Gönderi

Evet
Muzaffer Akar
Muzaffer Akar
o. O dediğim, sadece bir işaret etme hali değil elbette, insanlıktan bahsediyorum. Bir duruş ki, her türlü bencillikten uzak kalmayı başarabilmiş. Felsefesi var elbette hayatı içinden gördüğü ama bu onu kısırdöngüye hapsedip heba etmez asla. Beğendiği zaman bir incelemeyi, bu incelemeyi yapan kimdir, diye düşünmez asla, önce beğenir, yeteri kadar beğendiyse, paylaşır, sonra bakar kimdir, diye bu. Gidin bakın sayfasına, anlarsınız ne dediğimi. Bir de çok duygu yüklüdür. Sevecen. Pırıl pırıl bakar insana. Görmedim onu, ama bana attığı fotoğraflardan bilirim. Bazen paylaştığı hüzünlü bir anıyla, bir öyküyle güler gözleri, çoğunlukla güler o gözler. Aslında o, ne kadar derdi de olsa, belli etmeden yutkunur, hep güler, içi kan ağlasa bile. Ben bu elemanın dostu oldum ya, gurur duyarım kendimle. Önce onunla tabii. Bu öyküm
Muzaffer Akar
Muzaffer Akar
'a ithaf edilmiştir. Zamansız Ölümün Ardından <<<<< İlk dalgayı geçiştiren küçük beden, daha büyük dalganın bedenini alt edip dibe, ta dibe, kumların uçuşmasından bulanmış dibe çekmesine engel olamamıştı. Bedeni daha fazla tutamadığı nefesiyle içini dolduran tuzlu suyla beraber çırpınmaktan da vazgeçmiş, artık tuzdan acımayan gözlerine oturmuş donuk ifadeyle ölümün o zalim ve acımasız kollarına teslim olmuştu. Tuzlu suyun onunla hayat arasına çektiği bariyeri aşamamış, ardında kaldığı ölüm dediğimiz, bir türlü ne olduğunu anlayamadığımız, kabul etmekten korktuğumuz taraftan dönememişti. Aklından anacığının, babacığının geçmesi muhtemeldir. Nafile çırpınmaların eşliğinde sevdiklerine yollamaya çalıştığı yardım dilenen feryatları da muhtemeldir. Kim bilir daha neler, ne yürek dağlayan kederler akıyordu bu donuk gözlerin ardından bizim bilmediğimiz, bilmeye muktedir olmadığımız. Kim bilir hangi isyanlar vardı yüreğinde kimseye duyuramadığı, duyuramayacağı. Yaşanmamışa, yaşanamamışa. Belki de tüm bunlardan gayri, sonu mağlubiyetle biten içgüdüsel bir mücadele yaşanmıştı. Teslim olmuş bedeni yüzeye atan dalga alışkındı belki bu kısacık zamanda yaşananlara, ama alışkın olmayanların yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı artık. Tanımadığım biri, belki de plajın cankurtaranıydı, Murat’ın daha altı yaşındaki bedenini kucaklamış, kıyıya getirmişti. Adamın kollarında başı yere doğru sarkık uzanıyordu. Onun cam gibi parlak, iyice açık, sanki şaşkın bir hüzün oturmuş iki gözünü gördüğümde aklımdan bunlar geçti. Cevat ve Fehmi amca cankurtaranla beraber bir taksiye atıp hastaneye götürdüler Murat’ı. O kadar hızlı olmuştu ki her şey, kadınlara haber gitmemişti daha. Soyunma kabinlerinin dibindeki gölgelikte şaşkın şaşkın ayakta bekleşiyorlardı. Arkamızda diğer çocuklar, Hikmet, Sülü ve Sebo’yla beraber onlara doğru yürüdük biz. Kumlar daha bir kızgındı sanki. Rüzgâr daha bir savuruyordu kumları. Üzgündüm üzgün olmasına da, benim üzüntüm anasının düşeceği durumu düşününce utandı, bir yerlerine saklandı yüreğimin sanki. O elli metrelik mesafeyi vücudumuzdan damlayan sular buharlaşa buharlaşa yürüdük. Kadınlar serdikleri solgun buldan bezinin üstünü çeşit çeşit yiyecekle doldurmuş, bebelerini doyurmaya hazırlanmışlardı.” “Kim su yutmuş, herifler nereye gitti, diye sormalarından neden sakin olduklarını anlamıştım. Haber onlara “Çocuğun biri çok su yutmuş, suyu kusturmaya götürdüler,” diye ulaşmıştı.” “Murat, bu Murat’tır Aynur abla, diyemedim.” “Murat boğulmuş, hastaneye götürdüler, dedi gruptan biri pattadan.” İlk elden hep bir ağızdan bir figan koptu. Aynur Abla figanı yetmiyormuş gibi kendini yerden yere atmaya, saçını başını yolmaya başladı. Dayanamadım, zaten ağlamakta olan herkese ben de katıldım.