Gönderi

Sahip olmak ya da olmak 3
Sahip olmak" şeylere, nesnelere ilişkindir ve bunları görüp, tutmak ve de tanımlamak kolaydır. "Olmak" ise, yaşantılara ve bazı içsel süreçlere dayandığı için, dile gelmesi, tanımlanması- zor ve hatta imkânsızdır. Kişilik dediğimiz, dışa vuran yanları- mızı, yani taşıdığımız maskeleri tanımlamak mümkündür. Çün- kü bu, dışlaşmış bir nesne, bir "şey"dir. Ama yaşayan insanı, ölü bir resim ya da cansız bir madde gibi tanımlamak mümkün ol- maz. Kişinin karakteri, davranış biçimi ve yaşam anlayışı üzeri- ne bir çok şeyler söylenebilir ve bu söylenenler, o kişinin psişik yapısının anlaşılmasında önemli katkılar yapabilir. Ancak o ki- şinin tüm benliğini, bireyin o tek başınalığını, bir kereye özgü- lüğünü ve "öyle oluşunu" tam olarak kavramak hiçbir zaman mümkün değildir. Kişiler, kendi parmak izleri gibi öylesine farklı, bir kerelik ve çeşitlidirler ki, onları duygu ya da sezgi yo- luyla bile tam anlamak imkân dışıdır. Çünkü birbirinin aynı olan iki insan yoktur dünyada (*). Bu ayrılığı ve farklılığı ortadan kaldırabilmenin tek yolu, kişilerin birbirleriyle canlı ilişkilere girişmeleri ve hep birlikte yaşam dansına, o akışa katılmalarıdır. Bu yolla bile tam bir karşılıklı özdeşliğe ulaşılabileceğini san- mak, yanıltıcı olur. Küçücük bir davranış birimini bile, tam an- lamıyla tanımlayamayız. Mona Lisa'nın gülümseyişi üzerine sayfalarca yazı yazabiliriz ama, o gülücüğü sözcüklere yakala- yamayız hiç. Aslında herkesin gülümseyişi (sahte, maske olarak kullanılan ve klişeleşmiş gülümsemeler dışında) Mona Lisa'nın- ki kadar bir kereliktir ve tanımlanamaz. Bir insanın gözlerinde beliren pırıltıda, yürüyüşünde, yüzündeki bir değişiklikte ya da ses tonunda oluşan değişmelerde beliren sevincini, nefretini, il- gisini, hayranlığını veya kendini beğenmişliğini sözcüklerle ta- nımlamak ya da tam olarak anlatmak, hiçbir zaman mümkün ol- mayacaktır./ 5.1. Aktif "Olmak" "Olmak" ilkesi, bağımsızlık, özgürlük ve eleştirel düşünceyi, kendisinin ön koşulları olarak alır. Yani sıralanan özellikler ol- madan, "olmak" tam anlamıyla beliremez. "Olmak"ın en belir- gin özelliği, aktivitedir. Ancak bu aktif oluşu, ticarî anlamda de- ğil, insanın yeteneklerinin verimli bir biçimde kullanılması de- mek olan, içsel bir aktivite anlamında değerlendirmek doğru olur. "Olmak", kişinin herkeste (değişik oranlarda) varolan özel- liklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliş- tirmesi demektir. Kendini yenileştirmek, geliştirmek, akmak. sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönel- mek, onlarla işbirliğine girmek ve vermek demektir. Ve bu ya- şantıların hiçbirini sözcüklerle yakalamak, dile getirip tanımla- mak mümkün değildir. Sözcükler bizim yaşantılarımızı ve içsel güçlerimizi doldurduğumuz kaplardır. Ama yaşantılar kısa bir süre sonra kabı aşıp, dışarı taşarlar. Sözcükler belki, bu yaşan mış süreçlere doğru yönelmemizi sağlarlar ya da o yöne işaret ederler, ancak hiçbir zaman canlı içsel süreçlerle özdeş değiller dir →Bir yaşantıyı veya bir anıyı düşüncelere ve sözcüklere dök- meye başladığımız anda, onun bizden kaçtığını, değiştiğini, ş ğının sönüp, kuru bir düşünce haline dönüştüğünü sezeriz. Bu nedenle "olmak", sözcüklerle anlatılamaz, ancak birlikte yaşa narak aktarılabilir. "Sahip olmak" ilkesinde ölü sözcükler hü- küm sürerler, "olmak" da ise, tanımlanamayan canlı deneyimler, yaşantılar ve izlenimler. (Canlı, verimli ve üretici düşünceler de, "olmak" ilkesinin içinde yer alırlar.) Belki de "olmak" ilkesini en iyi, Max Hunziger'den esinledi- ğim şu sembolik düşünce anlatır: Mavi bir cam, mavi dışındaki diğer tüm renkleri özümseyip, yansıtmadığı için onu mavi diye tanımlarız. Verdiğimiz ad, sahip olduklarına değil, dışa yansıttı- ğına, akıttığına ve verdiğine bakılarak yakıştırılmıştır mavi ca- ma. +"Sahip olmak" ya da diğer bir deyişle "olmamak" güdüsün- den kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde "olmak" ilkesine yakla- şabiliriz. Bunun için de, sahip olduğumuz şeylere sıkıca sarıla- rak kişiliğimizi bulmaya çalışmaktan ve güvenlik duyma çaba- mızdan sıyrılmamız ve de kendi benliğimiz ile sahip olduklan- mızı herşeymiş sanarak, yüceltmek alışkanlığından vazgeçme- miz gerekiyor. "Olmak" için, "ben" tutkusundan ve her şeyi kendi benliği- mizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrıl- mak zorundayız. Bu durumu en iyi, mistikçilerin kendimizi "bo- şaltmak" ve "yoksullaştırmak" gibi sözcükleri ile ifade edebiliriz. "Tarih bir şey yapmaz. Onun büyük bir serveti yoktur, tarih