Gönderi

626 syf.
9/10 puan verdi
·
Liked
Baştan başa insancıl bir Hristiyanlık anlatısıyla örülü, gizem ve korku öğelerinin öyküyü sürüklediği ve aynı zamanda belki de edebiyat tarihindeki en sağlam ve hayranlık uyandırıcı karakterlerden birini, Jane Eyre'i bize tanıtmış olan harika bir roman. Evet, evet tesadüf öğeleri günümüz anlayışımıza göre dalga geçilecek kadar yapay. Zaten Jane de gerçek olamayacak kadar güzel. Fakat bu eksik bulduğum yönler bu romanın ve ana karakterinin parıltısına gölge düşüremiyor. Bana bu romanın ruhunu özetleyen bir bölümünü örnek göster deseler hiç düşünmeden aşağıdaki alıntıyı verebilirim. Jane'in Lowood günleri. Öksüz Jane'imiz oraya gelmeden önce yanında kaldığı akrabası Mrs. Reed'in kendisine karşı son derece acımasızca ve adil olmayan davranışlarından arkadaşı Helen'e dert yanmaktadır. Her düşüncesi kızgınlık ve öfke doludur. Öyle ki, o evde yaşadıkları her aklına geldiğinde içindeki öfke bedenine sığmamacasına onu ele geçirir. Helen ise ona kendi inancını aşağıdaki şekilde paylaşır: > Sana karşı kötü davranmışsa kuşkusuz senin kişiliğini sevmediği içindir. Nasıl ki Miss Scatcherd de benim kişiliğimi hiç beğenmiyor. Ama sen de onun sana her dediğini, her yaptığını, nasıl ince ince anımsıyorsun ya! Onun haksızlıkları senin duygularının üzerinde ne derin izler bırakmış! Oysa ben duygularımın üzerinde böyle bir iz taşımıyorum. Yengenin kötülüğünü, bunun sende uyandırdığı ateşli öfkeyi unutabilsen daha mutlu olmaz mısın? Bence yaşam çok kısa. Günlerimizi kin gütmekle, bize yapılan kötülüklerin çetelesini tutmakla geçirirsek çok yazık! Bu dünyada hepimizin, her birimizin bir sürü kusuru olduğu su götürmez. Ama, bir gün gelecek, umarım yakında bir gün, bu kusurları ölümlü bedenlerimizde bırakıp sıyrılacağız. Bu et yüküyle birlikte bütün günahlarımız, bayağılıklarımız üzerimizden düşecek. Geriye ruhun kıvılcımı kalacak yalnız... Elle tutulmayan yaşam özü; Tanrı'dan koptuğu zamanki kadar saf, gene geldiği yere dönecek. Belki de insandan daha yüksek bir varlığa ruh verecek bu kez. Belki basamak basamak yücelecek, bir zamanlar soluk insan ruhunu oluşturan bu öz, sonunda, meleklerin parıl paril ruhları olarak yükselecek. Bunun tersi olması, yani Tanrı'dan kopan yaşam özünün insan ruhundan canavar ruhuna inerek soysuzlaşması olamaz, değil mi? Yok, yok, inanmam ben buna. Benim bambaşka bir inancım var. Kimse öğretmedi bu inancı bana, ben de kimseciklere söylemem; ama dört elle sarılırım ona... Onda huzur bulurum; çünkü her şeye umut kaynağıdır bu inanç. Ölümü bir boşluk, bir korku kaynağı olmaktan çıkarır, bir huzur kaynağı, yüce bir yuva yapıp çıkar. Hem sonra bu inanç sayesinde ben suçlu ile işlediği suçu öyle güzel ayırt edebilirim ki! İşlenen suçtan nefret bile etsem suçluyu yürekten bağışlayabilirim. Bu inanç sayesinde öç alma isteği duyup da tedirgin olmam. Kötülük bulmak pek o kadar ağrıma gitmez, haksızlığa uğramak beni içimden yıkmaz. Ben hep gözlerimi bu ömrün sonuna dikmiş olarak huzur içinde yaşarım. Jane daha o küçük yaşında bu sözlerin bilgeliğini elbette kavrayamaz. Ama okulda Helen ile yaşadığı arkadaşlık ve Helencik'in o erken ölümü Jane'in karakterine inanılmaz bir mıh çakar. Bu bakış açısı Jane'in gelecekteki ilişkilerinde takınacağı tutumu da belirleyecektir. Aslında Hristiyanlık'taki "yargılama hakkı" ile ilgili olan bu pasaj Jane'in