Gönderi

Sahip olmak ya da olmak 4
Bir din, insanı doğru yönde davranmaya yöneltebiliyorsa, bir sürü doktrin ve ideoloji yığınından daha yararlıdır. Temel dinsel davranış biçimimiz, karakter yapımızın bir belirişi olarak da de- ğerlendirilebilir. Çünkü biz, yücelttiğimiz değerlere bağlıyızdır ve bizim davranışımıza yön veren, bu yüceltilen şeylerdir. Bi- reyler çoğu kez toplumda yaygın olan inançları kendi gerçek inançlarıymış sandıkları için, kendi içlerinde yücelttikleri şey- lerden habersizdirler/Örneğin içinde "güçlü olmak" ve "başka- larını ezmek" arzusu olan ve bunu yücelten bir kişi, dışarıya sev- gi dinine inanıyormuş gibi görünebilir ve belki kendi gerçek yönlerini kendisi bile farketmez, İşte böyle bir durumda, onun gizli inancı ya da dini, iktidardır. Hristiyan dinine veya bir baş- kasına bağlı oluşu ise, onun için boş bir ideolojiden başka bir şey değildir. Din inancı, insan türünün doğal bir özelliğidir. İnsan da tup- kı şempanze, bir at ya da kırlangıç gibi, kendine özgü özellikle- ri olan bir canlı türüdür. Her tür, anatomik ve fizyolojik olarak kendi özelliklerine ve karakteristik yönlere sahiptir. Ben, insan türünün, yani insan doğasının bir de psişik tanımlamasının ya- pılmasından yanayım. → Biyolojik evrim içinde insan, hayvanların evrim sürecindeki iki ayrı eğilimin kesişme noktasında tarih sahnesine çıkmıştır. Bu eğilimlerden bir tanesi, güdülere bağlı olan davranışların gi- derek azalmasıydı. (Burada güdüyü, bir öğrenme süreci sonu- cunda oluşan davranış güdüleri anlamında değil, organik içgüdüler olarak alıyorum.) Güdüler ve etkileri konusunda bir çok çelişik görüşler ortaya atılıyorsa da, bunların doğasını göz önü- ne alınca, ortak noktalarını bulmak mümkün: Hayvanlar, evrim sıralamasında ne kadar yüksekte bulunuyorlarsa, davranışları da o kadar az ölçüde programlanmış olan güdülerle yönlendiril- mektedir. İnsan, ona nasıl davranması gerektiğini söyleyen bazı güdülerin etkisi altında değildir. Ayrıca kendi bilinci, akıl ve hayal edebilme gücü gibi (ondan önceki hiçbir türde olmayan) özellik- leri vardır. İşte bu yüzden insanın yaşayabilmek için, kendine yön verecek bir düşünsel sisteme ve yücelteceği bir nesneye ih- tiyacı vardır. Elimizde, toplumsal ve doğal çevremiz içinde nasıl davrana- cağımızı ve bunun yollarını gösteren bir "harita" olmazsa, yani beynimizde dünyanın yapısal ve anlamsal bir tasarımı ve bizim o dünya içindeki yerimiz hakkında bir fikrimiz bulunmazsa, in- sın şaşırır ve doğru davranma imkânını yitirir. Tutunacak bir yeri olmayan insan, her an binlercesi ile karşı karşıya olduğu et- kileri ve izlenimleri bir düzene sokamaz ve davranışlarını neye göre ve nasıl ayarlayacağını, karşılaştığı olaylara nasıl tepki göstereceğini bilemez. Dünya tasarımımız yanlış bile olsa, psi- kolojik işlevini yerine getirerek, yani bize anlamlı gelerek, o sonsuz sayıdaki veriler arasında belki de yanlış olan bir yol bul- mamızı sağlayacaktır. Diğer insanlarla bir arada olup, onlarla anlaşmamız ise bize, fikirlerimizin doğru olduğu güvencesini ve huzurunu verir. Bugüne dek ortaya çeşitli dünya tasarımları ve yaşam görüşleri atılmıştır. Bunların ne tümden yanlış, ne de mü- kemmel ve eksiksiz olduğu söylenemez. Ama hepsi de işlevleri- ni yerine getirmiş ve insanların yaşamalarını mümkün kılmışlar- dır. Dünya tasarımı, uygulamalardaki akıldışılıktan ve çelişkili davranmaktan uzaklaşıldığı oranda yücelecek ve gerçeğe yakla- şacaktır. →İlginç olan, hiçbir kültürün böyle bir davranış çerçevesi ve onlara