savaşmaz ve mücadele etmez. Herşeyi yapan, mülkiyete sahip olan ve sava- şanlar, gerçek canlı insanlardır. Tarih, sanki bir kişilik gibi in- sanları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaz. Tarih, arzula- nını ve amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan insanların eylemle- rinden başka bir şey değildir." İyi niyetli gibi görünmeme rağmen, bu iyi ni- yetim gerçek duygularımı ve sömürgen niyetlerimi örtmekte kullandığım bir maskeyse yalnızca, cesur gibi görünürken, as- lında korkak ve yaşamdan yorgun düşmüş olan biriysem veya ülkemi seviyor gibi görünmeme rağmen, aslında kendi bencil is- teklerimin tatminine yönelmişsem, dış görünüşüm, beni bu dav- ranışlara iten gerçek nedenler ve güdüler ile tam bir çelişki ha- linde demektir. Yani davranışlarım ile karakterim birbirini tut- mamaktadır. İnsanın gerçek kişiliğini ve "olmak" derecesini. davranışlarını belirleyen karakter yapısı ortaya koyar. Davranış- lar ise, bir ölçüye kadar kişinin gerçek "olmuşluğunu" yansıtırlar. Ama daha çok, amaçlara erişilmesi için takılan ve kullanılan birer maske olmaktan öteye gidemezler. Davranış bilimleri, gü- venilir bir bilimsel veri gibiymişcesine bu maske ile ilgilenir, onu araştırırlar. Halbuki asıl araştırılması ve incelenmesi gere- ken, bilinçli ve direkt olarak gözlemlenemez oları içsel gerçek- liktir. "Olmak" kavramının bu "maskeleri düşürücü" özelliğine ilk olarak Meister Eckhart işaret etmiş ve daha sonra bu özellik, Spinoza ve Marx'ın düşüncelerinde de önemli bir yer almıştır. Bastırılan şeyler, çocukluğun ilk dönemlerindeki (bana göre daha sonra oluşan bastırma olayları da buna dahildir) korkular ve istekler- dir. Yaşama isteksizliği (malaise) biçiminde beliren hastalığı İyileştirebilmek için de, bu bastırılan şeylerin dışarıya ve bilin- ce çıkarılması gerekmektedir. Başka türlü söylemek istersek, bastırılanlar, akıldışı çocuksu ve bireysel yaşantılardır → Öte yandan, sağlıklı insan aklı diye niteledikleri şeye göre belirlenen normal, yani topluma uyumlu davranışlar, akılcı ola- rak değerlendirilmekte ve çözümlenmelerine gerek olmadığı dü- şünülmekteydi. Ama bu varsayım yanlıştır. Bizim bilinçli fikir- lerimiz, inançlarımız ve motivasyonlarımız, çoğu kez yanlış bil- gilerin, ön yargıların ve akıldışı tutkuların bir karışımıdır. Bu karışım içinde varolan birkaç gerçek parçası da bize, yanıltıcı olarak karışımın gerçek ve doğru olduğu güvencesini verirler. Sonra da düşüncelerimizin bütün gücüyle, bu hayal ve yanılgılar yığınını, mantık yasalarına göre düzenlemeye çalışırız. →Böyle bir bilinç düzeyinden hareketle, düşüncelerimizin ger- çeği yansıttığını varsayar ve tüm yaşamımızı bu düşünce plânı- na göre kuracak olursak "bastırılan şey nedir?" sorusunun ceva- bı değişik olacaktır. Bu durumda bastırılan, gerçeğin bilgisidir. O halde ortaya çıkıyor ki, insanlar yalnızca akıldışı ve çocuksu şeyleri değil, aynı zamanda en önemli şey olan, gerçeğin bilgi- sini de bastırmakta ve bilinçaltına itmektedirler. Toplum, insan- ları ikili bir kıskaca almaktadır. Bir yandan akıldışı ve insan do- ğasına ters tutkular yaratırken, öte yandan da onları aldatıcı kur- gular ile doyurmaya çalışmakta ve böylelikle gerçeğin üzerini örtüp, onu sözde bir akılcılığın uğrunda kafese hapsetmektedir. "Gerçek ya da gerçeğin bilgisi bastırılıyor" derken, insanla- ın gerçeği bildiklerini ve bu bilgilerini bastırdıklarını, yani "bi- linçsiz bilgiye sahip olduklarını varsaymaktayız. Benim, diğer insanlar ve kendi üzerimdeki psikanalitik gözlemlerim, bu var- sayımı doğrular niteliktedir. İstesek de, istemesek de, gerçeği al- gılamakta, onun farkına varmaktayız. Görme, duyma, dokunma, işitme ve tad alma gibi beş duyumuz nasıl dış gerçeği algılamak ve onlara bir tepki göstermek için organize olmuşlarsa, aklımız da çevremizdeki şeyleri oldukları gibi görmek ve gerçeği kavra- mak üzere organize olmuş durumdadır. Burada gerçek derken, yalnızca bilimsel araçlar ve yöntemlerle algılanabilen şeylerden söz etmek niyetinde değilim. Anlatmak istediğim, ancak kon- santre olmuş bir bakışla "görülebilen" kendimizin ve başkaları- nın psişik gerçeğidir. Tehlikeli bir insanla mı, yoksa, güvenilir biriyle mi karşılaştığımızı biliriz. Oyuna kendimiz de katılmış olsak bile, ne zaman aldatıldığımızı, bize ne zaman yalan söy- lendiğini veya nasıl oynatıldığımızı da biliriz. Bizden önceki ne- sillerin şaşırtıcı bir biçimde, yıldızların hareketleri ve birbirle- riyle ilişkileri üzerine çok şeyler bilmeleri gibi, biz de insan davranışları konusunda hemen hemen