız, kutlu olsun" diyecek... 639'da Çin sarayını basan Cieşı Şuay adlı kahramanı Atsız'ın, 1931 Nisan'ından önce Kür Şad olarak tasarladığını biliyoruz. 15 Haziran 1931 tarihli Atsız Mecmua'da (2. sayı) yayımlanan şiirin son dörtlüğünde de Tanrı Dağı vardır: Yatağında ölmeği hatırından sök çıkar, Döşeğin kara toprak, yorganındır belki kar, Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar Ruhlarımız buluşur elbet "Tanrı Dağı"nda.. Yukarıda özetlerini aktardığımız şehitlerle ilgili hikâyelerde, şehitlerin ruhunu barındıran Tanrı Dağı imajının bulunmaması da bu hikâyelerin daha önceki yıllarda yazılmış olduğunun delillerinden biri sayılabilir. Atsız'ın ilk kalem tecrübeleri olan "Dönüş" ve "Şehitlerin Duası" hikâyelerinde, onun daha sonraki romanlarında sık geçecek olan iki motifin yoğun bir şekilde işlendiğini görürüz. Bunlardan biri "fırtına, kasırga, bora" motifidir. Bozkurtların Ölümü romanının müthiş bir kasırga ile başladığını hepimiz biliyoruz. "Dönüş" hikâyesinde bekledikleri askerin gelmediğini gören ve boynu bükük köylerine dönen ihtiyar baba ile küçük kız fırtınaya yakalanır: "Fırtına azıyor... Fırtına kuduruyor... Fırtına çileden çıkıyor." "Şehitlerin Duası"nda da çaresiz ve beş parasız kalan şehit kızı, sarhoş bir adamın davetini kabul edip onunla meçhul bir karanlık sokağa yürürken "korkunç bir sağanak" başlar, gök gürler, yıldırımlar çakar ve korkunç bir fırtına kopar. Ancak hikâyedeki tabiat olaylarına temsilî bir anlam da yüklenmiştir. Yağmur, şehitlerin ağlaması; rüzgâr, şehitlerin hıçkırığı; fırtına, şehitlerin isyanı; yıldırım, şehitlerin duasıdır. Atsız'ın ilk şiirlerinde de fırtına ve bora motifi vardır (Atsız Mecmua, sayı 5, 15 Eylül 1931; sayı 12, 15 Nisan 1932): Hayata ne biçimde geldinse bir borayla Daha sert bir kasırga içinde biteceksin. Üstünde esse de kasırga, tipi Neyleyim gönlümün borası değil. İkinci motif "ay"dır. Bozkurtlar romanlarında ay âdeta edebî karakterlerden biri gibidir. Şu satırlar Bozkurtların Ölümü'nün son sayfalarındandır: “Vuruşuyorlardı. Bulutlar durmuş, ayla yıldızlar dikkat kesilmiş, bu savaşı seyrediyorlardı... Gece bütün güzelliğiyle inmişti. Ayın on beşi ışıklarını Tanrının rahmeti gibi saçıyordu...". Şu satırlar da Bozkurtlar Diriliyor'un son sayfalarından: "Yalnız gökte ayın ilâhî ışıkları Tanrının esirgenliği gibi serpiliyor, toprağı ve gönülleri aydınlığa boğuyordu." Türkçe Sözlük'te bulunmayan esirgenlik sözünü Atsız, “rahmet" anlamında kullanmaktadır. Bu, Bozkurtların Ölümü'nde aynı durum anlatılırken rahmet kelimesinin kullanılmış olmasından bellidir. "Şehitlerin Duası"nda da "Ayın on beşi ışığını yer yüzüne” serper ve ay dede genç kızla konuşur. Ay dede hikâyenin kahramanlarından biridir ve rüyasında genç kızla uzun uzun konuşur, ona öğütler verir. Bu hikâyede olduğu gibi Atsız'ın ilk şiirlerinde de ay motifi vardır (Atsız Mecmua, sayı 5, 15 Eylül 1931): Yoldaşlık ederekten gökte güneşle, ayla Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla... “İki Onbaşı”, cephe gerisini değil, doğrudan doğruya cepheyi anlatan bir hikâyedir. Bu hikâyede Atsız'ın, düşman