Gönderi

Gazi, unutulmaz nutuklarının sonuncusuyla kutlamalara imzasını attı. Konuşması kısaydı. Birkaç kelime içinde, Türkiye’nin yalnızca en gelişmiş ve uygar ülkelerin düzeyine gelmekle yetinmeyeceğine, hedef birliğine sahip olduğu ve pozitif bilimleri kendine rehber kabul ettiğinden, onları aşıp geçeceğine olan inancını ifade etti. Konuşma “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle son buldu. Bu sözleri bugün Türkiye’de bilmeyen yoktur. Kıbrıs Rumlarının görmesi için Beşparmak Dağları’nın yamacına yazılmıştır ve Kürtçe konuşanların yaşadığı bölgenin en büyük kenti olan Diyarbakır’da Kürt milliyetçilerini iğnelemek için kullanılır. Eğer Mustafa Kemal’in en sevdiği gazeteci Falih Rıfkı’nın sözlerine inanacak olursak, bu deyimi ortaya atan kişi pek fazla duygulanmamıştı. Akşam yemeğinde toplanan konukları onuncu yılın yüreklerinde coşturduğu duygularını açıklamak için birbiriyle yarışırken Mustafa Kemal, “Bana gelince, ben hiçbir şey hissetmiyorum,” demişti. Falih Rıfkı bu sözlerin Atatürk’ün bezginliğinin ilk belirtisi olduğunu söyleyecekti. Mustafa Kemal kendi koyduğu kurallara bağlı kaldı. Sekreteri Hasan Rıza’ya (Soyak) “Bizde cumhurbaşkanı bir imzacıdan başka bir şey değildir,” diye şikâyet ederdi. Yani ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum. Gündüzleri ekseriye yalnızım; herkes işinde, gücünde... Benim ise çok günler, bütün günümü değil, bir saatimi dahi dolduracak işim yok. Şu halde ya uyuyacağım, olmazsa kitap okuyacağım, yahut bir şeyler yazacağım. Arada bir dinlenmek ve hava almak ihtiyacını duyarsam dediğim gibi şehrin içinde ve dışında ancak otomobil ile gezintiler yapacağım... Sonra yine bu hapishaneye döneceğim ve işte böyle kendi kendime bilardo oynayıp sofra zamanını bekleyeceğim. Bari orada biraz değişiklik olsa... Ne gezer... Bu sofra nerede kurulursa kurulsun, karşımda, aşağı yukarı hep aynı şahıslar... Aynı yüzler... Aynı sözler... Hâsılı bıktım usandım çocuk.
Sayfa 560Kitabı okudu
31 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.