Gönderi

.... Adalet ezilenler için bir tuzaktır Bu başlığı atarken bir avukat olarak biraz gerildiğimi itiraf etmeliyim. Zira adalet gibi insanlığın “yakıcı” taleplerinden birini böylesi bir önermenin konusu etmek, hele de bunu adaletle doğrudan ilişkili bir mesleğin üyesi olarak yapmak nereden bakarsanız bakın oldukça iddialı. Tabii bu iddianın büyüklüğü ilk kez dile getirilmiş olmasından değil bilakis çeşitli şekillerde birden fazla kez söylenmiş fakat bir biçimde unutulmuş olmasından kaynaklanıyor. Adalet, kendisine yöneltilen her türden olumsuz eleştiriyi massedip insanlığın aklı ve gönlündeki o “değerli” yerini korumaya devam ediyor. Bugün adaletin nitelik itibarıyla olumsuz bir cümlede yer aldığına pek şahit olmuyoruz. Adaletle ilgili kurulan olumsuz cümleler de nihayetinde adalete olumlu sıfatını takdim etmeye yarıyor. Dünyada olup biten onca kötülüğün arasında bir “iyilik kıvılcımı” gibi parıldıyor bizim için. Bataklıkta yetişen bir lotus çiçeği gibi umut veriyor. Peki, gerçekten öyle mi? Can sıkma ve şevk kırma riskine rağmen bu soruya ikirciksiz bir hayır yanıtı vermek, adaletin ezilenler için son kertede bir tuzak olduğu gerçeğini sakınmadan söylemek gerekiyor. Bu adalete ihtiyacımız olmadığı, adalet talep etmenin de yanlış olduğu anlamlarına gelmiyor elbette. Mahiyeti gereği her tuzak av için türlü menfaatler içerir. Tuzağın başka türlü bir çekim yaratması söz konusu değildir zaten. Ama menfaati elde edip tuzağa yakalanmamak gibi bir seçenek de her zaman vardır ve mümkündür. Metne başlığını veren ve yukarıdaki “tuhaf” alegoriye kapı açan önerme esasında başka bir önermeden ilhamla ortaya atıldı: “Şehitlik ezilenler için bir tuzaktır.” Eric Vuillard, Yoksulların Savaşı kitabının sonunda yer verir bu güçlü önermeye. Bu önermenin de içinde yer aldığı o muazzam paragraf ise tamı tamına şöyledir: “Gençlik sonsuzdur, eşitliğimizin sırrı ebedidir ve yalnızlık olağanüstüdür. Şehitlik ezilenler için bir tuzaktır; arzu edilesi tek şey zaferdir. Anlatacağım.” Vuillard, yeni başlıyormuş gibi son verdiği bu kitabında (ki bu bize anlattığı hikayenin de sonsuzluğuna bir göndermedir. Yoksulların tarihi savaşlarla ve tabii yenilgilerle doludur fakat hiçbiri son değildir. Klişe gibi görünse de her bitiş şaşmaz şekilde bir başlangıçtır) 16. yüzyıl Almanyası’nda patlak veren köylü ayaklanmalarını ve o ayaklanmalardan birine önderlik eden Thomas Müntzer’i anlatır. Müntzer bir rahiptir, fakat ruhban sınıfının bir üyesi olarak kendi sınıfının değil köylülerin safında yer alır. Dini statüsünü yoksullar yararına kullanır. Onlara eşitliği ve özgürlüğü vaaz eder. Ruhban sınıfını ve soyluları hedef gösterir. Tanrı kelamından sadece soylular faydalanıyor diyerek yoksulların da anlayabilmesi için vaazlarını Latince değil, onların dilinde, yani Almanca verir. Nihayetinde liderlik ettiği ve bastırılan bir ayaklanma neticesinde yakalanır, işkenceyle katledilir. Vuillard, hacim olarak oldukça küçük bu kitabında Muntzer’in verdiği mücadeleyi anlatırken aynı zamanda içinde bulunduğu açmazı da tarif eder. O nihayetinde bir din adamıdır, her ne kadar yoksulların safında yer almış olsa da onlarla tanrı adına ve tanrının ağzıyla konuşur. Ayin ve vaazların Latince yapılmasına yoksulların Latince’yi bilmiyor olmaları sebebiyle karşı çıkar. Onlara kendi dillerinde hitap eder, tanrının sözünü onlara kendi dilleriyle nakleder. Kiliseyi ve ruhban sınıfını karşısına almasındaki en büyük etkenlerden birisi, bunların yoksulları tanrıdan uzaklaştırdığına inanmasıdır. Tanrı eşitlikçidir ona göre, adildir, yoksuldan yanadır. Doğal olarak kiliseye ve din adamlarına karşı verdiği mücadeleyi yoksullar için yoksulların safında ve fakat tanrı adına vermiştir. Vermiş olduğu bu mücadele sonucunda da “şehit” olmuştur. Yoksulların yararına olmasına ve dünyevi içeriğine rağmen Müntzer’in mücadelesinin şehitlik gibi bir tuzağı da içinde barındırdığını üzülerek söyleyebiliriz. Çünkü Müntzer ve birlikte dövüştüğü köylüler eşitlik için olduğu kadar tanrı için de ölmüşlerdir. Vuillard’ın