karakterinin temel direklerinden birini oluşturur. Sonraları ölüm döşeğindeki Mrs. Reed'i ziyaretinde gösterdiği tutum, Mr. Rochester'ın ve özellikle de St. John'un inanılmaz kaba davranışlarına gösterdiği sebat ve bu davranışları onların karakterlerinin özünden ayırabilme becerisi Jane'in herhalde en insancıl ve dindar yönünü oluşturur. Aslına bakılırsa doğru bir inanç tutumu yönünden St. John karakteri Helen'e oldukça benzer. Bu sebeple Jane St. John'un ölüm haberinin kendisine bir mektupla nasıl geleceğini düşlediğinde onda tam tamına Helen'in o huzurunu görür. Dolayısıyla doğru inanç, yaşam ve ölüme olgun ve Hristiyanca bir bakış açısı Helen'den St. John'a yansır. Jane belki bize hayatının ilerleyen yıllarında Helen'i hatırladığını hiç söylemez ama biz onun St. John'da Helen'i gördüğüne şahit oluruz. Bana göre romanın bu yönü onun özünü oluşturur ve manevi yönden verdiği ders budur. Fakat romanda çok güçlü olarak aktarılan iki tema da vardır ki, sosyal açıdan bir bu kadar önemlidir: feminizm ve sınıf ayrımı. Romandaki ilk feminist aktarım Jane'in Thornfield günlerindeki bir düşüncesi vasıtasıyla yapılır. Jane aynı okulda olduğu gibi bu Thornfield Konağı'nda da bilmediği yerlere gitmek ve hayata karışmak için bir özlem duyar. Bundan bahsederken kadınlara genelde evdeki işlerin ve eğlencelerin hak görüldüğünden yakınarak bir kadının da erkek gibi zekasını geliştirecek ve tatmin edecek uğraş alanlarına ihtiyaç duyduğundan bahsettiği bir söyleve başlar. Söylev diyorum zira burada anlatıcımız olan Jane doğrudan okuyucuyla konuşmaya başlamıştır. Daha doğrusu yazar araya girip fikirlerini bize aktarmaktadır. Fakat asıl feminist anlatı bu şekilde, söylev gibi yapılmamıştır. Sonuçta baktığımızda Jane'in hayatında iki erkek vardır: Biri aşık olduğu Mr. Rochester, öbürü de kuzeni olan ve onunla ilgili tasarıları olan St. John. Bu iki erkek Jane'i kendi yollarına çekmeye çalışıyorlar. Aslında bunda bir sorun yok, kadın veya erkek, insanlar bunu her zaman yapar. Jane her ikisinin isteğini de kendi gönlünde de aynı isteğin uyanması koşuluyla kabul etmeye hazır: Mr. Rochester'ın karısı olmak veya St. John ile bir misyona beraber çıkmak. Fakat her iki erkek de bunun tamamen kendi şartlarıyla olmasını istiyor. Mr. Rochester'ın, her ne kadar bir akıl hastasıyla evli olsa ve pratikte bir evlilik hayatı yaşamasa da zaten evli olması ve bunun Jane'in inancına ters olması, ve St. John'un Jane ile onun iradesini tamamen hiçe sayarak evlenmek istemesi, üstelik bunu da Tanrı'ya karşı bir görevmiş gibi gösterip Jane'i manipüle etmeye çalışması. Jane için evlilik iradeni bir parça karşı tarafın hizmetine verdiğin, insana pek fazla özgürlük alanı bırakmayan bir kurum. Aslında Jane kendisinin iradesi de bu yönde olduğu sürece bunda temel bir problem görmüyor. Anahtar kelime bu: irade. Jane'in sevecen bir şekilde hizmet etmek istemesi kendisi tam olarak bunu istediği sürece felsefi bir sorun oluşturmuyor. Bu işin bir başka ve günümüzün bakış açısıyla çok farklı değerlendirilen bir boyutu ve burada tartışmak yersiz. Fakat bir birey olma ve kendi iradesine göre hareket etme güdüsü Jane'in değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir yönü. Aynı şekilde kendi iradesine de uyduğu için St. John ile belki de ölümüne kadar sürecek bir yolculuğa da razı, fakat onunla iradesini istemeden teslim ettiği