yön veren bir sistemleri bulunmadan yaşayamamış olma- larıdır. Aynı şey, bireyler için de geçerlidir. Bireyler çoğu kez. onlara yön veren böylesi bir dünya tasarımını reddederler ve ya- şamda karşılarına çıkan her olaya, kendi yargı güçlerine ve akıl- larına göre bir tepkide bulunduklarını sanırlar. Ama bu kişinin kendi fikirlerini, ona en mantıklı geldiği için kabul ettiğine inan- ması, bunların toplumda genel kabul görmüş bir düşünsel çerçe- veden kaynaklandığı gerçeğini değiştiremez. Eğer bu insan baş- ka bir kültürde yaşasa ve beyni o kültürün gereklerince belirlen- miş olsaydı, şimdiki fikirleri ona belki de "delice", "akıldışı" ve "çocuksu" gelecek, kendi düşündüğünün ise "mantıklı" olduğu- na inanacaktı. Davranışlara yön verecek bir ana ilke ya da genel bir çerçeve ihtiyacı, en çok çocuklarda göze çarpar. Belirli bir yaşa geldiklerinde, kendileri üzerinde sahip oldukları acık bil- giyi kullanarak, davranışlarına yön verecek çerçeveyi belirleme- ye çalışırlar. Ama yalnızca bir dünya tasarımı, davranışları yönlendirme konusunda yeterli değildir. Bizi hareketlendirmek için, bize yön verecek olan bir amaç veya hedef de gereklidir. Oysa hayvanla- rın böyle bir sorunları yoktur. Güdüleri onlara hem bir dünya ta- sarımı, hem de bir hedef vermekte ve onları yönlendirmektedir. Ama insanda güdüler böyle güçlü ve davranışları belirleyici de- ğildir, ayrıca gelişmiş olan beynimiz bize gidilecek bir çok yol- lar olduğunu, bunlardan dilediğimiz herhangi birini seçebilece- ğimizi söylemektedir. İşte bu yüzden, bizi bu karmaşıklık ve çe- şitlilikten kurtaracak, kendimizi adayabileceğimiz, davranışlan- mıza yön veren, tüm çabalarımızın odak noktası olacak ve güve- nip, inanabileceğimiz gerçek değerleri temsil eden bir nesneye ihtiyaç duyarız. Bu öyle bir nesne, öyle bir şey olmalıdır ki, onu yüceltmekle, tüm enerjilerimizi belirli bir yöne yöneltmek, yal- nız ve tek başımıza olmamız bilincinin güvensizlik ve şüphe gi- bi acılarını aşmak ve yaşamımıza bir anlam vermek ihtiyaçları- mızı gidermek imkânlarına da kavuşabilelim. Sosyo-ekonomik yapı, karakter yapısı ve dinsel yapı, birbir- lerine ayrılamayacak derecede bağlıdırlar. Eğer dinsel sistem, toplumda yaygın olan sosyal karakterle uyuşamaz ve toplumsal pratik ile çelişecek olursa, boş bir ideoloji olmaktan öteye gide mez. Böyle bir durumda gerçek dinsel yapı, biz bunun farkına varmasak da, görünen uygulamanın gerisinde yatar. Bazı du- rumlarda bu gerçek yapının bilincine varılması, onunla bağlan- tılı olarak gizli duran insan enerjisini açığa çıkararak, onun top- lumun sosyo-ekonomik yapısının değiştirilmesi yönünde bir baskı aracı biçiminde kullanılmasını sağlar. Toplumda yaygın olan sosyal karaktere uymayan ve onun dışında bir karakter ya- pısına sahip insanlar olabileceği gibi, baskın dinsel karakter di- şında kalanlar da vardır. Böyle kişiler karşımıza ya dinsel dev- rimlerin liderleri ya da yeni bir dinin kurucusu olarak çıkarlar. Dinsel bir ideolojiye sa- hip olmayan bir toplumda, insanların tüm disiplinlerini yitirme- leri ve toplumsal düzeni bozmaları tehlikesi vardır. b) Pazar Ekonomisi Karakter Biçimi ve Sibernetik Din Günümüz toplumlarının karakter yapılarını ve gizli dinlerini anlamanın anahtarı, ilk dönem kapitalizmi ile yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sosyal karakter arasında görülen değişmeyi kavramaktır. Onaltıncı yüzyılda başlayıp, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına dek devam eden ve orta sınıfları etkisi altına