Gönderi

.... “Önce ekmek gelir, sonra ahlak” The Boy’s Word: Blood on the Asphalt, Sovyetler Birliği’nin çözülüş yıllarında, sokaklardaki çeteleşmeyi ve gençler arasında giderek artan ahlaki yozlaşmayı anlatan bir mini suç dizisi. Yeni özgür dünya, sayısız özgürlükle birlikte gençlere hırsızlık ve gasp gibi suçları işleme özgürlüğünü de getirdi. Hikaye, yetenekli bir piyanist olan ve müzik okulunda okuyan Andrey’in okulda ve sokakta uğradığı zorbalıklara dayanamaması ve erkek(!) olmaya karar vermesiyle başlıyor. Bir şekilde yan yana geldiği Manat, onu üyesi olduğu çeteyle tanıştırıyor, onu büyülü bir gerçekliğe davet ediyor. Büyülü bir gerçeklik, çünkü Andrey ilk defa yumruk yemiş, yumruk atmış, dudağı kanamış, sigara içmiş ve kendini belki de ilk kez bu kadar “hayatta” hissetmiştir. Andrey ve Manat’ın işledikleri suç, küçük bir dükkandan “USA” yazılı şapka çalmaktır. Küçük bir çocuğun suç dünyasına girişi bir anlamda ABD’nin eliyle olmuştur. Bu temsilin yönetmen tarafından bilinçli bir şekilde gösterilmediğini söylemek fazla iyi niyetli bir yorum olabilir. Zira “Universam” çetesinin lideri Vova (Manat’ın abisi), Afganistan’daki görevini bitirip şehre döndüğünde bu şapkayı kardeşinin kafasında görünce tepki gösterir. Kardeşine “Amerikalı mı oldun? Kurtul şundan” der ve kendi başındaki SSCB armalı uşankayı kardeşinin başına geçirir. Vova, yokluğunda çetenin (artık ekip üyesi olan) Andrey’in annesini dolandırmasını duyduktan sonra birtakım ilkelerin çiğnenmesinden rahatsızlık duyar. Ekip üyeleriyle yaptığı bir sohbette “Burada işler çok değişecek. Gorbaçov’un ne dediğini duydunuz mu? Bir yıl içinde Amerika burada olacak,” cümlelerini kurar. Dediği gibi olur, dünyada işler daha da kötüye gider. Üretim ilişkilerinden azade bir ahlak anlatısı, zenginlerin vicdan mastürbasyonundan veya liberallerin çarpık politik zırvalarından öteye gidemez. Bu konuda Bertolt Brecht’in “önce ekmek gelir, sonra ahlak” dizesini referans almak bizi doğru sonuca götürebilir. Bir yanında fuhuşun, diğer yanında uyuşturucunun döndüğü bir sokakta büyüyen çocuğun ahlakını değerlendirmek daha önce bu “günahları” işlemeye “fırsatı olmamış” veya hayatını o yola sokacak maddi imkansızlıklara maruz kalmamış kimselerin haddine değildir. Burada yüzeysel bir suç övgüsü veya kriminal hayatı meşrulaştırma peşinde olmadığımızın şerhini düşelim. Son kertede, suç işlemenin de sınıfsal olduğunu, failin maruz kalacağı cezai müeyyidelerin de hangi sınıftan olduğuna göre değişiklik göstereceğini hatırlatmakla yetinelim. Hatırlayalım, Yılmaz Güney de Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitabında “Onlar, kurna başında milletin alınterini har vurup harman savuranlar, bir kalem oynatmakla milyonları cebe indirenler, varillerini saçı bitmemiş yetimlerin haklarını çiğneyerek dolduranlar, tabandan, bizim gibi iki çul çalmasına hırsızlık diyerek senelerce acılara boğanlar, neden tutuklanmışlardı?” diyordu. Bir suçun Altındağ’da işlenmesiyle, milyonlarca dolar yatırımın konu edildiği şirket toplantılarında işlenmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Yoksullaştırılan, mülksüzleştirilen, örgütlü bir politik mücadele alanı bırakılmayan, ondan da önce politik bilince ulaşmasına ket vurulan genç kitleler tüm bunların yanında uyuşturucuya, suç pornografisine, yasadışı bahise ve türlü yoz savrulmalara maruz bırakılıyor. “Hayatsızlık özgürlüğü” vaat edilen gençler yasadışı bahis bağımlılığı, banka borçları, işsizlik gibi kabuslarla boğuşurken yalnızca uyuşturucu etkisi altında hayatını yaşayabiliyor, yani hayal dünyasında. Kitleler her gün artan şiddet ortamında kendi gerçekliğini yeniden kaybediyor, kısa yoldan para kazanmak veya bir kimlik sahibi olabilmek için gayrimeşru hayatın cazibesine kapılıyor. Binlerce hayat insanların görüp kafasını çevirdiği, iğrendiği, kendi çocuğunu düşünüp şükrettiği birer tatmin nesnesine dönüşerek yok oluyor. Gazapizm’in de bir şarkısında o hayatlara işaret ettiği gibi: “Bir kenarda bir köşede görmesen de varlar.” Yoksulların üretim süreci esnasında, iş cinayetlerinde öldürüldüğünde veya intihar ettiğinde (aksayan metro seferlerinden rahatsız olma arsızlığını saymazsak) görülmediği, hayatın olağan akışındaki steril kadraja girdiklerinde nefret objesi olarak negatif bir görünürlük kazandığı veya üstenci bakışlar tarafından sirk nesnesi muamelesi gördüğü riyakar bir ahval gelişti. Yoksullar, dışarıdan ve yukarıdan bakan gözler için seyir, merak ve nefret nesnesinden başka bir şey değil artık. 1970’li yıllarda Türkiye’de sosyalist örgütlerin gecekondu mahallelerinde sunduğu imkanlar sayesinde gençlerin yoz bir yaşama bulaşmadığını görmüştük. Örgütler, halk merkezleri kurarak insanlara okuma yazma öğretiyor, kahvehane toplantılarında onlara politik bilinç kazandırıyor, elektrik-su olmayan yerlere dahi kolektif çalışmayla bu temel ihtiyaçları götürerek insanlara ulaştırıyordu. Uyuşturucuya, şiddete ve fuhuşa izin yoktu. Kapitalizm gençlere zehir vadederken, devrimciler onları gerçek özgürlükle buluşturuyordu. Necmi Erdoğan’ın Kayıp Halk: Günümüzde Yoksulluk Halleri kitabında söylediklerini hatırlamanın sırası gelmiş olabilir: “Şimdilik siyaseten sarsmıyor görünebilirler. Yine de en azından hırsız korkusunda, ter kokusu tiksintisinde, emekçinin kirli elleriyle tuttuğu bardağı görünce derhal devreye giren hijyen takıntısında, trafik ışığında arabaya yaklaşan dilencinin tedirgin ediciliğinde ve hizmetçi-gündelikçi kadın fantezilerinde geri dönerler. Ama siyaseten sarsmaları da zorunlu bir olasılıktır. Yalnızca Müslüm Gürses şarkısında olduğu gibi ‘yakarsa dünyayı garipler yakar’ anlamında değil, ‘Kurarsa bir başka dünyayı garipler kurar’ anlamında da.” Peki, ne yapmalı? Garipler siyaset sahnesine nasıl çıkacak? O dünya ne zaman kurulacak? Bu yazı, bu sorulara yanıt verme gücüne ve haddine sahip değil elbette. Sayın okur, “İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.