Gönderi

Dil ve Üslup Dil, Atsız'ın dilidir. Açık, duru, anlaşılır ve akıcı. Su gibi akar cümleler. Hiçbir cümle, hiçbir paragraf, anlaşılmazlığından ötürü sizi durdurmaz. Eğer duruyorsanız ve bir cümleyi, bir paragrafı yeniden okuyorsanız bu anlamadığınızdan değildir. Tam tersine çok iyi anladığınızdandır. Cümleler sizi can evinizden vurmuştur. Bir daha, bir daha okumak istersiniz; o heyecanı, o coşkuyu; bazen o ızdırabı, o kederi bir daha hissetmek istersiniz. Bu, Atsız üslubudur; adamı çarpar. Şiirinde de, makalesinde de bu çarpıcı üslup vardır. Bazen, beklenmedik şekilde sözü dümdüz söyleyerek çarpar; bazen ruhunuza, ruhunuzun en ücra köşesine hitap ederek çarpar. Bu, Atsız üslubudur; bir şekilde adamı çarpar. Atsız'ın dili her şeyden önce bir hareket dilidir. O bir Türk dilcisidir ve Türkçenin bir fiil dili olduğunu bilmektedir. Bilmekten öte onun kaleminde Türkçe, kendine has bu özelliğiyle yürümektedir. Türk dilinin tarihî metinlerini defalarca okuyan, onların bir kısmını yayımlayan Atsız'da Türkçenin en tabii hâli içselleşmiştir. Bengü taşların dili, Oğuz Kağan Destanı'nın dili, Dede Korkut'un dili, Âşıkpaşaoğlu'nun dili, Köroğlu'nun dili, Namık Kemal'in, Süleyman Nazif'in, Refik Haliť'in dili 20. yüzyılda Atsız'ın eserlerinde somutlaşmış; açık, akıcı, vurucu, çarpıcı bir dil hâline gelmiştir. Masalların, halk hikâyelerinin, destanların, karşılıklı konuşmaları da içinde barındıran tahkiye üslubu, Atsız'ın tarihî romanlarındaki dilin esas karakterini oluşturur. Ancak sözlü anlatıma dayanan masal ve halk hikâyelerinin üslubundaki dağınıklık Atsız'da görülmez. Atsız bu halk metinlerindeki üslubu dağınıklıktan kurtarmış ve "mazbut" hâle sokmuştur. Hiç şüphesiz bunda, Şinasi ve Namık Kemalle başlayan, Meşrutiyet ve Cumhuriyet yazarlarıyla gelişen yeni Türk nesrinin tesiri vardır. "Bir anda Katunun gözleri parladı. Işbara Alp'ın onbaşıları dudaklarını ısırdılar. Kür Şad'ın gözleri merakla açıldı. Kağan gülümsedi. Işbara Alp hemen karşısındakine sağını dönerek kılıçla siper aldı." (s.25); "Üç mevsim daha geçti. Kocalar öldü. Yeni bebekler doğdu. Bebekler yürümeğe, küçük çocuklar koça binmeğe alıştı. Kısraklar tayladı; inekler buzağıladı. Ormanlarda boz kurtların enikleri ava çıkmağa başladı. Yamtar, Sançar ve Üç Oğul yüzbaşı oldu. Başlangıçsız, sonsuz zaman yürüdü, 627 yılının kış ayları geldi." (s. 170). Böyle bir üslup işte. Su gibi akan bir tahkiye üslubu. Başlangıçta belki basit gibi görünür ama ikinci örnekte görüldüğü gibi, o sadelik içinde karşınıza bir hayat ve evren kuralı çıkıverir. Bir felsefe kitabında zamanın ezelî ve ebedî olduğunu uzun uzun anlatabilirsiniz. Fakat bu bir romandır. Mevsimler geçer, birçok şey olur ve zaman yürür. Zaman geçmez, "zaman yürür." Gece basmaz, "iner". Bu bir Atsız sürprizidir. Sadelik içinde söylenivermiş yepyeni bir ifade. Böyle sürprizler Atsız'da çoktur. Kök Türkler devri