bir evlilik yapmaya asla razı değil. Bu yönden feminist yanı güçlü bir metin okuyoruz. Bu noktada Jane'in ilginç ve bugün belki de çok ihtiyacımız olan bir karakter özelliğine değinmek istiyorum. Jane lider karakterli biri değildir. Onda daha ziyade birini takip etmek güdüsü vardır. Kendisinden daha güçlü kişilikleri lider olarak seçmekten, onların yanında bulunup yönlendirmelerine uymaktan asla gocunmaz. Mr. Rochester, St. John ve Diana böyle insanlardır. Fakat burada önemli bir şart gözetir: Jane bu lideri takip etme işini ancak kendi ilkeleri ve insanlık onurunu oluşturan hattı gözeterek yapabilir. O sınıra gelindiği anda Jane'in kendi kişiliği baskın gelir ve öncelike bunu gösterek hareket etmeye başlar. Ben bu bakış açısını günümüzün insanlara pazarlanan toksik davranışlardan çok daha doğru ve doğal buluyorum. Günümüz insanında bu bakış açısı hakim değildir. Bunun en büyük sebebi de herkesin popüler tabirle "alfa" olmaya itildiği ve bunun üstünden dönen bir pazarın varlığıdır. Elbette tam tersi de geçerlidir: İçinde yaşadığımız siyasi ortamın zehirli dikenleri küçük insanı küçük çıkarları için kendi özsaygısını hiçe sayarak dalkavukluk yapmaya iter. Kısacası ortada karakter namına bir şey kalmamıştır. Kendi özsaygısını yitiren insan elbette bundan öyle bir hicap duyar ki, bu eksiğini "alfa" olmaya çalışmak gibi bir fantaziyle gidermeye çalışır. Tamamen kurgusal, gerçek dışı, o özsaygıyı yaşayabilmek adına tutunulmaya çalışılan bir dal. Oysa ki, lider karakterli insanlar görece nadirdir. Bir toplumun çoğunluğu aslında lideri takip edecek şekilde hareket eder ki, mantıklı ve sürdürülebilir olan budur. Herkesin lider olmaya çalıştığı bir yerde ancak kaos olur. İşte Jane bize 170 yıl öncesinden insanın kendini tanıyarak nasıl hareket edebileceğinin dersini verir. Lider ya da takipçi, farketmez. Önemli olan insanın o en temel insanlık onurunu koruyarak hareket etmesidir ki, kendisi de tam olarak her koşulda buna uygun davranmıştır. Bu yüzden Jane karakterinin biraz gerçek dışı olduğunu düşünüyorum. Jane gerçek bir insana göre çok az içsel çelişki barındırır. Ama bu benim ona saygı duymamı nedense engellemiyor. Sanırım buradan başka bir önemli tema olan toplumsal sınıf konusuna geçebilirim. Bu konuya yine ilk defa Lowood günlerinde değiniliyor. Bu okul yoksul, öksüz ve yetim çocukların okuduğu, bağışlarla ayakta duran ve sefalet, açlık ve hastalığın pençesinde yaşanılan bir yerdir. Okulun sahibi Mr. Brocklehurst de buradaki kızlara sürekli olan en azıyla yetinmeyi öğütleyen, bunu Hristiyanlığın bir gereği sayan, daha fazlasını istemenin günaha girmek demek olduğunu kızların zihnine kazıyan bir papazdır. Fakat onun karısı ve kızı okula ziyarete geldiklerinde üstlerindeki lüks kıyafetleri gören Jane bu papazın söylemleriyle davranışları arasındaki farkı açıkça görür. O anda belki de ilk defa bir karşılaştırma yaparak sınıfsal ayrımının farkına varır. Bu temanın ikinci kez karşımıza çıkışı Jane'in Mr. Rochester'a aşık olması, fakat onun bir soylu kendisinin ise bir mürebbiye olmasıyla gerçekleşiyor. Böyle bir aşk o dönemde düşünülemez bile. Üstelik Jane'in soylu bir rakibi de var: güzeller güzeli Blanche. Fakat Jane zeki ve birey olabilmiş bir kız. O soylu diye kendini ondan aşağı görmüyor. Hatta o ve çevresindeki bir çok soylu kadını kibirli ve basit zevkleri olan insanlar olarak