>>>>> Tam burasında yazdıklarımın, sustum. Aklıma çok uzaklarda kalmış Murat gelmiişti yine. Boğazıma kocaman bir yumruk oturmuştu. Dokunsalar ağlayacaktım. Önce sınıftan “olur mu ya, yarıda kesilmiş gibi oldu,” sesleri yükseldi. Uğultuya dönüştü sonra. Sandılar ki hepsi bu. “Bu kadar mı İzzet,” dedi hoca. Yutkundum, bir gayretle, “bu kısım bu kadar,” dedim. “Bu kısım mı, dahası var o zaman. Okuduğun kısım sende de yarım kalmışlık hissi uyandırmıyor mu,” dedi. Giriş cümlelerime laf edecek sandım. Öykü yazarken şiirden kurtulamadığımı söylerdi hep. Yalın, kısa, anlaşılır cümleler yaz, “edebiyat yapma” derdi, bu sefer demedi. Belki de diyecekti. “Hocam siz demiştiniz ya öykünün iyisi kısa olandır, diye, ondan işte,” dedim. “Hayda, nerden çıkardın bunu İzzet! Uzun öykü olmaz mı, dedim yani, sürükledikten, sıkmadıktan sonra istediğin kadar uzun yazarsın. Hem uzunluğuna kısalığına gelinceye kadar daha neler var neler bir öyküde, gerçek mi olay,” dedi. Gerçekti. Mahalleden Hamal Cevat Amca’nın oğluydu. Orta ikideydim. Yaz tatilinde boğulduydu garibim. Günlerce kabuslarıma girdi. Kör gözlü, göz yuvaları boş yalınayak çocuklar taşıyordu tabutunu. Giysilerinden kan damlıyor, yere düşen her damla buharlaşıyordu hemen. Başlarını havaya kaldırıp mevlit makamında ağıtlarla anlatıyorlardı nasıl öldüğünü. Bahtım benzemesin, ama körlerin taşıdığı tabutta gördüğüm yüz bana benziyordu. Kabuslardan ağlayarak uyanırdım. Anam dualar okuyup üfler, geceler boyu başımda oturdu. Hacı hoca derken yavaş yavaş unuttum. Bunları demedim, “Değil hocam, kurgu çoğu,” dedim. “Meraklandık bak! Kurgu olan, olmayan fark etmez, bir öykü nihayetinde, oku yazdıklarını teneffüse kadar,” dedi. Güzel olduktan sonra, derken benim öyküyü mü kastediyor acaba. Sıkmadı, derken de. Teşvik edici tek laf etmedi ama. Daha neler var neler, ne demekse artık. Anasını ağlatırsın şimdi öykünün. Vur yerden yere. Sana maliyeti sıfır nasıl olsa. İyi bari, hiç olmazsa meraklandırdık. Hüznü mü sever insanlar acaba. Başkalarının hüznünü. Zengin yoksul fark etmez. Hüzün. Başkalarının hüznü. Ölümlü ya da ölümsüz. Başkalarının hüznü. Ağlatan ama. İç rahatlatan. Ağlamak neden rahatlatır ki insanı. Ben de ağlarım çok. Filmin kahramanına ağlarım. Roman kahramanına. Öykünün kendisine. Anam da ağlar filmlere. En çok, ağladığı filmleri sever. Öykü okumaz. Okuyamaz. Babam hiç ağlamaz. Babalar ağlamaz. Hoca da ağlıyor mudur. Filmlerde de ağlar kahramanlar. Romanda da. Bir öyküde de. Hasan Boğuldu’ya çok ağlamıştım. Sabahattin Ali’nin. Uğultulu Tepeler’de de. Kemalettin Tuğcu’nun uzun hikayelerine. Arabesk bunlar, demişti hoca. Ben arabesk miyim. Öyleyim galiba. Babam arabesk müzik dinler. Anam dinlemez ama. Anam müzik dinler mi ki. Eyüp Sultanın leyleği o. O kanadı kırık, göçmez leylek anam mıydı yoksa. Sol yanağına otururdu kocaman gözyaşı anamın. Bazen, artık yeşerecek bir dalı yokmuş gibi bakar anam. Kurumuş bir saksı çiçeği gibi. Üstüne atladı abim babamın. Vurma lan allahsız, dedi. Ben de atladım üstüne. Babamın. İlk kez oluyordu bu. Niye vuruyon kadına, dedim. Senin kitabını sikim. Kafasını kırdık. Babalar da ağlarmış. Ağladı