herşeyi bilmekteyiz. Ama es. ki insanlar bu bilgilerin bilincindeydiler ve onu kullanmaktaydı- lar. Bizler ise, bilgimiz bilinçlenirse yaşam güçleşir ve "tehlike- li" olur korkusuyla, tüm bildiklerimizi bastırıp, unutmaya çalışı- yoruz. →Örneğin rüyalarda kendimizin veya başka bir insanın, uyanık durumdayken hiç farkedemediğimiz bazı yönlerini kavrayabilir, bunların farkına varabiliriz, (Bu tür "kavrayış rüyaları"na ömek- leri "Rüyalar, Masallar, Mitoslar" adlı kitabımda bulabilirsiniz) → Bazen bir insanı aniden, o ana dek tanıdığımızdan çok daha de- ğişik bir biçimde algıladığımızı farkederiz. İşin şaşırtıcı yanı, onun bu yönünü sanki önceden biliyormuşuz gibimize gelmesi- dir. Acı gerçeğin gün ışığına çıkma tehdidini gösterdiği anlarda ortaya çıkan direnme güçlerinde de, aynı durumu gözlemlemek mümkündür. Yaşantımızda büyük bir enerjiyi, bildiklerimizi kendimizden saklayabilmek için, onları bastırmaya çalışırken harcamaktayız. Ve bu bastırılan bilgiler de, küçümsenmeyecek derecede fazladır. Talmud'da, gerçeğin bastırılması olayını şiir- si bir dille anlatan şöyle bir efsane vardır: Bir çocuk dünyaya geldiğinde, melekler onu alnından öperek, doğum anına dek bü- tün bildiklerini unutmasını sağlarlar. Çünkü eğer çocuk bildikle- rini unutmazsa, yaşamı da dayanılmaz olacaktır. Özetleyecek olursak, "olmak" çarpık ve yanıltıcı görüntüle- rin karşıtı olan gerçekliktir. Bu çerçevede, kişinin kendi gerçe ğine, çevresine ve diğer insanlara daha yakından ilgi gösterip, onları anlamaya çalışması "olmak" kavramının kapsamını geniş- letmeye yarayacaktır. Yahudi ve Hristiyan dinlerinin ana ahlâkî amaçları olan, açgözlülüğün ve nefretin ortadan kaldırılmasına ulaşılabilmek, Buddhizm'de de çok önemli bir amaç olarak kar- şımıza çıkan, gerçeğin araştırılması ile mümkün olacaktır. "Ol- mak", yüzeysel görüntüleri aşıp, onların ardındaki gerçeği kav- ramakla gerçekleşebilir ancak. Sevme yeteneklerini kaybettikleri için, yaşamlarını feda ederek, bu ihtiyacı dengelemeye çalışıyorlar. (Kendini feda etmek, sev. mek ihtirası ile dolu olan, ama sevme yeteneği olmayan ya da bunu yitirmiş olan insanlara, bir çözüm yolu gibi gelmektedir. Böyleleri karşılarındaki kişiye, kendi yaşamlarını onlar için fe- da edebilecek kadar çok sevdiklerini belirtmek isterler. Bu, on- lar için sevgilerinin en yüce biçimde dile gelişidir.) Toplumda- ki, zarar vermeye ve kendilerini feda etmeye hazır erkeklerin ve kızların çokluğu, toplum düzeninin yanlış kurulmuş olduğunun bir kanıtıdır. Bir çok değerli genç insanın, çaresizliklerine ve ha- yal kırıklıklarına tek çıkar yol olarak fanatizmi ve zarar vericili- ği seçmiş olmak durumunda bırakılmaları çok acıdır. → Başka insanlarla bir olmak ve bunu yaşamak, insan türünün varoluşu ile birlikte doğan, insancıl bir arzudur ve insan davra- nışlarını belirleyen en güçlü güdülerden bir tanesidir. İnsanın ruhsal yeteneklerinin gelişmesi ve içsel güdülerinin en alt düze ye indirgenmesi sonucunda, insan ile doğa arasındaki birlik kop- muştur. Bu durumda, kendimizi tümden izole edilmiş gibi yal- nız hissetmekten (ve böylece deliliğe yaklaşmaktan) kurtulabil- mek için, hem diğer insanlar ve hem de doğa ile yeni bir "bir-ol- mak" duygusu yaratmak zorundayız. Bir olmak ihtiyacı ve arzu- su, yaşantımızda kendini çok çeşitli biçimlerde ortaya koyar. Anneye, bir puta, soyuna, millete, kendi sınıfına, dine, bir ög renci hareketine ya da meslekî bir organizasyona bağlılık, bu uygulamaya birkaç örmektir. Bağlılıklar, çeşitli biçimlerde bir- birleriyle kesişerek, değişik biçimler oluştururlar. Bir dinsel ta- rikattaki ayinler veya bir savaş sırasındaki ulusal histeri gibi. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, bir olmak arzusu- nun en akıldışı biçimlerde ortaya çıktığı görülmüştür. O büyük "biz" duygusuna katılabilmek için insanlar pasifizm, savaş kar- şıtı oluş, sosyalizm gibi inançlarını, bilim adamları da yıllar sü ren çabalar ile elde edilen nesnellik (objektiflik) niteliklerini, eleştirel düşünce yeteneklerini ve tarafsızlıklarını bir yana bırak- mışlar ve tüm bildiklerini unutup, o büyük coşkuya katılmaya koşmuşlardır. Başkalarıyla bir olmak ihtiyacı, hem sadizm ya da zarar ve- ricilik gibi en kalitesiz davranışlarda, hem de bir fikir veya inançta dayanışma gibi en olumlu eylemlerde ortaya çıkmakta ve kendini göstermektedir. Bu duygu aynı zamanda, uyum gös- terme endişesi ve ihtiyacının da ana nedenidir. Çünkü yalnızlık ve çevre tarafından dışa itilmek korkusu, ölüm korkusundan bi- le büyüktür insanlarda. Bir toplumsal sistemi