alan, oto- riter-zorlayıcı- biriktirmeci karakter, yirminci yüzyılda yerini giderek "pazar ekonomisi karakteri"ne bırakmaya başlamıştır. (Karakterlerin aldıkları çeşitli yapıların ve yönlenme biçimleri- nin, ayrıntılı bir incelenmesini "Psikanaliz ve Ahlâk" adlı kita- bımda bulabilirsiniz.) "Pazar ekonomisi karakter biçimi" ya da kısaca "pazar karak- teri" (marketing character) deyimini kullanmamın nedeni, çağ- daş toplumlarda bireylerin kendilerini birer mal gibi görmeye ve kendi değerlerini "kullanım değeri" olarak değil de, diğer mal- larla değişim değeri" olarak algılamaya başlamalarındandır. Yani insan, "kişilik pazarı"nın malı olmuş gibidir. "Kişilik paza- rı"nın, değerleme ilkeleri açısından mal ve eşya satılan piyasa- lardan hiçbir farkı yoktur. Tek değişiklik, ilkinde kişiliklerin, ikincisinde de malların satılıyor olmasındadır. Her iki piyasada da, "kullanım değeri" için gereken, ama tek başına yeterli olma- yan, "değişim değeri" ölçüsü kullanılır. Başarının en önemli koşulu, kişisel ve meslekî yetenekler ile kaliteler gibi görünse bile, "kişilik öğesi" de bu konuda çok et- kili bir rol oynamaktadır. Başarılı olmak, bir kimsenin pazarda kendini nasıl sattığına bağlıdır. Rekabeti kazanacak gücü göster- mek ve kendini sarmaladığı paketin çekici olmasını sağlamak. bu yoldaki ilk koşullardır. Kişilik paketini süsleyecek özellikler, her mesleğe göre değişiklikler göstermesine rağmen, bazı genel ilkeleri, "canlılık", "saldırganlık", "uysallık", "güvenirlilik", "ihtiraslılık", iyi bir aileye sahip olmak, gerekli kişileri tanımak ve bazı kulüplere üye olmak biçiminde sıralamak mümkündür. Aranılan tipler, her meslek için ayrı özellikler taşımak zorun- dadırlar. Borsa bankeri, satıcı, sekreter, tren memuru, üniversite profesörü veya otel yöneticisi gibi mesleklerde başarılı olmak isteyenler, o mesleğin gerektirdiği bazı özelliklere sahip olmak, kısaca, aranılır, yani kendilerini iyi pazarlamış olmak zorunda- dırlar. Kişilerin bilinçleri ve davranışları da, doğal olarak bu çevre- sel etkenlerden etkilenmektedir. Bir görevi yerine getirmek için yetenek ve istek yeterli olmamaktadır. Başarıya ulaşabilmek, başkalarıyla mücadeleye girip, kişiliğini onlardan daha iyi tanı- tup, sunabilmeye bağlı kaldığı sürece, kişiler bu türlü davranmak zorunda bırakılmış olmaktadırlar. Eğer bir insanın ekmeğini ka- zanabilmesi yalnızca kendi bilgi ve becerisine bağlı kalsaydı, ki- şinin kendi değeri de bu yetenekleriyle paralel olarak, yani onun kullanım değeri ile belirlenecekti. Ama başarı, kişiliğin ne kadar süslenip, nasıl satıldığına bağlı olduğu için, bireyler kendilerini bir eşya, bir mal olarak, daha doğrusu hem satılan mal ve hem de alıcı olarak görmektedirler. Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır. →Pazar karakterinin en üst hedefi, kişilik pazarında her koşul- da başarılı ve aranılır olmayı sağlayacak olan, "kayıtsız şartsız bir uyumu" sağlamaktır. Bu tipleme içindeki bir insanda tutuna- cağı, değişmeyen ve kendinin sayabileceği bir ego, bir benlik bi- le yoktur. Çünkü pazarda her an, yeni bir benliğe bürünmek zo- runluluğu doğabilir. Ana ilke: "Ben, bana sahip olmak istediğin gibiyim" sözüdür. Böyle bir karakter yapısına sahip olan insanların, her an sürekli bir hareket içinde olup, her şeyi büyük bir acelecilikle hal- letmekten başka bir amaçları yoktur. Onlara neden herşeyi böy le acele ve çabuk bitirmek istedikleri sorulacak olursa, gerçek bir cevap yerine: "Daha çok kişiye iş yeri sağlamak" veya "fir- manın