Gönderi

Ahmaklığın Bilincinde Olmak
Ah, insan! İçsel çatışmaların bir derya, fırsatlarınsa boğulmaktan korktuğun sular. Hayatın bize sunduğu o anlık parıltıları, neden değerlendiremeyiz? İşte, bu sorunun cevabını ararken, kendimizi karanlık bir labirentte buluruz. Özgüven eksikliği, başarısızlık korkusu, değişimden korkma ve mevcut duruma alışmış olma gibi faktörler, bu labirentin duvarlarını oluşturur. İlk gençlik yıllarımızdan itibaren, zihinlerimize işlenen kalıplar, toplumsal normlar ve yaşadığımız deneyimler, ruhumuza incecik birer ağ gibi örülür. "Sen yapamazsın," diye fısıldar o içsel ses. "Yeterince iyi değilsin." Bu ses, attığımız her adımda bizi durdurur, her fırsatta bizi geri çeker. Sanki Sisyphos'un lanetiyle, bir türlü tepeye ulaşamayan taşımızı sürekli yukarı itmek zorundayız. Bir düşünün, çocukken annemizin, babamızın, öğretmenimizin ağzından çıkan o sözler, hala kulaklarımızda yankılanır: "Başarısız olursan ne yaparsın?" "Bu iş sana göre değil." Zamanla bu sözler, içimize öylesine işler ki, kendi sesimiz olup çıkarlar. Seneca'nın dediği gibi, "Kendi içimizde taşıdığımız hapishaneden kaçmak en zorudur." Biz de bu sözlerin ağırlığı altında eziliriz, onları sorgulamadan kabul ederiz. Ve tabii, değişimden korkma meselesi. Değişim, bilinmeyen bir denizdir. Bu denizde yüzmek, cesaret ister. Oysa biz, kıyıda oturmuş, dalgaların sesini dinlemeyi tercih ederiz. Bilinmeyenle yüzleşmek yerine, mevcut sıkıntılarımıza katlanırız. Evet, belki acı çekiyoruz, ama bu acıya alışmışız. Bu sıkıntılar, tanıdık dostlar gibi yanımızda durur. Onlardan kurtulmak, belki de daha korkutucudur. Her an, küçük bir şeyin hayatımızı değiştirmesini bekleyip dururuz. Ama bazen o parıltı öyle uygunsuz bir ana denk gelir ki ya da biz öyle sanarız, hayatımız boyunca beklediğimiz bu şeyi değerlendiremeyiz. Sanki bu parıltı, tam da içsel çatışmalarımızın en yoğun olduğu anda beliriverir. Ve biz, adım atmak yerine, o çatışmaların içinde kayboluruz. Ah, şu içsel çatışmalar! Ne büyük bir engel, ne büyük bir handikap! Fırsatlar, kapımıza dayandığında bile içimizdeki o bitmek bilmeyen sesler, bizi geriye çeker. Bu seslerin kaynağı mı? Özgüven eksikliği, geçmişin gölgeleri ve toplumun üzerimize yüklediği kalıplar. İşte bu üçlü, hayatımızın her anında bizi prangalarla bağlar. Geçmiş travmalarımız, ruhumuzun derinliklerinde bir iz bırakır. O iz, her adım attığımızda acır, her fırsat doğduğunda kanar. Toplumsal normlar ise, üzerimize bir zırh gibi giydirilmiş, hareketlerimizi kısıtlar. "Bunu yapmamalısın," derler. "Bu senin için uygun değil." Ve biz, bu sözlere kulak verir, harekete geçmekten kaçınırız. Mevcut duruma alışmış olmak, en büyük tuzaklardan biridir. Tanıdık acılar, bilinmeyen mutluluklardan daha güvenli gelir bize. Değişimin getireceği belirsizlik, bizi mevcut sıkıntılarımızla yaşamaya iter. Oysa bir adım atsak, belki de tüm dünya değişecektir. Ama biz, o adımı atmaktan korkarız. İnsanın harekete geçmemesi yanlışını zamanla gören insan, bu sefer de ahmaklığına kızar. Kimseye, hiçbir şeye değil de, canını en çok acıtan şeyin ahmaklığının bilincine varması olduğunu öğrenir. Bu farkındalık, insanın içini yakar, ruhunu kemirir. Ahmaklığımızla yüzleşmek, belki de en acı verici deneyimdir. Sevgili okuyucu, şunu bil ki, karşına çıkan fırsatları değerlendirememek, çoğunlukla bu içsel çatışmaların eseridir. Bu çatışmalarla yüzleşmek, onları tanımak ve kabul etmek, belki de en büyük cesarettir. Şimdi, içsel engellerini aşarak, hayatını değiştirmeye hazır mısın? Yoksa tanıdık acıların rahatlığında mı kalmayı tercih edeceksin? Bu sorunun cevabı, sadece sende saklıdır. So✓
··
417 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.