okuyucuların zihninde canlandırılmak istenince tabii ki o dönemden kalma eserlerden, bengü taşlardan ve destani ifadelerden faydalanılacaktır. Şu ifadeler bengü taşlardaki söyleyişlerin yansımasıdır: "Gök Türk kağanına bakan bunca budunlar" (s. 31), "Budunu biraz bay kılmak, karnını doyurmak gerekti." (s. 46), "Zamanı Tanrı yaratmış, kişi oğullarını onun içine pusatsız atmıştır." (s. 211). Aşağıdaki söyleyişler de Dede Korkut destanlarından çıkmıştır¹¹: "Karşı yatan kara dağlar" (s. 11), "Ben, Çuluk Kağanın savaşta yoldaşı, bilgide eşi Apa Tarkan'ım! Ben, kılıcı çakından keskin, savaşta yağıya baskın, ağaç söken Kül Çur'um! Ben, kırk defa Çin'e akın etmiş, üç kardeşi savaşta, dört eçisi uğraşta, ataları dövüşte, dedeleri kırışta ölmüş, Binbaşı Makaraç Alp'ım... Ben, Kırgızların arslanı, Gökmen Eli kaplanı, tipi olsa at süren, yer deprense dik duran, kılıç vursa taş yaran Alp Bamsı'yım!" (s. 24, 29). Fakat dönemi yansıtan asıl dil unsuru, roman boyunca kullanılmış olan eski kelimelerdir: Us (akıl), bunlu (kederli), çakın (şimşek), ini (küçük erkek kardeş), sayrı (hasta), em (ilaç), esrimek (sarhoş olmak), albız (şeytan), çaşıt (casus), kannış (cilve), düş (rüya), yasavul (polis, inzibat), tamu (cehennem), anda (kankardeşi), börü (kurt), yalavaç (peygamber), erdem (fazilet), karganmış (mel'un), uran (parola), konçuy (prenses zevce). Sayfa altlarında anlamları verilen bu kelimelerin bazıları bugün genel dile mal olmuştur. Başlangıçta daha sık geçen bu tür kelimeler gittikçe azalır. Böylece okuyucunun alışması sağlanır. Atsız'a göre hayatın esası mücadeledir, savaştır. Bozkurtların Ölümü de bir savaş romanıdır. Savaş sahneleri çok hareketli bir üslupla anlatılmıştır. Zaman zaman vahşi ve kanlıdır; yani gerçekte olduğu gibidir. Köroğlu'nda olduğu gibi "baş bir yana leş bir yana"dır. Yahut romanın hikâyesinde söylendiği şekilde "biftek gibi kanlı"dır. Onlarca sahneden sadece bir örnek göstermek yeterlidir: "Birdenbire Yüzbaşı Yağmur başına bir kılıç yedi. Sonra omzuna bir kargi sançıldı. Atının yelesine kapanmıştı. Bir an acıyla inler gibi derin bir ah çekti. Sonra bütün hızıyla atını şahlandırarak kendisine kargı sançan Çinlinin atına atladı. Boğazından ve belinden yakalıyarak al aşağı etti. İkisi birden attan kayarak toprağa düştüler. Yağmur Çinlinin boğazını sıkıyor, bıçağını çekmiş olan beriki boyuna onun sırtına, omzuna daldırıp çıkarıyordu..." (s. 270). Vuruşma sahnelerinin sonu bazen manevi bir havaya bürünür; savaşın kanlarla dolu gerçekçi üslubu ruhani bir üsluba dönüşür: "Bozkıra gece inmişti. Gökte parlak bir ay, havada serin bir rüzgâr vardı. Sançar'ın oklarla delik deşik, kılıç ve kargılarla paramparça olmuş gövdesi toprak ananın göğsünde yatıyordu. Yattığı yer kıpkızıl kan olmuştu. Güneye dönük olan yüzü hâlâ gülümsüyordu... Gece, tutsaklar ufukta bile görünmez olduktan sonra, gökten melekler indiler. Ötüken'in