üretimini arttırmak" gibi aklileştirilmiş bazı klişe cevap- lar alınacaktır. İnsanın neden yaşadığı ve neden şu veya bu yö- ne yöneldiği gibi filozofik ve dinsel sorulara karşı ise, bu kişile- rin (en azından dıştan görünüşleriyle) ilgisiz kaldıklarını gör- mek mümkündür. Bu tiplerin büyük ve sürekli değişen bir ego- ları vardır, ama hiç birinin bir benlik ve bütünlük duygusu ile kendilerine özgü bir kişilikleri yoktur. Bunun nedeni, bireylerin benliksiz birer araç gibi düşünülmesi ve kişiliklerinin bürokratik ya da ekonomik büyük güçlere bağlı olmasıdır. Gerçek bir ben- lik duygusu olmayan yerde, insan ne kişiliğine kavuşabilir, ne de kendi bütünlüğünün ve değerinin farkına varabilir. Pazar karakteri, sevgi ve nefret duygularından da yoksundur. Entellektüel bir tabana dayalı bir karakter yapısının içinde böy- le "eski moda" duyguların yeri olmadığı düşünülmüş, bu yüzden bunlar yeni karakterin parantezi dışında kalmışlardır. Olumlu ya da olumsuz her türlü duygu, pazar karakterinin nitelikleriyle ça- tışır. "Mega-Makina"nın mantıklı çalışması ve değişim olayı ile satışların başarılması için, iyi işlemek ve görevini yerine getir- mek önemlidir. Bu arada soru sormak ya da kendini bazı duygu- lara kaptırmak, işleyişi bozacağından, bunlara o büyük işleyiş içinde yer yoktur. Pazar karakteri ne kendisine, ne de diğer insanlara yakınlık duymadığı için, hiçbir şey onu çok ilgilendirmez. Bu onun ben- cil olmayışının değil, kendisi dahil hiç kimseyle yakın bir ilişki- de olmamasının sonucudur. Böylelikle bu insanların, ellerinde nükleer savaş tehlikesini ve çevre kirlenmesinin yaratacağı felâ- ketleri kesinlikle gösteren veriler olmasına rağmen, bu olaylara karşı nasıl ilgisiz ve duyarsız kalabildiklerini de anlamış oluyo- ruz. Bu korkusuz tavırları yalnızca kendi geleceklerine yönelik olsaydı, belki de bunu onların cesur ve bencillikten uzak oluşla- rına yakıştırmak mümkün olabilirdi. Ama bu tehlike yalnızca onları değil, çocuklarını, torunlarını, tüm insanlık soyunu tehdit ederken gösterdikleri bu umursamazlık ancak herşeye uzaktan bakan pazar karakterinin bir sonucu olabilir. Duyguların yitiril- mesi, bu karakter biçiminin olaylara kolay ve pratik bir gözle bakmasını sağlamaktadır. Pazar karakteri hiç kimseye, hatta kendisine karşı bile yakınlık duyamaz. Günümüz insanının büyük bir zevkle satın alıp, tüketmek tu- tumundan hoşlanmasına rağmen, çoğu kez rastlanıldığı gibi, bu elde ettiği şeylere pek de bağlanmaması biçiminde ortaya çıkan çelişik durumun çözümü de, pazar karakteri içinde gizlidir. Ya- kın ilişki kurma yetersizliği, bu karakter biçiminin eşyalara kar- şı da umursamaz ve değer vermez oluşunu doğurur. Onun için önemli olan, prestij ya da bazı şeyleri kullanarak konforlu yaşa- maktır. Ancak bu anlam içinde, tek başlarına eşyalar hiçbir de- ğer taşımazlar. Eşyalar da kendilerine derin bir yakınlık duyul- madığı için rahatça değiştirilip, yerine yenisi getirilebilecek olan dostlar veya sevgiler gibidirler. Satılıp, değiştirilmeleri, onları kullananı hiç etkilemez, çünkü onlara karşı bir ilgi ve yakınlık duyulmamaktadır. Pazar karakterinin en önemli hedefi olan, o anın koşullarına göre optimum (en üst düzeyde) işlerlik ve verimlilik sağlamak çabası, bireylerin dünyaya karşı çıkarcı ve onu kendi istekleri doğrultusunda yönlendirici bir tavır almalarına yol açar. Anlama açısından akıl, yalnızca insanlara özgüdür. Bir hedefe ulaşmada araç olarak kullanılan değiştirici ve etkileyici zekâ ise hem in- sanda, hem de hayvanlarda