işte. Babam. Kahveye gider babam. Kahve içmez ama. İki gün gelmedi eve. En çok anam merak etti. Gizli gizli aradım babamı. Abim bacımı dövdü. Bu kadar çok film seyretme, diye. Kahvede buldum. Avurtları çökmüş cigara içiyordu babam. “Aslında devamı da var hocam, ikinci kısım gibi, okuyayım isterseniz,” dedim. “Eh be oğlum ya, oku oku,” dedi. Var devamı dedim ya bir kere, kaçış yok, eğ başını, oku tıpış tıpış. Sıramdan defterimi alıp biraz karıştırdıktan sonra buldum geceden hazırladığım öykünün kalanını. Okumaya mecal de heves de kalmadı bende. Alto Ruhan’a (Hoca öyle seslenirdi) uzattım gülümseyerek. Genelde okumaları o yapardı sınıfta. Hoca da başıyla onayladı. Aldı, alışkın ve rahat tavrıyla okumaya başladı Alto Ruhan. <<<<<Bir zamanlar Haliç etrafına kurulu semtlerin lağımı, fabrikaların zehirli atıkları ve Sütlüce mezbahanesinin kesik artıklarıyla deniz olmaktan çıkmıştı. Haliç’in kokusuna alışkın semtli, yazın sıcağı çekilmez hafta sonlarında serinlemek için denize, Florya’ya giderdi. Sahil sakinlerinin sırra kadem bastığı bu zamanlarda, yetişkinlerin yanlarında plaja soktukları konu komşunun çocuklarının sayısı ve onların yaşı girişte kopan gürültünün esas sebebiydi. Maksat bütçeye daha az zarar vermekti elbette. Ne yolda ne de plajda giriş ücreti hariç pek para harcanmazdı. Evlerden getirilen nevaleler geniş yayıldıkları alanda yemeğe hazırlanırdı. Bu alan nispeten gölgelik olan soyunma kabinlerinin arkası olurdu genelde. Bu anlarda nevalelerin içine plajın ince kumlarının dolmasının sebebi rüzgârdan çok, oyundan kendini kaybetmiş semtin çocukları olurdu. Semtin en eli maşalı kadınlarının iknadan çok, kötekle uzaklaştırdıkları çocuklara merhamet edecek bir Allah kulu bulunmazdı. Bu hengameye katılmayanlar bir semtin dindarları bir de kendine kabadayı süsü veren gençleriydi. Florya’ya denize gitme işi, bu hafta sonu da tıpkı her seferinde olduğu gibiydi. Çoğu çocuk, on dört ya da on beş kişiydik. Benim anam babam gitmezdi denize. Sebo ve Sülününkiler de. Nevalelerimiz grubun nevalesine eklenmiş, gidiş dönüş yol masraflarımız için ceplerimize üç beş kuruş konmuştu. Önce Eminönü’ne gidildi. Sirkeci garına kadar topluca yürüdük. Hem evde hem de otobüste giderken yüz kere tembih edildiği için, el ele tutuştuk yürürken. Yolculuğun en güzel zamanı trende geçti yine. Cevat amca, Aynur abla, Murat, kısa kollu Elif , bir de kucakta adını bilmediğim bir çocuklarıyla bir aile, onlardı. Benim yaşıtım bir oğulları daha vardı aslında. Zerzevat arabasının altında kalıp öldü bir üç yıl önce. Yaşasaydı on dördünde olacaktı. Müzeyyen abla, Fehmi amca, yaşıtım Hikmet, kardeşleri Selva, Hasan, Recai diğer bir aileydi. Aslında Şükrü amca, Cemile abla da çocuklarıyla gelirlerdi geçen senelerde. Sonra bir dedikodu çıktı. Anamdan duydum, güya Şükrü amca, Müzeyyen abla için “Ah, o uzun koyu kahverengi saçları yok mu? Kocaman menevişli gözlerin kara mı ela mı olduğu belli değil. Hep ağlayacak gibi. O kadar çocuk doğurdu da, bir dirhem bozulmadı bedeni. Kocaman kalçaları, aaahhh" demiş. Biri yaymış millete, odur budur gelmiyorlardı mahalleliyle. Sebo, Sülü onlar da yaşıtlarımdı, tamamladık grubu. Murat’ın boğulduğu Florya’da denize böyle gittik işte. Nasıl yalnız kaldı, nasıl boğuldu anlayamadı hiç kimse. Murat’ın küçücük bedenini önce bir hastaneye kaldırdılar. Cevat amcayla Fehmi amca başında kaldı. Geri kalanlar aynı yolla döndük semte. Herkes