değerlendirirken, o sistemin üyelerine nasıl bir "bir olmak" yaşantısı ve dayanış- ma önerisi getirdiğini ve sosyo-ekonomik yapısının koşullarının bunların gerçekleştirilmesine imkân verip, vermediğini iyi ince- lemek gerekir. Bütün anlattıklarımız bizi şu sonuca götürüyor. İnsanda iki türlü eğilim vardır: Bunlardan birincisi, biyolojik olarak yaşam- da kalma ve yaşama arzusuna bağlı olup, ondan güç bulan "sa- hip olmak" güdüsü, ikincisi ise, insan varoluşunun gereklerin- den, özellikle yalnızlık ve terkedilmişlik duygusundan kurtula- bilmek için, başka insanlarla bir olmak ihtiyacından doğan "ol- mak" güdüsüdür. İnsanda bu iki eğilim de yanyana ve birlikte bulunduğundan, toplumun yapısı ile onun kurallar ve değerler sisteminin alacağı biçim, insanlarda hangi eğilimin ağır basaca- ğını belirleyen en önemli etken olmaktadır. Hiç kimse, kendini yaşama bağlayan dayanaklarını yitirmek istemez. Ama her sahip olunan şey, eninde sonunda yitirilmek zorundadır. Bunların başında, mal ve mülk, sonra da onlara bağlı olarak toplumsal statü ve dostlar gelir. Yitirmek kaçınılmazdır. İnsan bir gün ve bilemedi- ği bir anda ölmek durumundadır. Yani herkes herşeyini ve de yaşamını yitirecektir sonuçta/ →Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onla- n yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecek- tir. Böylece yaşamı yanlış kurmanın sonucunda ortaya yenilmiş, moralsiz, yıkık ve acınacak bir insan çıkar. Ünlü yazar Ibsen, Peer Gynt tiplemesiyle, böyle bencil ve kendi egosuna takılı ka- lan bir insanı çok güzel çizer. Peer, yalnızca kendisi ile doludur ve büyük bencilliği ona, "tüm ihtiraslarının" bir birleşiminden oluşan benliğinin, gerçek kişiliği olduğunu kabul ettirmiştir. Ama yaşamının sonunda, "sahip olmak" ilkesine göre kurduğu düzenin yanlışlığını ve hiçbir zaman kendisi olamadığını anlar. Özü olmayan bir bitki gibi eksik ve yetersiz kaldığını ve yanlış yaşamış olduğunu kavrar acı da olsa. →"Olmak" kavramında ise, sahip olunan şeylerin kaybedilece ğinden doğan endişe ve korku yoktur. Olduğum gibiysem ve ki- şiliğim "olmak" tarafından belirleniyorsa, kimse benden bunu alamaz ve kişiliğimin yıkılması tehlikesi de doğmaz. Odak nok- tamı ve davranışlarımı yönlendiren güdüleri, kendi içimde bulu- rum. "Olmak" da, güçlerimi geliştirme yeteneklerim tamamen bana bağlıdır ve karakterimin bir bölümünü oluştururlar. Bu söylenenler, normal yaşam koşulları için geçerlidir. Dayanılmaz acılar veren bir hastalık veya insanın tüm yeteneklerinin elinden alındığı işkence ya da ona benzer durumlarda, böylesi bir davra- nış biçiminden söz etmek mümkün olmaz. "Sahip olmak" durumunda, insanın sahip olduğu şeyler kul- lanım sonucunda azalırken, "olmak" da uygulama ve kullanımın artması, kullanılan şeyin fazlalaşmasına yol açar. (Tevrat'ta Mu- sa ile konuşan "yanan çalılıklar"ın bu yanmaları ile kül olup, git- memesi, bu çelişkinin bir sembolüdür.) Akıl, sevgi, zihinsel ve sanatsal yaratışlar, yani insanların tüm temel yetenekleri, kulla- nıldıkça, uygulandıkça gelişir ve güzelleşirler. Verilen şey yiti- rilmez, tam tersine sıkı sıkıya tutulan şeylerdir biten-ve-yok olanlar. "Olmak" ilkesinde tehlike yaratabilecek ve güveni sar- sacak şeyler, kişinin kendi yanlışlarından kaynaklanır: Yaşama inanıp, onu sevmemekten, verimli güçleri kullanmamaktan, ge- riletici eğilimlere kapılmaktan, içsel tembellikten ve başkalarına kendi yaşantımızı belirleme hakkını tanımaktan. Ama bu tehli- keler "olmak" kavramının içinde zorunlu olarak bulunan özel- likler değildirler. "Sahip olmak" da ise yitirme tehlikesi, bu dav- ranışın doğası gereğidir ve onunla birlikte bulunur. açgözlülük "sahip olmak" duygusunun doğal bir sonucudur. Bu açgözlülük ve sahip olma ihtirasının, bir cimrinin, bir yatırımcı- nın ya da bir iş sahibinin davranış biçimi olması hiçbir şeyi de- ğiştirmez. Temel olan, ihtiras sahibi bir kişinin, hiçbir zaman yeterli şeye sahip olamayacağı ve mutlu, halinden hoşnut ya da doyum içinde bulunamayacağı gerçeğidir. Açlık gibi fizyolojik sınırları olan ve doyurulabilen fiziksel ihtiyaçlardan farklı olarak, ruhsal ihtiraslar (bedensel çabalarla tatmine ulaştırılsalar bile, tüm ihtiraslar ruhsal kökenlidir) bir türlü doyuma ulaştırılamazlar. Çünkü ihtiraslar tatmin edilseler bile, onların yol açtığı içsel boşluk ve bunaltıyı, yalnızlığı ve depresyonları bu yolla doyuma ulaştırıp, çözümlemek mümkün değildir. İnsanın sahip olduğu şeyler, her an yitirilebilme tehli- kesi taşıdığından, bu tehlikeden korunabilmek için, hep daha fazla şeylere sahip olma isteği