bulunur. Aklın denetleyiciliği olma- dan kullanılan bu türlü zekâ, insanı yok olmaya dek varacak tehlikelere götürebilir. Aklın denetleyemediği çıkarcı zekâ, keskin olduğu oranda tehlikelidir. Marx şöyle yazar "Ekonomik ve Fi- lozofik El Yazmaları"nda: "Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı yapmış ki, bir şeye ancak tümüyle sahip olabildikten, yani onu bizim için bir şermaye öğesi kıldıktan sonra, "bizim- dir" diyebiliyoruz. Ya da onu yiyip, içtikten, ele geçirdikten ve- ya üzerimizde taşıyıp, içinde oturduktan kısaca kullandıktan sonra, bizim oldu sanıyoruz... Böylece fiziksel ve ruhsal olanlar. yerlerini "sahip olmak"ın, o yabancılaşmış anlamına bırakmış oluyorlar. İnsanların içlerinde gizli olan hazinelerin ortaya çıka- bilmesi için, onların dışsal bir fakirlik düzeyine indirgenmeleri gerekecektir. Marx'ın "sahip olmak" ve "olmak" konusundaki anlayışını en iyi, onun şu cümlesinde bulabiliriz: "Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan, o kadar çok şeyin var demek- tir ve görkemsiz yaşamın o denli büyüktür... Ekonomi, senin ya- şamından ve insanlığından aldığı şeylerin yerine, sana para ve zenginlik verir." İnsanın dünya ile duyması, görmesi, kokla- ması, tat alması, dokunması, hissetmesi, düşünmesi, bakması, istemesi, eylemde bulunması ve sevmesi gibi, yani bireyselliğin tüm organlarını kullanarak ilişkiye geçmesi, onun eşyaya ve ya- şama karşı olan tavırlarıyla aynıdır. Bu, onun insancıl gerçekli- ğinin ve olgunluğunun da bir derecesidir."/ Kruşçefin kendine özgü, basit ve halk çocuğu ifadesi ile anlatmak istersek: "Sosyalizmin amacı, kapi- talizmde belirli bir azınlığın imtiyazında olan tüketim düzeyini, tüm halka eşit bir biçimde dağıtmaktır." Ben, aşağıdaki noktalar gerçekleştirildiği takdirde, insan ka- rakterinin istenilen olumlu yönde değişebileceğine inanıyorum. Sözünü ettiğim bu dört ön koşulu, şöyle sıralamak mümkün: 1. Acı çekmek ve bunun bilincinde olmak. 2. Huzursuzluğumuzun nedenlerini tanımak ve bilmek. 3. Bu bunalımı atlatabilecek bir yol, bir imkân bulmak. 4. Belirli davranış biçimlerini kendimize özgü kılmak ve acı- ları aşabilmek için, çağdaş yaşam pratiğimizi değiştirmemiz ge- rektiğine inanmak. →Birbiriyle rekabet halinde olan bir pazar ekonomisine rağ- men, büyük reklāmlar aracılığı ile tüketim ve tüketim arzusu ha- bire yükselmektedir. Reklamlar yoluyla firmalar aslında birbir- lerini koruyup, desteklemektedirler. Çünkü yaptıkları şey, ge- nelde tüketim tutkusunu ateşleyip, geliştirmektir. Tüketiciler bir şeyi isteyip, istememe konusunda değil ancak, birbirleriyle yarı- şan markalar arasında bir seçme yapmak imkânına sahiptirler. Tüketici isteklerinin üretimi yönlendirici bir etkiye sahip olduğu yolunda sık sık verilen bir örnek, Ford otomobil firmasının "Ed- sel" marka otomobillerde yaşadığı başarısızlıktır. Ama bu başa- rısızlık yalnızca "Edsel" marka otomobillerin az satılmasına yol açmış, yapılan reklamlar ve propagandalar ise genelde otomobil satışına talebi arttırdığı için, "Edsel" dışındaki otomobillerin işi- ne yaramıştır. Ayrıca endüstri, insanlara belki de daha yararlı olacak, ama kârlılık açısından pek cazip olmayan şeylerin üreti- mine geçmemekle de, insanların zevklerini ve arzularını bir di- ğer yönden daha etkilemiş olmaktadır. Eichmann böylesi bir bürokrat için, biraz aşırı da olsa, tipik bir ömektir. Hitler döneminde önemli bir görevi üstlenmiş olan Eichmann, yüzbinlerce Yahudi'yi ölüme göndermiştir. Eich- mann, Yahudiler'den nefret etmiyordu. Daha