Gönderi

.... Bir işçi ölümünün “dayanılmaz hafifliği” Zincirlerle çekiyor işçiler Güneşi yatağımın başına Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle Güneşin karşısına? Celal Sılay Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanındaki “dayanılmaz hafiflik” ifadesinin, birçok yazıya başlık olmasının artık sinir bozucu hale geldiğini kabul ediyorum. İnsan dünyada ve hayatta bu kadar çok “dayanılmaz hafiflik” olmasına şaşırıyor hakikaten. Hal böyle olunca da başlıkta bu ifadeyi gören tecrübeli okurun iç sıkıntısıyla yazıyı görmezden gelmesi muhtemel. Ancak Kundera’nın ifadesinin dehşetli yalınlığı ve güzelliği o kadar ayartıcı ki insanın aklına ilk gelen şeyin doğal olarak özgün olduğunu vehmeden yazar kısmına hak veresi geliyor. Velhasıl, yazıya bu başlığı atarken böyle kuruntulara kapılmadığımı ve yazının bu başlığı hak ettiğini söylemek istiyorum: Bir işçinin ölümü gerçekten dayanılmaz şekilde hafiftir. Ölmek ne hafif şey, anne Artık küreselleşmiş kültürün hemen her tezahüründe ölüm anını bir hafifleme olarak hayal ediyoruz. Her ne kadar analitik zihin felsefesinin kutupları “Ölüm yaşam olaylarından biri değildir,” dese de ölümle, ruhun beden kafesinden kurtulup nihai kutsiyete kavuşacağını varsayıyoruz. Ölümden hemen sonra gerçekleşen 21 gramlık ağırlık kaybından tutun da “ölüm tecrübesini” yaşayanların önlerinde açılan yüce bir ışık tarafından çağrılıp, ona doğru yürümelerine kadar ölüm “hafifleten’’ bir yaşam olayı, bir kurtuluş. Halbuki bizi kuşatan ölümü bu şekilde hafifletmeye çalışmamıza rağmen, varoluş filozofları ölümü yaşamın içinde bir var olma hali olarak düşünüyor. Ölüme-doğru-olmak insan varlığının yaşam koşulu ve hatta ölüm, imkanların imkanı. Ölümü bunca ağırlaştıran ve yaşamın her anına teşmil eden bu düşünce dizgesinin hoşumuza gitmediği aşikar. Bu fikri sağlıklı bir üretimi tehlikeye sokabilecek kadar ağır ve karanlık buluyor, onu soyut olarak yaftalayıp bir kenara atıyoruz. Somut olan şu: Hiçbir patron gelecek ölümünün ayırdında, hele de ölmekte olan bir işçi istemez. İşçi ölmeyeceğini sanmalı, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmalı ve -hadisin aksine- yarın ölebileceğini düşünmemelidir. Çünkü ölüm düşüncesi, işçiyi verimlilikten alıkoyabilecek dervişane bir atalete sebep olabilir ya da işçide yaşamını önemseme yanılsaması yaratabilir ki bu büyük bir tehlike demektir. Ölüm yaşamın sürekli içinde, her an gelebilecek, gelmesi kaçınılmaz bir hakikat olsaydı, çalışmanın hepimizi özgürleştirdiği yanılsaması gölgede kalırdı. Oysa, ölmekte olmak düşüncesi üretimi düşürür. Asıl korkulması gereken şeyse, üretimin zincirlerinden kurtulan işçinin, ölüm yüzünden başka bir yaşam istemesi olur. Ölüm hafif kalmak zorundadır. Yine de bir işçi, gelecekte içinde yaşamayı hayal bile edemeyeceği bir inşaatta çalışırken düşüp öldüğünde, bir başkası maden ararken toprak altında kaldığında, birileri düzgün çalışmayan bir asansörde can verdiğinde, ölüm kısa bir süreliğine ağırmış gibi davranılır. Ölümlerin en ağırı ise savaş işçilerinin ölümüdür ki bu, ölümü kabullenemeyecek yakınlara peşinen, muhtemel bir şehadet olarak sunulur. Kendilerine mikrofon uzatıldığında, ölü asker ailelerinin her sözden önce gururlu olduklarını, üzgün olmadıklarını ve diğer çocuklarını da savaş için verebileceklerini söylemeleri ölümü hafifletmeye çalışmaktan başka nedir? Vatan toprağının ağır kutsiyeti karşısında, asker ölümü hafif kalmalıdır. Nihayet, işçinin yaşamı değersiz olduğu gibi ölümü de önemsizdir. Öyle önemsiz ki işçi de yaşam da ölüm de yok gibidir. Ölüm yokmuş gibi çalışmak, çalışmak için ölmek, çalışırken ölmek beklenir. Kanser olmak üretimi düşürür Yaramazlığını düzenli olarak açığa vurmaktan pek bir haz alan Slavoj Zizek, Marx’ın şu meşhur sözüyle uğraşmaktan kendini alamamıştı: Marx “Bilmiyorlar ama yapıyorlar,” demiş, sonraki nüshalarda ise “Farkında olmayız ama yine de yaparız,” diye tashih etmişti bu cümlesini. Buna karşı Zizek ise “Biliyorlar ama yine de yapıyorlar’’ başlığında bir kitap yazmıştı. O halde, biz işçiler ölümü bilmeyerek, fark etmeyerek mi ölüyoruz, yoksa ölümün farkında olduğumuz halde mi ölüyoruz? Bir işçinin ölümü söz konusu olduğunda bilmek ve bilmemek iç içe bir akış içinde belki de. Sigarasını yakmadan önce, ekmek arası tahin helvası yiyen bir işçi yokluk içinde öleceğinin ayırdına varabilir bir an. Sonra da bu fikir kırıntısı onu çalışmaktan alıkoyabileceği için bilmemeyi tercih eder, fikri gömer. Ancak, aksine, bir başka işçi ölüme doğru yürüdüğünü bile bile kot taşlamaya başlar ya da silikozis olduğunda dahi “çalışmaya devam etmek, işini sürdürmek zorunda olduğunu’’ bilir. Nitekim, silikozisin iş ve ondan ayrılması mümkün olmayan tıp literatüründeki adı meslek hastalığıdır. Bu, kot taşlamak mesleğinizse bu hastalığı kabul edeceksiniz, demektir. Ofisteki koltuğunda ölmekte olduğundan bihaber, e-postalara gülücük koyan, nitelikli bir işçi olsak da durum değişmeyebilir. İster ölüme adım adım giden isterse de koşar adım ilerleyen bir işçi olalım, sadece yaşam politikaları değil, ölüm politikaları da yakamızı bırakmaz. Bütün patronlar, belki bizi sadece, bahşettikleri yaşam politikalarıyla değil, yaşamın içine sızan, zalim ölüm politikalarıyla da kandırmaktadır. Üretimin amansız zincirleri öldüğünüzde bile ayağınızdadır. İşçisi hasta olup gelecek ölümünü duyurduğunda, kötü hastalığa yakalandığında ya da öldüğünde, ona ya da evlatlarına sahip çıkan patronlar, işçinin ve ailesinin sahipleri olduğunu ölümden sonra bile mukayyet kılmak isterler. İşçi yaşarsa karşılığında ömür boyu sürecek bir borçluluk hissi, ölürse yaşamlarının aziz hatırasını satın alırlar. Yaşamımız gibi ölümümüz de üç kuruşluktur. İşçilerin yaşamının geçiciliği, ölümlerinin dayanılmaz hafifliği. Ne diyelim: Memento mori.
·
277 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.