ve ihtirası doğacaktır. Herkes da- ha fazlasını istediği için de, komşusundan bile çekinir, şüphele- nir olacaktır. Onun kendi sahip olduklarını elinden alamamasını sağlamak, ancak kişinin daha güçlü ve daha saldırgan olmasına bağlıdır. Üretim ne kadar büyük olsa da, sınırsız arzulara yetiş- mekten her zaman uzak kalacaktır. İşte bu nedenle, bireyler ara- sında en çok şeye sahip olmak için her zaman bir mücadele ve savaş süregelecektir. Hatta sınırsız arzulara karşılık, sınırsız üre- time geçilebilse dahi, bu mücadele ve rekabetin süreceğini söy- leyebiliriz, Daha az sağlıklı ve saldırgan olamayan, mücadele- den yılan ve bu konuda pek yeteneği bulunmayan bireyler ise, kendilerinden çok şeye sahip olanları kıskanıp, duracaklardır. →"Sahip olmak" güdüsü ile onun bir uzantısı olan açgözlülü ğün, insanlar arasında düşmanlık duygularının gelişmesine ve savaşlara yol açtığı düşüncesi, hem uluslar, hem de bireyler açı- sından doğrudur. Uluslar, temel tavırları "sahip olmak" biçimin- deki insanlardan oluştukları sürece, savaşma eğilimli olmalan doğaldır. Kendi sahip olamadıkları şeylere sahip olan diğer ulusları kıskanan böylesi uluslar, o arzuladıkları şeyi savaşlar, baskınlar ve tehditlerle ele geçirmeye çalışırlar. Genellikle bu yöntemler zayıf uluslara karşı yürütüldüğünden, böyle uluslar diğer ülkelerle anlaşmalar yaparak, kendilerine saldırabilecek uluslardan daha güçlü olmaya çalışırlar. En ufak bir kazanma şansı olduğunda bir ulusun savaş çıkartması, ülkenin ekonomik açıdan kötü durumda olmasından değil, "sahip olmak" ihtirasın- dan kaynaklanan, daha çok şeylere sahip olmak ve onları ele geçirmek tutkusundandır. Uluslar arasındaki savaşlar için söz konusu olan bu durum, bir ulusun içindeki sınıf mücadelelerinde de kendini gösterir. Sı- nıflar, yani sömürenlerle sömürülenler arasındaki bu mücadele ve çekişme, açgözlülük ilkesi üzerine kurulmuş toplumlar varol- duğundan beri süregelmektedir. Ekonomik açıdan sömürü olayı- nın gerçekleşmesi mümkün olmayan toplumlarda ise sınıf mü- cadelesine tarih boyunca hiç rastlanmaz. Ama temel davranış bi- çimi "sahip olmak" olan tüm toplum yapılarında, toplum ne ka- dar zengin olursa olsun, sınıfların doğması bir zorunluluktur. Sı- nırsız ihtiyaçlara, en yüksek üretim gücü bile yetişemez demiş- tik. Böyle bir durumda, başkalarından fazla şeylere sahip olma fantazisi hiç giderilemeyeceği için, mücadele kaçınılmaz ola- caktır/Güçlü ve akıllı olanlar ya da herhangi bir nedenle diğer- lerinden avantajlı duruma gelenler, bu zor ulaşılan yerlerini ko- ruyabilmek için, kendilerinden daha az güce ve imkâna sahip kimseleri zorla, şiddetle ya da yasal yollarla sindirip, bastıracak- lardır. Ezilen sınıflar ise, ezenlerin yerine geçip, içlerinde yaşat- tıkları o avantajlı duruma gelebilmek için mücadele edecekler ve bu çekişme böylece sürüp, gidecektir. İnsanların yüreklerin- deki "sahip olmak" ihtirası sönmedikçe, sınıf mücadeleleri de, bazen sert, bazen de yumuşak olarak sürecektir. Sosyalist bir dünyada sınıfsız bir toplum yaratılacağı düşüncesi de, insanların açgözlü davranmalarının önüne geçilemediği sürece, bir hayal- den öteye gidemez. Ayrıca bu hayal de, açgözlü toplumlar arasında sürekli bir barışın sağlanabileceği hayali gibi, insanları gerçekleri görmekten alıkoyduğu için zararlıdır. "Olmak" ilke- sinde ise, özel mülkiyet biçimindeki bir sahip oluş, pek önemli değildir. Çünkü bir şeyin tadına varabilmek, hatta onu kullana- bilmek için, ona sahip olmak şart değildir. Bu anlayışa göre, ay- nı şey, hiç kimse ona sahip olmadığı ve bunu da düşünmediği için, tek bir kişiyi değil, belki de milyonlarca kişiyi sevindirip, mutlu edebilir. Bu gerçek, yalnızca kavgayı ve çekişmeyi önle mekle kalmaz, aynı zamanda insan mutluluğun çok sevimli bir boyutunun, sevincin paylaşılmasını da sağlar. Hiçbir şey insan- lan (bireyselliklerini kısıtlamadan) ortak olarak yaşadıkları ve paylaştıkları duygular kadar birleştiremez. Bu, bir insana duyu- lan ortak bir hayranlık veya sevginin, bir düşüncenin, sembolün. törenlerin ve dahası acıların paylaşılması olabilir. Böyle bir ya- şantı, iki insan arasındaki ilişkilerin canlanmasını ve öyle kal- masını sağlar. Ayrıca bütün politik, dinsel ve felsefi hareketlerin de temel dayanağını oluşturur. Ama bu canlılık, bireyin olaya karşı olan sevgi ve bağlılığının derecesiyle orantılıdır. Politik veya dinsel hareketler gelişip, kemikleştikçe ve bürokrasi çarkı insanları boğup, tehdit eder hale gelince, artık insanlar arasında duygular ve yaşantılar paylaşılmaz olur, maddi çıkarlar