Gönderi

Hayat Nektarı
Bugün belki de aylar sonra ilk defa boğazımdan sıcak bir çorba geçti. Buğday çorbası. Annem ne çok sever, eve geldiğim günlerde benim için ne hevesle yapardı. Ve bugün ilk defa boğazımdaki yumru kayboldu; tekrar yaşıyor gibi, hiçbir şey değişmemiş gibi oturdum, çorbayı içtim. Annem öldü. Beraberinde benim de koca bir parçam yitti. Acı baklayı bilir misiniz? Bembeyaz çiçekleri olur. Üzerinde de parça parça nektarlar. Ne zaman ki bir arı gelir, çiçeklerin nektarını alır ve götürür, işte o zaman baklanın rengi soluk maviye döner. Annemin gidişi de benim hayat nektarlarımı aldı, götürdü; rengim koyu, çok ama çok koyu bir maviye döndü. Fakat bugün farklı. Etrafımı bir örümcek ağı gibi saran o mavilik yırtıldı. Renklerim eski haline dönmeye başladı. Dedim ya! Buğday çorbası içtim bugün. Ne çok yapardı annem. Akşamdan emaye tenceresinde ıslatırdı buğdayını. Sabah gün doğar doğmaz kevgirle buğdayı ezer, kurbandan kalma kemiklerle yaptığı kemik suyunu eklerdi. Sonra süzme yoğurdu karıştırır, tereyağı ekler, bir taşım kaynatırdı. Öz çorbası da derler buna. Babam askerliğini Gaziantep’te yapmış. İlk orada içmiş. Çok sevmiş. Yapılışını öğrenmiş. Anneme de öğretmiş. Babam öldükten sonra bilmem kaç zaman ev, bu çorbanın kokusuyla dolmadı. Günbegün sararıp soldu annem. Günbegün… Sonra bir gün kalktı, emaye tenceresinde buğdayı ıslattı, pişirdi. Ne olmuştu, hiç demedi. Öz çorbası, annemi özüne döndürmüştü sanki. O günden sonra halinin soluk renkleri yavaş yavaş canlanmıştı. Dedim ya, annem öldü uzun zaman önce. Bir sabah ansızın. Kalp krizi. İşten çıkıp koşa koşa geldim. Hasta demişlerdi bana. Annemin öyle boylu boyunca yattığını görünce, ne yapacağımı bilemedim. Çöktüm olduğum yere. Ne kadar zaman kaldım öyle bilmiyorum. Annemin yıkanıp kefenlenişi, toprağa konuluşu, evimizi dolduran o güleç ses hepsi o kadar uzaktı ki bana. Ben devasa bir balonun içinde kimseyi duymuyor, kimseye sesimi duyuramıyordum. Ağzım hareket ediyordu ama sözcükler çıkmıyordu. Lokmalar ağzımda büyüyor, su boğazımdaki yumruya takılıyordu. Güneş terletmiyor, yaz ısıtmıyordu. İçimde bir çocuk, öksüzlüğün acı soğuğunda kıvranıyordu. Dedim ya, annem öldü ve ben elli yaşında bir öksüz oldum. İşi bıraktım. Kendimi çocukluğumun geçtiği bu eve kapattım. Battaniyemin altına sokuldum. Benim için artık dünya bu kadardı. Ne kadar zaman böyle geçti bilmiyorum. Bir gün kapım çaldı. Açmak istemedim önce. Nazikçe belli aralıklarla çalmaya devam etti. Açtım. Yaşı yaşıma yakın bir kadındı kapıdaki. Anımsar gibi oldum ama çıkaramadım. Alt komşumuzmuş. “Emel teyzeyi çok severim. Benim üzerimde hakkı büyük. Pilav pişirmesini dahi bilmezdim. Emel teyze öğretti bana. Adına bu cuma evimde Yasin-i şerif okutmak istiyorum. Siz de buyurun gelin,” dedi. Bir anda bu kadar çok şey deyince afalladım. Kafamı belli belirsiz sallayıp içeri girdim. Kaç zaman sonra hatırladım o kadını. Birkaç defa Kuran-ı Kerim okumuştu bu evde. Annem de sanki bahsetmişti birkaç kez. O latif, yumuşacık sesiyle annem de ne güzel okurdu Kuran’ı. Hayır, yanlış dedim. Güzel Kuran-ı Kerim’imizi güzel okurdu demeliydim. Ah anneciğim, bunu da bana öğreten sen değil miydin? Annem için düzenlenen merasim günü, Kuran-ı Kerim okunacak eve istemeye istemeye gittim. Mutfağın açık kapısından gözüme börekler, tatlılar ilişti. Çok zoruma gitti. Bir ölü için değil de telli duvaklı biri için tertiplenmiş merasime gelmiştim sanki. Canım sıkıldı. Hemen çıkıp gitmek istedim. Fakat meçhul bir el tuttu beni. Oturdum koltuğa istemsiz. Başıma bir tülbent verdiler. “Takarsan güzel olur, Kuran-ı Kerim’e hürmetsizlik olmasın,” dedi komşu kadın. O kadar nazik dedi ki reddedemedim. Aldım geçirdim başıma. Biraz Kuran-ı Kerim okudular, sonra dua ettiler. Dua bitince bir kadın “İkramları getirmeyin, biraz sohbet edeceğim,” dedi ve başladı anlatmaya. Meğer bir insan ölüp gitse bile kalanlarla bağı kesilmezmiş. Ara sıra ruhu gelir kalanların haline bakar, onlardan yardım istermiş. O gitti, artık onun için yapabileceğim bir şey kalmadı diye ah vah edip dövünmek anlamsızmış. Ölüye bir faydası da olmazmış. Dünya, kabir ve ahiret diye üç âlem varmış. Dünyada her yörenin yemeğinin farklı olması gibi her âlemdeki nimetler de bambaşkaymış. Kabirdekiler de ziyafet çekebilirmiş pekâlâ. İstiridyenin içine düşen çiğ tanesinin inciye dönmesi gibi bu dünyada okunan bir Yasin-i şerif, bilmediğimiz nice güzelliklere, ikramlara dönüşürmüş de toprağın altındakinin ruhnu şâd edermiş. Ne garip içimdeki harabenin tanımadığım bir kadının sözcükleri tarafından tamir edilmesi. Ne garip bütün bu yabancı sözcükleri, aylardır duymayı beklemişim gibi. Ağladım. Öylesine çok ağladım ki. Geçen aylar boyunca hem anneme hem de bana faydası olmayan bir acı çukurunda debelenip durmuşum. Ağladım çünkü öylesine durmuş, üzerimde kederler, acılar biriktirmiştim. Aylar sonra ilk defa etrafımdaki keder ağı yırtıldı. Boğazımdan sıcak bir şeyler geçti ve ümit ediyorum ki anneciğim de güzel bir ziyafet çekti. Cama vuran dalların sesi beni düşüncelerimden ayırıyor. Tam karşımdaki anneciğimin küçük kitaplığına uzanıyor gözlerim. Annemin sarının en güzel iki tonundan biri bu dediği kitapçığı görüyorum. Zihnimde donuk bir resmin buzları çözülüyor. Annemin tatlı sesi ve benim heyecanlı halim iki minik damlacık gibi göz bebeklerime düşüyor. Doğru mu söylüyorum; elif, be, te, se… Nasıldı anneciğim, se derken dilimin ucunu ön dişlerimin arasından birazcık dışarı mı çıkarmam gerekiyordu? Nil Sahra
·
202 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.