Yeryüzünde varolmaya çalışırken geliştirdiğimiz baş etme
mekanizmaları, bizi birer ruhsal deri ya da kabuk gibi saran, kapsayan, bir
arada tutan (ya da tutamayan) savunmalarımız, kişiliğimizi teşkil eder.
Bireyin yatkın olduğu ve öğrenegeldiği savunmalar adaptif yani çevreyle
uyumlu ise o savunmalar yönünde bir kişilik örüntüsü oluşur. Bireyin
savunmaları maladaptif yani çevreyle uyumlu değilse ve birey
savunmalarını aşırı kullanıyorsa o savunmalar yönünde patolojik bir örüntü
ortaya çıkar ki buna kişilik bozukluğu diyoruz. Savunmanın dozu arttıkça
kişilik örüntüsü patolojikleşir.
Örneğin hepimizin belirsizliğe karşı bir miktar kontrol çabası vardır.
Olup bitenleri denetlemeye, belirlemeye, hiç değilse çerçeveleyip
düzenlemeye çalışırız. Ama hayatla sürekli kontrol ederek, her şeyi ve
herkesi denetlemeye çalışarak baş edersek obsesif kompulsif kişilik
geliştiririz. Hepimiz bazı durumlarda karşılaştığımız gerçekliği: “Acaba
öyle mi?” diye sorgularız. Ama hayatla sürekli şüphe duyarak, dışarıdan
gelebilecek tehdit ve tehlikeleri ön görme çabasıyla baş edersek paranoid
kişilik geliştiririz. Hepimiz zaman zaman yalnız kalmak, yalnızlığımızda
dinlenmek ve arınmak isteyebiliriz. Ama hayatla aşırı düzeyde içe
kapanarak, çok mecbur olmadıkça ötekilerle etkileşime geçmeden baş
edersek şizoid kişilik geliştiririz. Hepimizin ötekine ihtiyacı vardır, özellikle
yakınlık duyar ve seversek, sevdiğimiz yanımızda olsun isteriz. Ama
hayatla baş edebilmek için ötekine yapışırsak, eklemlenirsek, seçme
kaygısından kurtulmak adına özgür irademizi ötekine devredersek bağımlı
kişilik geliştiririz.
Peki narsist birey nasıl baş eder hayatla? Neyle savunur kendini?
Yalanla… Gerçeklikten, öncelikle de kendi gerçekliğinden kaçarak.