bu somurttuğu zaman söz etmiyen, güldüğü zaman dört yanı çınlatan hem asık yüzlü, hem şakrak yiğitinin, kahraman Yüzbaşı Sançar'ın topraktan yaratılmış gövdesini toprağa bırakarak, çelikten ve ateşten yaratılmış ruhunu göğe yükselttiler. Şeref ve zafer ilâhileri söyliyerek Uçmağa ilettiler." (s. 208). "Vuruşuyorlardı. Kan içinde, kin içinde vuruşuyorlardı. Bulutlar durmuş, ayla yıldızlar dikkat kesilmiş, bu savaşı seyrediyorlardı. Üzerlerinde ruhlar dolaşıyor, Tanrının yarlıgamaları başlarına serpiliyordu." (s. 270). "Gece bütün güzelliğiyle inmişti. Ayın on beşi ışıklarını Tanrının rahmeti gibi saçıyordu... Siganfu sarayından Vey ırmağına kadar olan bütün yerlerde bir başka hava var gibiydi... Birden buralar bulutlandı. Sis gibi, duman gibi, fakat onlardan daha başka, daha güzel bir şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırılmış, gönderi kurt başlı bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu hayalet Kür Şad'dı... Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak 'kalkın' diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. 'Oraya' diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu..." (s. 272). Kür Şad ve kırk yiğidin hayaletlerinin dumanlar içinde yükselmesi, Tanrı Dağı'nda bekleyen ruhlara doğru uçmaları ve Tanrı Dağı'nda ruhların geçit töreni, bir bozkır müziği eşliğinde ekranlara yansıtılabilecek müthiş bir sahnedir. Romanda, tiyatro sahnelerine veya ekranlara yansıtılabilecek, âdeta operalarda olduğu gibi ilahi korolar eşliğinde oluşturulabilecek muhteşem "orkestrasyon"lar da vardır. Atsız, anlatımıyla bu sahneleri gözlerimizin önünde canlandırır: Birden bir ses herkesi daldığı düşüncelerden uyandırır. Kara Ozan yere bağdaş kurmuş, kopuzunu çalmaya ve söylemeye başlamıştır. Çuluk Kağan öldü mü? Türkler başsız kaldı mı? Korkak Çinli güldü mü? Parçalanır yürekler! (s. 18). Bütün ordu dinliyordu. Son mısra her dörtlüğün sonunda tekrarlanıyordu ve bütün ordu "Parçalanır yürekler!..." diye inliyordu. "Binlerce boz kurt uluyormuş gibi bozkır inliyor, karşıdaki ormanın içindeki boz kurtlar bu soydaşlara kendi sesleriyle cevap veriyorlardı." (s. 19). "Dinleyiciler coşmuşlardı. Hep birden oynuyorlar, bağırıyorlardı. Oynarken kılıç çekip çarpıştıranlar da vardı. Sıçrayıp çökerek ve hep birden adım atarak coşuyorlar, âdeta kaynıyorlardı... Şimdi hem Çuçu, hem de öteki ozan yalnız kopuz çalıyorlar, alış veriş evindeki bütün Gök Türkler de hızlı adımlarla bir ileri, bir geri giderek ve birden çömelip birden kalkarak Türk raksı yapıyorlardı.172 Hep birden yapılan çöküşlerle ev sallanıyordu. Hızlı davranışlardan kızarmış yüzleriyle gösterişli bir durum alıyorlardı. Uygun adımlarla yürüyüşleri gitgide korkunçlaşıyordu. Şimdi orada tek bir yürek vardı: Senlik, benlik silinmiş, bölünmez bir varlık çıkmıştı." (s. 94-95).
·
120 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.