suskun, herkes ağlayarak. Mahallenin kısa minareli, koyu yeşil badanalı camisinin avlusu doluydu. Küçücük beden bir metrelik tabutun içinde musalla taşında uzanırken kadınların feryatları Piyerloti’nin yamaçlarında yankılanıyordu. Erkekler, son namazı bekleyen bedenlerini buldukları her yükseltiye dayayıp dinlendiriyor, cigaralarını avurtlarını çökerte çökerte kederle tellendiriyorlardı. Definden sonra mahalleli Aynur abla Muradını unutsun diye cenaze evini doldurdu. Cenaze evinde saatlerce ağlamaktan yorulmuş bedenlerden yayılan keder, kadere isyan eden babanın çok değil, üç yıl öncesi, aynı yaşta bir evladını daha, arkasına takıldığı zerzevat arabasının altında kalıp kaybetmesini, zaten konuyu bilenlere bir daha hatırlatmasıyla, arttıkça artıyordu. Üstelik hem zerzevatçı garibandı hem de daha yeni bitmiş dava aileyi ihmalkâr bulmuştu. Bembeyaz tesettürün içinde Nesibe yenge kelimeleri sündüre sündüre, -Cevat, isyan etme yavrum, Allah seni imtihan ediyor. Kurban olduğumun bir bildiği vardır elbet. Kader bu, diye teskin ediyordu. Evlat acısıyla isyan etmiş Cevat amca, -Ben böyle kaderin içine tükürüm Nesibe yenge, daha beş ay önce kızın kolu kırıldı. Sınıkçıya götürdük. Beş kuruş almadı adam, Allah razı olsun. Fakat, kolu kısa kaldı, dedi. Üç sene içinde iki evladını yitirmişti zavallı. Herkes bir şey dedi, herkes bir akıl verdi. Konu komşunun getirdiği yemekler yenildi, içecekler içildi. Birilerinin ön ayak olup topladığı para zarfı Cevat amcanın eline tutuşturuldu. Unkapanı sebze-meyve halinde siparişleri kamyonetlere yüklerdi. İşi buydu. Adamcağız, utana sıkıla aldığı zarfı cebine koyarken, önlerindeki günlerin evlatsız da olsa bir şekilde yaşanması gerektiğini düşünüyordu herhalde. Dersin ki, bu semtin her yanından keder, hüzün akıyordu. Semtin sakinleri de, ara ara soluklanmaları saymazsak, istemeseler de, bu duygunun dışında başkaca duygulara pek alışkın değillerdi. İçlerinde belki bir zamanlar aşk acısının o tatlı hüznünü yaşadılar mı bilmem, ama evlat acısının her türüne fazlasıyla aşina, bu acıyla çok sık karşılaşmaktan fazlasıyla bedbahtılar. Yüzlerine, soluklanmalarının en mutlu anlarında hem de, sanki köşesinde vurmak için bu anı bekleyen feleğin tokadı inerdi. Dersin ki, feleklerin en kahpeleri bu semtte yaşardı. Merhumun okunan ikindi ezanını fırsat bilen semtlinin boşalttığı mekânda yalnız kalan ana ve babası içine düştükleri yıkımdan henüz bihaber birbirlerine bakıp ağlaşıyorlardı.” Ruhan’ın alto sesi sustu. Sınıf hüzünlü bir sessizliğe bürünmüş gibiydi. Hocanın arkası dönüktü sınıfa. “Keşke, dedi ergen bir ses,” Sebo’ydu bu, “kaderdi, madem olacaktı, zengin birinin arabası çarpsaydı bari çocuğa,” dedi. Kimse cevap vermedi. Zaten biraz öncesinde teneffüs zili çalmıştı.>>>>>
··
46 views
Muzaffer Akar okurunun profil resmi
Metin Abim, "dostum" kelimesi ne güzel yakışıyor senin güzel yüreğine. Utandırdın beni. Beni düşünüp böyle harika bir öyküyü ithaf etmen çok ince bir davranış. Teşekkürler. Asıl teşekkür ise anladığın için ve varlığın için. Doğu toplumunun belki de en büyük sorunu diyalog kuramamak, anlaşılamamak, anlatamamak. Birisi konuşurken karşısındakinin onu anlamak yerine akıl vermeye kalkması. Niye yazdım ki bunları? Bu sitede sizin gibi dostlarla bu durumu yaşamadığım için yazdım. Senin nezdinde tüm dostlara da canı gönülden teşekkür ederim varlıklarından dolayı. Selamlar, saygılar güzel abim.