kitabının sonunda dikkat çekmek istediği hususlardan birisi de budur. Şehitliğin dini içerimi konusunda tartışma yok. Yine dinin özellikle yoksullara sınıfsal pozisyonlarını sorgulamak yerine tanrı yolunda ölmeyi tembihlediği hususunda da pek tartışma olduğu söylenemez. Diğer tüm özelliklerinin yanında din aynı zamanda budur. Üstelik bu, yoksulluğu bir ayaklanmanın konusu eden Thomas Müntzer’e, “Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” diyebilmiş Ebu Zer el-Gıfârî’ye rağmen böyledir. Dine göre şehit olmak bir kişinin ulaşabileceği en büyük mertebedir. Onun cennetteki yeri ayrıdır ve tartışmasızdır. Doğal olarak kişi yaşadığı hayatı sorgulamaksızın sadece şehit olmayı arzu ederek yaşamalıdır. Şehitlik burada bir idealdir. Hemen gerçekleşmesi veya gerçekleştirilmesi gerekmez. Hatta şehit olmayı istemek şehit olmaktan daha değerlidir. Zira şehitlik ölüm biçimimizle değil yaşam biçimimizle ilgilidir. Şehitliği hak edecek bir yaşam sürmemiz, kaderimize isyan etmememiz, şükretmemiz, tanrının adını ağzımızdan düşürmememiz beklenir bizden. Dolayısıyla şehitlik sandığımızın aksine uhrevi değil son derece dünyevidir. Şehitliğin bir tuzak olduğunu, bugün etkisini önemli ölçüde kaybetmiş olsa da hâlâ varlığını sürdüren şehitlik tehlikesi ve tehdidine karşı bizi uyarmak için söyler Vuillard. Üstelik hikayesine konu edindiği Müntzer’in anısına sonsuz derecede saygı duyuyor olmasına rağmen yapar bunu. Yoksullar açısından arzu edilmesi gerekenin şehitlik değil, zafer olduğunu dile getirir. Şehitliğin bir tuzak olduğu önermesi bugün iddialı bir önerme sayılmayabilir tabii. Öyle sanıyor ve inanıyorum ki insanlığın çoğunluğu şehitliğin bir aldatmacadan ibaret olduğunun farkında. Dinin kıskacından çıkarılıp askeri kamuflaj giydirilmiş olması ve milliyetçilik sosuna batırılmış olması da bunu engellemeye yetmiyor neyse ki. Bugün insalığın önünde şehitlikten çok daha sofistike başka bir tuzak var: adalet. Adalet bugün dünya halklarının belki de en çok dile getirdiği, elde etmeyi, ulaşmayı en çok istediği şeylerden biri. Bunca rağbet görmesine rağmen adaletin ne olduğu, nereden geldiği, nasıl sağlanacağı konusunda ise bir netlik bulunmuyor. Adaletin mahiyeti ve içeriği durduğumuz, baktığımız yere göre değişebiliyor. Antik Yunandan bu yana adalet üzerine çok sayıda tez ileri sürülmüş, çok sayıda sınıflandırma ve tanımlama yapılmıştır. Yasayla, erdemle, ahlakla ya da toplum sözleşmesiyle ilgisi ve ilişkisi konusunda sayısız düşünce ortaya atılmıştır. Bunlardan en çarpıcı olanı ve bu metne en yakın olanı ise Thrasimahos’a aittir. Sokrates’in çağdaşlarından olan Thrasimahos, adaletin güçlünün işine gelen şey olduğunu dile getirmiştir. Thrasimahos, daha o çağda, adaletin içeriğinin gücü elinde bulunduranların adalet anlayışına göre doldurulduğunu kestirebilmiştir. Bugün bu gerçeklikten hayli uzaklaşılmış olması ve adaletin özel bir ihtimam görmesi yahut ulaşılması gereken nihai hedef olarak görülüyor olması talihsizdir. Gözümüze bir lotus çiçeği gibi görünse de adaletin nihayetinde bataklığı içerisinde taşıdığını unutmuş olmamız endişe vericidir. Adalet güçlünün işine yarar, evet. Çünkü adalet verili toplumda egemen olan sınıfın adaletidir. İçeriği de bu sınıfın ideolojisine göre belirlenir. “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.”[i] Adalet tüm çağlarda egemen sınıfların düşünceleri doğrultusunda şekillenmiş ve içeriğini kazanmıştır. Kendisine yüklediğimiz onca anlam ve değere rağmen, bugün geçerli olan adalet fikri ve anlayışının burjuvazinin adalet anlayışını doğrudan yansıttığını söylemek en fazla yukarıdaki muazzam alıntıyı fazla özenmeden tekrar etmek demek olur. Adaletin sınıfsal bir içerime sahip olduğu ve bu içerimin sınıflı toplumların yazgısınca belirlendiği inkar edilemez. Zamandan ve mekandan ve tabii üretim ilişkilerinden muaf, doğal bir adaletin ya da adalet anlayışının bulunduğunu iddia etmek safdillikten öte kötülüktür. Binlerce yıllık kavramsal geçmişine rağmen adalet tarih üstü değildir. Antik Yunan’dan