öncelik kazanır. Böylece de ortak şeylerin paylaşılmasından doğan se vinç ve dayanışma duyguları yok olmaya yüz tutarlar. Doğa, cinsel eylemde de zevkin ortaklaşa olması ve paylaşıl ması sembolünü getirmiştir insanlara. Yani cinsel ilişkide en yüksek mutluluğa, bu haz iki eş tarafından da ve birlikte payla şıldığında erişilecektir. Ama pratikte buna dikkat edildiği pek söylenemez. Bireyler öylesine kendileri ile dolu, bencil ve nar sisttirler ki, bu durumda ancak zamansal bir beraberlikten söz edilebilir. Ayrı ayrı anda yaşanılan haz, paylaşılan haz demek değildir. →→Doğanın "sahip olmak" ile "olmak" arasındaki farkın anlaşıl- ması konusunda getirdiği çok ilginç bir sembol vardır: Erkeğin tahrik olması durumu. Cinsel organın ereksiyonu tamamen fonksiyonel bir olaydır. Bu güçlü duruma, bir mal gibi sahip ol- mak ve onu sürekli olarak saklamak (çok erkek bunu arzulasa da) mümkün değildir. Erkek, kendisini tahrik eden kimseyi ar- zuladığı sürece, organı da bu güçlü halini korur. Tahrik olma du- rumu, herhangi bir nedenle bozulacak olursa, artık o hiçbir şeye "sahip değildir". Ayrıca tüm diğer davranış biçimlerinden farklı olarak, ereksiyonu zorlamak ya da çeşitli maskelerle gizlemek, yani ne kendini ne de başkalarını aldatmak mümkün değildir. Önemli, ama az tanınan bir psikiyatrist olan George Groddek. bir erkeğin yalnızca bir kaç dakika süreyle bir erkek olduğunu, onun dışında ise küçük bir delikanlıdan farkı olmadığını söyle- mişti. Groddek'in söylemek istediği şey, bir insanın tüm kişiliği açısından erkek olmadığı değil, erkekliklerini en çok kanıtladık- larını sandıkları alanda, küçük bir çocuktan farksız olduklarıdır. (Bu konuyu, benim "Geschlecht und Charakter" (Cinsiyet ve Karakter) adlı incelememle karşılaştırınız.) Eğlence veya sinirsel uyaranlardan gelen haz, doruk noktası aşıldıktan sonra, arkalarında bir boşluk ve bir üzüntü bırakırlar. Çünkü maddesel tatminler, duygusal heyecanlara hiçbir zaman ulaşamazlar ve bu sürekli bir hayal kırıklığı getirir kişiye. İçsel güçlere bir katkısı olmayan, akıl ve sevgi özelliklerden kopuk bir çaba ile verimsiz uğraşılarının yarattığı bunaltıyı aşabilmek isteyen bir kimse, belki tüm enerjilerini bir anlık belirli bir he- defe yöneltmeyi başarırsa, anlık bir haz duyabilir, ama hepsi o kadar. İnsan olunmadan, insan üstüne atlamak mümkün değil- dir. Doruk noktasındayken amaca ulaştığını sanan insan, o bir anlık zafer sevinci geçince, içinde hiçbir şeyin değişmemiş ve aynı bunaltının tüm boyutları ile giderilemeden yerli yerinde ol- duğunu farkedince, derin bir hüzne kapılır. Eskilerin: "Post co- uitum animal triste est" (cinsel ilişkiden sonra hayvan üzüntülü- dür) sözü, açıklamaya çalıştığım olayın sevgisiz ve maddesel cinsellik alanındaki görüntüsünü dile getirmektedir. Böylesi bir cinsel ilişki, anlık doyumlardan öte bir şey kazandıramaz insan- lara ve doyuma ulaşabilmek için daha fazla cinsellik, daha deği- şik cinsellik gibi yanlış bir yola iter bireyleri. Sevgi olmaksızın, fiziksel ilişkilerden sevinç duymak mümkün değildir. →İnsanlar yasalara, yalnızca ceza almaktan korktukları için saygı göstermezler. Onları bu davranışa iten, itaatsizliğin içle- rinde uyandırdığı suçluluk duygusudur. Bu suçluluk duygusun- dan kurtulabilmeleri için tek yol, otorite tarafından bağışlan- maktır. Bağışlanmanın koşulları da ağırdır. Suçlu suçundan piş- manlık duymak, cezasına razı olmak ve cezayı kabul etmek zo- rundadır. Günah (itaatsizlik) → suçluluk duygusu → otorite- ye teslimiyet (ve cezalandırılma) → bağışlanma süreci, insanı her itaatsizliğin daha çok itaate sürüklenmesi durumu ile başba- şa bırakan bir kısır döngüdür. Ama bazı insanlar, kendilerini bu çarpıklıktan kurtarmayı bilmişlerdir. Böyle kişilere en iyi öme- ği mitolojideki Promete sembolünde buluruz. Zeus'un onu suç- lamaları ve verdiği cezalar, Promete'de ne bir suçluluk duygusu, ne de bir teslimiyet çabası doğurmaz. Çünkü o, ateşi Tanrı- lar'dan çalıp, insanlara verirken itaatsizlik ettiğini, ama bu dav- ranışı bir dayanışma örneği olduğu için, günah işlemediğini bi- liyordu. Buna benzer biçimde bir çok kahraman, insanlara olan sevgileri nedeniyle, bu itaatsizlik günah çemberini aşmayı bilmişlerdir. Ancak toplumun tamamı kahramanlardan oluşmaz. İnsanla- rın çoğu toplumun amaçlarına hizmet ettiği ve geri kalan şeyler- le mutlu olmaya mecbur olduğu sürece, itaatsizliğin günah oldu- ğu yolundaki duygunun yaygınlaşması doğaldır. Kilise ile devlet bunu birlikte yapmışlardır. Her ikisi de kendi hiyerarşik güç- lerini koruyabilmek