1 previous answer
Metin T. okurunun profil resmi
Yeter ki gönüller bir olsun. Dostlara, dostluklara selam olsun.
Serpil Ağ okurunun profil resmi
Değerli okur arkadaşım Metin Bey, kaleminizden dökülenler karşısında hem çok üzüldüm, hem de derin düşüncelere daldım. Değil mi ki adına yaşam dediğimiz, şu fani dünya bir şekilde akıp gitmekte! Bir okur olarak ne mutlu, sizin kaleminize mazhar olabilmek. Engin tecrübe ve deneyimlerinizden feyz alabilmek. Muhteşemsiniz ve iyi ki varsınız. Ayrıca Muzaffer Bey, Metin Bey'in hakkınızda sarf ettiği bütün cümlelere bilfiil katılmaktayım. Nazarımda bütün iltifatlara değersiniz. Siz de iyi ki varsınız. Bugün bana ne oldu, bir türlü kestiremiyorum. Duygusala bağladım galiba... Her neyse iyi ki varsınız, değerli okurlar... Selâm ve sevgilerimle...
Metin T. okurunun profil resmi
İyi ki bir okur olmanın güzelliklerini paylaştığımız site var. Kah bir kitabın yazdıklarında dokunuyoruz duygularımıza, paylaşıyoruz onları kah önerdiğimiz bir kitapta peşinden gidiyoruz birbirimizin. Hayat bu işte, bazen hüzünleniyor bazen gülümsüyoruz ve yaşasın edebiyat. Güzel bir hafta sonu diliyorum.
1 next answer
Ferah okurunun profil resmi
Ölüler ağlayamaz değil mi Sayın Nart ? Bol bol ağlayalım fırsat eldeyken... Seninle hiç yüz yüze gelemesek de bir sahilde , bir çay bahçesinde hiç olmasa da olur , kahve filan da olmasın hatta, öylece kalsın bu dostluk ..Ama sen yaz, hep yaz ben okuyayım yeter...Yüreğine sağlık..
Metin T. okurunun profil resmi
Yok, ağlamaz ölüler. Ağlıyoruz zaten. Ağlamalıyız. İnsan olmanın bir kıstası da bu galiba. Ağlamak. Kimin neye ağladığı bilinmese de, ağlamak hizaya getirir dost yürekleri. Bir gün, neden olmasın ki? Kahve de olur, çay da. İyi ki var dostlarım. Ferah da.
Hᥱsᥒᥲ Hypatia okurunun profil resmi
Kaleminize sağlık Metin Bey, yine çok güzel ve etkileyici bir hikaye olmuş. Hüzünlü dönemime denk geldi çok da üzüldüm. Kalın sağlıcakla...
Metin T. okurunun profil resmi
Teşekkür ederim değerli dost. Bazen öyle denk geliyor, insan, sizin yazdığınız gibi, "Nasıl bir bahtsa bu Acım da burnumdan geldi..." diye düşünüyor.
İpek Demirer okurunun profil resmi
Sizin yazdıklarınıza da iyi olmuş, güzel olmuş demek bana düşer mi bilmiyorum ama çok beğendim. Yüzme bilmem Sudan ve kapalı alanda kalmaktan korkarım. Bu korkularımı depreştirdi. Yaşar gibi oldum bir an. Kaleminize sağlık.
Metin T. okurunun profil resmi
Sağ olun, var olun İpek Hanım.
Mathmazel okurunun profil resmi
Kalemine ve yüreğine bereket metin abim duygulandirdin beni
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.