safındaki askeri sevimli göstermesi dikkate değer. Bütün milletleri düşman kabul ettiği düşünülen Atsız, Türk askeri ile aynı çukura düşen Polonyalı onbaşıya karşı sevgi doludur. Elbette Atsız'ın bu sempatisi tarihe dayanmaktadır. Nitekim bu, hikâyede de söz konusu edilir. Tarihin bir döneminde Türkler Polonyalılara yardım etmişlerdir. Polonyalılar da Türklerin gelişini bir kurtuluş gibi algılamaktadırlar. Ancak hikâyedeki onbaşı, Türklere karşı Rus ordusunda savaşan bir askerdir. Atsız bunu da “taliin sevkiyle" açıklıyor. Polonyalı asker, kendi arzusuyla Ruslar için çarpışmıyor; talih onu buna mecbur etmiştir. Ne olursa olsun, Atsız'ın bir hikâyesinde düşman ordusundan bir onbaşı ile bir Türk onbaşısının birbirlerine yardim etmeleri ve el ele ölüme gitmeleri bana ilgi çekici gelmiştir. roman "İki Onbaşı" da vurgulanan bazı kavramlar, Atsız'ın yazı ve larında da bulunmaktadır. Türk onbaşısının gözlerindeki ümit parıltısı dolayısıyla hikâyede yer alan “Ümit ölmez... ümit en sonra bırakılan şeydir..." cümleleri, Atsız'ın yazılarında en sık tekrarladığı kavramlardan birinin ifadesidir. Vazife, fedakârlık ve savaş kavramları hakkında kurulan cümleler, âdeta Atsız'ın yazılarından alınmıştır: "Onlar bir vazife için, vazifeden daha yüksek bir fikir için öleceklerini biliyorlar….. En büyük hakları olan hayattan ayrılmak fedakârlığını da bunun için yapıyorlar... Ey savaş!.. Sen acı ve korkunç.. kanlı ve berbat... çirkin ve yıpratıcısın... Fakat sen büyük ve azametlisin….. Bunun içindir ki insanlar sana ebediyen tapınacaklardır." Savaşın yüceltilmesi ve âdeta kutsanması, Atsız'ın ilk yazı ve şiirlerinden itibaren görülür ve onun temel görüşlerinden birini oluşturur. Atsız Mecmua'nin daha ikinci sayısında çıkan bir şiirindeki şu mısralarda bunu görürüz. Savaş.. Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın Ne sevgili yanında, ne baba ocağında.. 25 Eylül 1932 tarihli Atsız Mecmua'da (17. sayı) çıkan "Askerlik Aleyhtarlığı” başlıklı yazıda Atsız, askeri "millet için kendi canını feda eden kahraman", askerliği de "mesleklerin en şereflisi" kabul eder. Ruh Adam romanının ana temalarından biri de askerliğin yüceltilmesidir. İki onbaşının düştükleri çukurda uzunca süre yaralı kalmaları, daha doğrusu Atsız'ın olay örgüsünü bu şekilde planlaması, ona felsefe yapmak ve düşüncelerini dile getirmek imkânı vermiştir. Hikâyede düşünceler yer alınca da ister istemez Atsız ortaya çıkmaktadır. Bildiğimiz Atsız. Vazife, fedakârlık ve savaşı kutsayan, ümidi asla terk etmeyen Atsız. Hikâyedeki canlı savaş sahneleri de Bozkurtlar romanlarının habercisidir. "Büyük bir güllenin açtığı büyük bir çukurun başında beş altı kişi boğuşuyor. Süngüler... Dürtüşler... Çelişler... Küfürler... Ve... Sert bir dipçik vuruşu..." 1930'ların ikinci yarısında başlayan ve 1940'ların ikinci yarısında biten Bozkurtlar romanlarında böyle sahnelerle sık sık karşılaşacağız. Yalnız romanlarda süngü yerine kılıç ve ok vardır. Ve kesik cümleler, yerlerini tam cümlelere, uzun ve kanlı savaş tasvirlerine bırakmıştır.
161 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.