için, birlikte çalışmak zorundaydılar. Dev- let itaatsizliğin günah olduğunu gösteren bir ideolojiye, kilise de devletin itaatin erdem olduğu yolunda eğittiği insanlara ihtiyaç duydukları için, bu işbirliğini normal karşılamak gerek. Amaç- larına ulaşabilmek için, hem kilise, hem de devlet, çocuğu ken- di isteklerini belirtmeye başladığı andan itibaren itaate alıştıran (en azından temizlik konusundaki eğitim başladığında) aile ku- rumunu kullanırlar. Yani ileride vatandaş olarak iyi ve topluma uyan bir fonksiyon görebilmesi için, ilk eğitim aile içinde, çoçu- ğun "isteklerinin" kısılıp, engellenmesi ile başlar. →Aquino'lu Thomas'ın otorite, itaatsizlik ve günah konusunda- ki görüşleri, Alfons Auer'in de ortaya koyduğu gibi, hümaniter bir ruh taşır. Ona göre asıl günah, akıldışı bir otoriteye itaatsiz- likten değil, insanların iyilik ve huzuruna bir zarar verildiği zaman ortaya çıkar (*). Thomas, insanın Tanrı'ya karşı bir hakaret ya da uygunsuz bir harekette bulunamayacağını, en büyük güna- hın ise kendi iyiliğimiz ve huzurumuza ters davranmak olduğu- nu söyler. (Bu konuda, Thomas'ın "Summa Theologica" adlı ki- tabının 122. sayfasına bakınız.) Onun bu görüşünü daha iyi an- layabilmek için, insan mutluluğunun (bonum humanum) ne ol- duğu yolundaki düşüncelerine bakmak gerekir/Thomas için mutluluk, ne öznel arzuların ve ne güdüsel ihtirasların sorum- suzca giderilmesi, ne de Tanrı'nın keyfine göre davranmanın so- nucunda ulaşılan bir şey değildir. Mutluluğa, insan doğasının akılcı bir biçimde kavranılması ve bu temellere dayanarak, insa- nın gelişimine ve iyiliğine yönelmiş çabalar sonucunda varılır. (Kilisenin uyumlu bir üyesi ve devrimci tarikatlara karşı, süre- gelen toplumsal düzenin bir savunucusu olan Thomas'ı anti-oto- riter bir ahlâk sisteminin temsilcisi olarak görmemek gerekir. İtaatsizlik sözcüğünün iki anlamlılığı, onun çelişik bakış açısını gizlemeye yaramaktadır.) Bu insanlık öncesi durum, insanların iyi ile kötüyü birbirin- den ayıracak akıl yeteneğini elde etmelerinden, yani o ilk gü- nahtan (bilgi ağacının meyvasının yenilmesinden) sonra, kökten değişir. Artık insan bir birey olduğunun, o ilk birliğin bozuldu- ğunun ve diğer karşıtı ile yabancılaştığının bilincine varmıştır. Erkek ve kadın birbirlerine yakındırlar, ama yine de kendilerini ötekinden ayrı ve uzakta olarak hissetmektedirler. Bu durumda bir insanın karşısında çırılçıplak durmanın derin utancını hisset- mek ve kendi yabancılaşmasının farkına vararak üzülmek gibi, iki duygunun arasında kalmıştır insanoğlu. Örtünerek, bu utanç- tan ve karşısındakini tüm insanlığı içinde algılamaktan kurtul- maya çalışır. Ama gizlemekle, ne utanç, ne de suçluluk duygu- su ortadan kaldırılamaz. Birbirlerine sevgi ile yaklaşmayı bil- mezler. Belki fiziksel olarak yakınlaşıp, birleşirler ama, salt fi- ziksel beraberlik insan yabancılaşmasını iyi edemez. Birbirleri- ni sevmedikleri açıktır. Çünkü Havva, Adem'i korumayı düşün- mez hiç ve Adem cezadan kurtulabilmek için, Havva'yı savun- mak yerine, onu suçlayarak, kendini kurtarmaya çalışır. →Cinsel bir beraberlik aracılığıyla bile giderilemez olan in- sanlar arasındaki ayrılık, yalnızlık ve bencillik, insanın doğasın- dan kaynaklanan bir günahtır. Doğa ile olan temel beraberlik ve uyum koparıldığı için, tıpkı hayvanların yaşamlarının otomatik içgüdülerle belirlenmesi gibi, insanlar da diğer insanlarla olan ayrılıklarının, bu acı gerçeğin bilincine varırlar ve yaşamları bu duygu tarafından yönlendirilir. Kişilerin birbirlerinden arada sevgi köprüsü olmadan ayrılmaları ve yabancılaşmaları, katolik teolojideki "cehennem" tanımında dile gelir. Bu dayanılmaz bir durumdur. Kişi tümden izole edilmiştir, yalnızdır ve bu katlanıl- ması güç acının, ne pahasına olursa olsun, atlatılması gerekmek- tedir. Bunu, ya kendiliğimizden yüce güçlere teslim olarak, ya bazı şeyleri egemenliğimiz altına alarak ya da akıl ve bilinci sus- kunluğa itmekle gerçekleştirebiliriz ancak. Ama bütün bu çaba- lar, kısa dönemli başarılar getirirler bize ve gerçek bir çözüme varacak yolu görmemize engel olurlar. Oysa bu cehennemden, bu yalnızlıktan kurtulabilmenin tek çaresi, bencillik kafesinden çıkıp, tüm "dünya ile bir olmak"tır. Eğer ayrılığın ve acıların kaynağı, yani günaha yol açan eylem, ben'lik zincirine takılı olan bencil davranışlarsa, bunu gidermenin yolu, sevme eyle- minden geçecektir. İngilizce'deki "atonement" (kefaret) sözcü- ğü, etimolojik köken olarak, eski İngilizce'de "birleşme" anlamı- na gelen "atonoment"den türetilmiştir ve bu gerçeği çok güzel