bugüne, adaletin bir biçimde konuşulmuş ve tartışılmış olması adalete tarih üstü bir nitelik kazandırmaz. Zira Antik Yunan’ın adalet anlayışı ile bugünün adalet anlayışı arasında niteliksel farklılıklar vardır ve bu farklılıklar tarihin farklı dönemlerinde etkili olan farklı sınıflar ve bu sınıfların siyasal konumlanışları ile ortaya çıkmıştır. Bugün çalıştığımız işyerlerinde talep ettiğimiz maaş zamlarından tutun, işgal altındaki bir yerin işgaline son verilmesine kadar birçok şeyi adaletle açıklıyoruz. Aldığımız maaşları adil bulmuyoruz. Zenginlerin onca zenginlik içerisinde sefa sürerken bizim kıt kanaat geçiniyor olmamızı adil bulmuyoruz. İşgali adil bulmuyoruz. Katliamı adil bulmuyoruz. Ölümü adil bulmuyoruz. Kısacası yaşamımızdaki hemen her şeyi adaletin konusu edebiliyoruz. Adalete yönelik fetişleştirme derecesine varan bu çabamızı son derece insani bulduğumu belirtmemde fayda var, fakat bu yanılmadığımız anlamına gelmiyor. Sorun yukarıda saydıklarımı adil bulmamamızda değil; “adil olmayan” bu şeylerin bir kurum olarak adaletle çözülebileceğine inanıyor olmamızda. Kaldı ki bunların adil olmadığı konusunda da elimiz yeterince güçlü değil. Çünkü biz güçlü değiliz. İşverenin karşısında işçi olarak, işgalcinin karşısında işgal edilen olarak, zenginin karşısında yoksul, katilin karşısında mağdur olarak güçlü değiliz. Dolayısıyla tüm bunlar bir güç ilişkisi ve hiyerarşisi içerisinde aslında son derece adil. Adalet gücü elinde bulunduranların yani egemenlerin düşünce ve çıkarlarına uygun olan şeyse, ki öyle, yukarıda sayılanların adaletsiz olduğunu söylemek abestir. Adalet tam olarak budur. Karl Marx doğal adaletten söz etmeyi saçmalık olarak nitelendirmiştir. Ona göre adalet verili toplumun üretim ilişkileri ile üretim tarzı arasındaki uyumluluğa göre belirlenir. Üretici güçler arasındaki ilişkiler üretim tarzına uygun düştüğü ölçüde adil, çeliştiği ölçüde adaletsizdir.[ii] Yine Marx, olanca soğukkanlılığıyla işçinin emek gücünü işverenine satmasını ve işverenin bu emek gücü üzerinden yaratılan artı değere el koymasını haksızlık olarak görmemiştir. Kapitalist üretim biçiminin doğasına uygun olan bu emek gücü alışverişi ve artı değere el koyma, kendisi içerisinde tutarlı ve adildir.[iii] Bu ilişkinin bize özsel olarak adil gelmiyor oluşu onun nesnel olarak adaletsiz olduğu anlamına gelmez. Kapitalizmin adaleti budur. Yukarıda da dile getirdiğim üzere adaletin sınırları üretim ilişkileri ve üretim biçiminin sınırlarıyla belirlenmiştir. Bu nedenle adaletten kastımız artı değerin ortadan kaldırılması ve emekçilerin sadece kendileri için çalışmalarıysa eğer, artık söz konusu olan kapitalizmin tasviyesidir. Bunun da adaletle en ufak bir ilgisi yoktur. Adalet düzen içidir ve egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki tahakküm araçlarından biridir. Düzenin devamlılığı açısından gerekli rızanın üretilmesinde adaletin payı diğer her şeyden daha fazladır. Yukarıdaki örneği baz alacak olursak kapitalist sömürü ilişkisi devam ettiği sürece işçilerin az ya da çok maaş almaları arasında adalet bağlamında bir fark yoktur. Kararlaştırılan ücret her ne olursa olsun işçi ve işveren arasındaki denklem değişmez. Adalet bu ilişkide bir statükoya tekabül eder. Süregiden sömürü ilişkisini sadece gözden uzak tutmaya yarar. Dolayısıyla iş ilişkisinde veya hayatın herhangi bir alanında olsun adalet talebi, düzenin belki “daha iyi koşullarda” devamına yarar. Bu “daha iyi koşulları” elimizin tersiyle bir kenara itebileceğimiz bir lükse sahip değiliz elbette. Bugün ezilenler lehine her ne olursa olsun, küçük veya büyük, göz ardı etmemek gibi sorumluluğumuz var. Fakat ezilenlerin kurtuluşunun bu irili ufaklı kazanımlarla değil, artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacak bir zaferle mümkün olduğunu da unutmamak gerekir. Adalet ezilenler için bir tuzaktır ve Vuillard’ın sözleriyle söyleyecek olursak: ezilenlerin arzu etmesi gereken şey adalet değil zafer olmalıdır.
·
276 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.