görüyor. Onların zenginliğinde bir değer bulmuyor. Aristokrasi ve kırsal burjuva sınıfına ait kadınlara yönelik bir eleştiriyi de yine Jane'in gözünden, çocukluğunu beraber geçirdiği Eliza ve Georgiana karakterlerinin bir değerlendirmesini yaptığı esnada görürüz. Georgiana, bu bölümde kendi geçimini tamamen başkalarının keyfine teslim etmiş, kendisi için hiçbir şey yapmayan, kendine yetemeyen, kişiliğinden soyutlanarak bir asalak gibi varoluşunu sürdüren bir birey olarak tanımlanır. Açıkçası hem kız kardeşi Eliza hem de Jane bunu son derece olumsuz bir davranış olarak değerlendirirler. Fakat buradaki anlatı yine biraz söylev niteliğine bürünür. Güçlü ama edebi açıdan tatsız bir tarzda yapılmıştır. Yine de bu bölümdeki eleştirinin değerli olduğunu düşünüyorum. Yazar hem sınıfsal hem de kadının toplumdaki durumuna yönelik eleştirilerini bu bölümde harmanlayarak sunmuştur. Sınıfsal bakış açısıyla ilgili bir anlatı da Jane'in köy okulundaki öğretmenlik günlerinde geçer. Bu günlerdeki gözlemleri ve bunu okura aktarması romanın bakış açısının nasıl da aristokrasinin burnu büyüklüğünün karşısında yer aldığını gösterir. Anlatıcı bize köylü kızlarının zeka ve ruh asaleti bakımından İngiltere'nin soylu kızlarından hiçbir farkları olmadığını açıkça vurgular. Onlardaki tek eksiğin eğitim olduğunu da... Dolayısıyla romanın eşitlikçi bir bakış açısına sahip olduğunu, insanların da zeka ve asalete, ait oldukları toplum tabakasından bağımsız olarak sahip olduklarına inandığını belirtebilirim. Kitapla ilgili daha çok notum var ama hepsine değinmem olanaksız. Önemli bulduğum birini vermekle yetineceğim. Kitabın sonlarına doğru St. John'un da bize öğrettiği bir ders var: nefsin sürüklendiği tutkuları kontrol alma adına şöyle söylüyor: >Tanrı bize, bir dereceye kadar, kendi yazgımızı yazabilme gücünü vermiş. Arada canımız bize yasak olan bir besini çeker, ayaklarımız bizi yanlış yollara sürüklemeye çalışır. Böyle zamanlarda ne ruhumuzu perhize koymaya gerek var, ne de durağan kalmaya. Yapacağımız iş ruhumuza başka türlü bir besin bulmaktır: Yasak olan meyve kadar doyurucu, ama daha temiz, daha yararlı bir şey. Ayaklarımızı daha doğru bir yola çevirmeliyiz: Öteki yoldan daha çetin bile olsa aynı derecede geniş, oyalayıcı bir yol bulunabilir... St. John'a göre insanın belli bir fıtratı, tamamen yaradılışından gelen ve kendine has tutkuları vardır. Bu tutkular bize yararlı olmayan yollarla pekala doyurulabilir. Bunlar çok çekici, karşı koyması zor yollardır. Ama bu noktada St. John bu tutkuların törpülenmesi gerektiğini iddia etmez. Tam tersine bu tutkuları yaşamak gerektiğini, mutlu ve doyumlu olabilmek, hatta yaşamın bizim için anlamını oluşturabilmek için bu çağrılarımıza kulak vermemiz gerektiğini düşünür. Ama bunu yaparken sağduyumuzla daha iyi yollar bulmamızı, tutkumuzu daha yararlı olacak işlerle doyurmamızı öğütler. Bu açıdan Jane Eyre'de insana bütüncül bir bakış açısı hakimdir: sağduyusu, aklı ve duyguları ile bütüncül bir bakış. Duygularımız bize ne ruhen istediğimizi, neye ihtiyaç duyduğumuzu söyler. İçten gelen bir ses gibidir. Akıl ve sağduyu ise bu ihtiyaçlarımızı her tür yoldan gidermenin bizi ancak çürüteceğini arkamızdan fısıldamalıdır: *memento mori*.
Jane Eyre
Jane EyreCharlotte Brontë · Can Yayınları · 201831.7k okunma
··
172 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.