doğrusu o, kimse- yi sevip, kimseden nefret etmiyor, yalnızca "görevini yerine ge- tiriyordu." Yahudiler'in Almanya'dan atılmaları belgelerini ha- zırlarken de, onları ölüme gönderirken de Eichmann, özel bazı duygulara kapılmış değildi. Onun için önemli olan, yasa ve emirlere uymaktı. Suçluluk duygusunu da ancak, bu emirlere karşı geldiği zaman duyacaktı. Daha sonra mahkeme önünde (kendine zarar verecek olmasına rağmen doğruyu söyleyerek) yaşamında kendisini yalnızca iki kez suçlu hissettiğini açıkla- mıştı: Bir keresinde öğrenciyken, okulu astığı ve ikinci olarak da, bir hava saldırısı sırasında emre karşı gelerek, korunma sığı- nağına girmediği zamanlarda. Bu açıklamalarımla, Eichmann ve onun gibi birçok bürokratın, başka insanlara şiddet uygulayarak tatmin bulma gibi sadist bir eğilimin baskısı altında olmadıkla- rını söylemek istemiyorum. Ama bu sadist özelliğin, onların in- sancıl duygulardan yoksun ve kuralları Tanrı'laştıran bürokratik özellikleri ile karşılaştırıldığında, ancak ikinci derece bir önem taşıdığını vurgulamak doğru olacaktır. Bütün bürokratların Eichmann'a benzediklerini söyleyeme- yiz. İlk olarak, kimi insanlar bürokratik pozisyonlardayken bile. karakter açısından bürokrat olamazlar. İkinci olarak, bazı du- rumlarda bürokratik bakış açısının bütün bir kişiliği kaplayıp, onun insancıl yanını yok edemediğini görüyoruz. Ama yine de, insanları ölüme göndermek görevini üstlenmemiş olsalar bile. günümüzde birçok Eichmann yapılı bürokrat vardır. Eğer hasta- nedeki bürokrat, kapıya gelmiş ağır durumdaki bir hastayı, dok- tor havalesi olmadığı için kabul etmemekte direniyorsa, Eich- mann gibi davranıyor demektir. Sosyal konularda çalışan ve iş- çilere devletin vermeyi kararlaştırdığı yardımı, bazı kurallar ye- rine gelmediği için esirgeyen ve kendisine başvuran kişiyi açlı- ğa mahkûm eden bürokrat da öyle. Bu bürokratik anlayış ve davranış biçimine yalnızca yönetim alanında değil, doktorlar, hastabakıcılar, öğretmenler ve profesörler arasında, hatta evli er- keklerde ve ana-babalarda bile, onların eşlerine ve çocuklarına karşı olan tavırlarında rastlamak da mümkündür. Canlı olan insan, bir rakam haline dönüştürüldüğü zaman, bürokrat onun durumunu tüm acımasızlığı ile ele alıp, öyle dav- ranacaktır. Çünkü durumuyla ilgilendiği insanla arasında, hiçbir insanca ilişki veya bağ kalmamıştır. Bürokratlar bir sadisten da- ha az utanç duymalarına rağmen, onlardan daha tehlikelidirler. Çünkü vicdanları ile görevleri arasında bir çatışma duymazlar. Vicdanları onlara görevlerini yapmalarını emreder. Bu nedenle insanlara karşı herhangi bir duygu ile dolmaları ya da merhamet hissetmeleri söz konusu değildir. Sosyalizmin tüm sınıfların ortadan kaldırılıp, sınıfsız bir toplum yaratılacağı yolundaki teorisi en az ilgiyi, el emeği ile çalışan iş- çiler arasında bulmaktadır. Günümüzde işçi sınıfı, bundan yüz- yıl öncesine oranla ancak küçük bir azınlık olmak durumunda- dır. Çağdaş sosyal demokrat partiler iktidara gelebilmek için, or- ta sınıfla sıkı işbirliğine girişmek ve bu nedenle de programla- rından sosyalist vizyonları ayıklayıp, yerlerine liberal reformla- ı koymak zorundadırlar. Öte yandan, işçilerin toplumsal hüma- niteye ulaşma yolundaki bir köprü olduklarını açıklayan sosya- lizm böylelikle, işçilerin kendi mal ve mülkleri ile imtiyazlarını ellerinden alacağından korkan diğer bütün sınıfları, zorunlu ola- rak karşısına almak durumunda kalmıştır.
336 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.