vurgular. Ayrı oluş günahı, bir itaatsizliğin sonucu olmadığı için, bağışlanması gerekmemektedir. Ayrılığı iyi etmenin yolu, sevgiden geçer. Yaşama sıkı sıkıya bağlanmamak ve onu sahip olunacak bir şeymiş gibi görmemek gerek. Gerçekte ölümden korkmak, sanıldığı gibi yaşamı sürdüre memek korkusundan doğmaz. Epikür: "Yaşadığımız sürece, ölüm bizi ilgilendirmez. Çünkü yanımızda değildir. O geldiğin- de ise yine üzülmemeli, çünkü o zaman da biz yokuz" (Dioge nes Laertius) derken, bu noktayı belirtmek istiyordu. Ölmeden önce duyulacak acılar ve ağrılardan korkmak mümkündür belki, ancak bunu ölüm korkusu olarak niteleyemeyiz. Yaşamı sahip olunacak bir mal gibi gören insanın ölümden korkmasını, akıl- dışı bir davranış olarak karşılamamak gerek. Bu duyulan korku ölümden değil, sahip olduğumuz şeyleri, bedeni, malı, mülkü, benliği yitirmekten dolayıdır ve hiçbir şeye sahip olamayacağı- mız bir uçuruma, yok olmaya sürüklenmekten korkmaktır./ "Sahip olmak" anlayışına bağlı olduğumuz oranda, ölümden korkarız ve bunun akılcı bir açıklamasını da bulamayız. Ama bu korkuyu her zaman, hatta ölüm anında bile yumuşatmak müm- kündür. Yaşam sevgisini arttırmak ve bizim sevgi alanımızı ge- nişletecek olan, başkalarının sevgisine karşılık vermek, bunun, bu korkuyu yenmenin çözüm yoludur. Ölüm korkusunu yen- mek, ölüme hazırlık yapmak biçiminde alınmamalıdır. Bu çaba, "sahip olmak" anlayışından "olmak" anlayışına geçmek için gösterilen sürekli bir uğraşın bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Spinoza: "Bilge kişi ölümün değil, yaşamın üzerine düşünür" der. Ölümün sırrı, yaşamınkiyle aynıdır. Sahip olmak tutkusundan ve ben-merkezcil bir yaşam anlayışından sıyrıldığı oranda kişi, ölümden korkmayacaktır. Çünkü ölümle yitireceği bir şey yoktur (*). 6.6. Burada ve Şimdi - Geçmiş ve Gelecek "Olmak" ilkesi yalnızca burada ve şimdi (hic et nunc) vardır. Geçmişte, günümüzde, ya da gelecekte değil. "Sahip olmak"ta ise insan, geçmişte biriktirdiği şeylere, pa- raya, toprağa, şöhrete, sosyal prestije, bilgiye, çocuklarına ve anılarına bağlıdır. Geçmişi düşünür ve o zamanki duygularını (ya da onlar üzerine düşündüklerini) hatırlamaya çalışarak, ye- niden duygulanmaya çalışır (bu tutum duygusallığın da kayna- ğıdır). O bir geçmiştir ve "ben, bendim" demesi çok doğaldır. Gelecek, geçmiş olan bir şeye önceden sahip çıkmaktır ve o da tıpkı geçmiş gibi, "sahip olmak" kavramının bir özelliğidir. Bu- nu "bu adam gelecekte çok şeylere sahip olacak" ya da Ford'un ünlü reklām spotunda: "Geleceğinizde bir Ford var" deyişinde de bulabiliriz. "Sahip olmak" biçimli bir yaşam görüşü geçmiş- te ya da gelecekte olsun, hiç değişmez, yaşanan temel duygu hep aynı kalır. Günümüz sözcüğü, geçmişle geleceğin kesiştikleri noktayı tanımlar. Zamanın bir sınır, bir değişim noktasıdır. Ama kalite açısından, birbirine bağladığı geçmiş ve gelecekten hiç de farklı değildir. Düşünce lerini kağıda dökmesi zamana bağlıdır ve onunla kısıtlıdır. Ya- ratma olayının yaşanması ve yorumlanması ise zaman dışıdır. Zamanı aşmak "olmak"ın her belirişi için ortak bir özelliktir. Sevginin, sevincin, bir gerçeğin kavranmasının yaşanması za- man içinde değil, burada ve şimdi gerçekleşebilir ancak. Burada ve şimdi oluş sonsuzluk, yani zamansızlıktır. Yoksa sonsuzluk, çoğu kimsenin yanlış inancı gibi, sınırsızlığa dek uzatılmış bir zaman değildir. →Geçmişle olan ilişkiler üzerine söylediklerimiz konusunda, bir noktayı belirtmek gerek. Açıklamalarım, "sahip olmak" bi- çimli bir davranışın özellikleri olan hatırlama, geçmişi karıştır- ma ve onun üzerine düşünme gibi, ölü olan öğeleri kapsamakta- dır. Ama geçmişi canlandırmak ve onu canlı bir biçimde kavra- mak da mümkündür. Geçmişteki bir olayı, sanki şimdi ve bura- daymışcasına, tazelik içinde yaşayabilir insan, yani geçmiş ye- niden yaşatılır. Sembolik olarak söylemek istersek, böyle bir du- rumda ölüler yeniden canlandırılmıştır. Bunu başarabilirsek, geçmişte kalanlar geçmiş olmaktan çıkar, şimdi ve burada olur- lar. Geleceği de aynı biçimde, şimdi ve burada olarak algılamak mümkündür. Gelecekte gerçekleşecek bir durumu, kişi kendi bi lincinde bir dış gerçeklik olarak ve nesnel bir biçimde, mükem- mel bir kavrayışla canlandırabilirse, gelecekte de şimdiye yakla şır. Bu tür bir davranış, gerçek ütopik düşüncenin (hayalci dü şüncenin) ve bazı şeylerin gelecekte gerçekleşmesini beklemek yerine, eldeki verileri doğru değerlendirmenin bir sonucu olan gerçek inancın doğasını yansıtır bizlere.
·
417 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.