Üniversitede üçüncü sınıfa giderken bir saz çalma merakı almıştı beni. Gece gündüz çalıyorum rüyamda. O eşsiz büyülü türküler eşliğinde hikayelerine de gömülüp kayboluyorum adeta. Birgün saz ustası Ozan dayı ile tanıştırdılar beni ve dört arkadaşımı daha. Aman ya Rabbim, o nasıl bir ses, o nasıl bir sazı dillendirmektir!.. Saz sanki bir sandalye çekip karşımıza, anlatıyor yanık sevdaları.
Meğer Ozan dayı'nın sevdalandığı bir kız varmış. Ama kavuşamamışlar yoksulluğun utancı ile gurur ayırmış onları. "Aklıma gelince yere göğe sığamaz olur, koyunlarımı da alır giderim. Bazen karım dayanamaz ara, bul, getir der. Nasıl giderim?" derdi. Biz oradayken bile kalkar giderdi anlatırken. Seksen yaşlarında toruna torbaya karışmış bir dede ve sökülmeyen bir kara sevda...
Hani eskiyi hasretle derin bir ah çekerek aşklarını, geçimini, bayramlarını, şen şakrak yapılan tarla işlerini, topaçla bilyeyle oynadığımız oyunları yad ederiz ya, bu kitap bende bu anıları canlandırdı işte, göçtüm gittim bu diyarlardan sevda kuşunun kanadında. Masal tadında ilerledim her sayfada.
Eskiden fotoğraf yokmuş. Sevgilinin yüzü nakış gibi işlenirmiş yüreğe... Kolay değil o nakışı, bakışı işlemek de sökmek de. Bir ömüre bir nakışı zor işlemişler ki bir başkasına ne zaman kalmış ne derman...
Konuşmak bile ayıpmış. Her hareketten derin anlamlar çıkarılarak anlaşılırmış karşılık bulup bulmayacağı. Nefesini duymak, gözlerinin değdiğini hissetmek için nikaha kadar özlemle beklenirmiş. Onca lafa gerek yok şu cümle yetiyor aslında, her anlamı gizlemiş sanki içine. "... gözleri söz, bakışları uzun bir roman..."(sayfa233)
Mışlı mişli anlatıyorum çünkü bir masal kadar uzak kaldı; o yıllar, o aşklar, o muhabbet...
Her iş zahmetliymiş, yorucuymuş ama kıymeti bilinirmiş yenen bir lokmanın, içilen bir damlanın... Sevmek de mühim işlerdenmiş ki aceleye gelmeden bir kez olur tam olurmuş.
Hep deriz ya "Sevgi neydi? Sevgi emekti..."diye şimdiki aşklar emeksiz, aceleci olduğu için mi kıymetsiz olup sevdaya dönüşemiyor acaba?..
"Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın. "
Harcanırmış bir ömür.
Beklerken bir ömür harcanacak kadar ızdırap yaşanır, kavuşunca da sanki kalan son günüymüşcesine yaşanırmış. Kavuşmanın da ayrılığın da beklemenin de tadı başkaymış damakta iz bırakır, geçmezmiş.
"Unutmak kolay mı? ” deme
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban'ım."
Mihraban'a olan yangınını dizelere bu kadar güzel işleyen Karakoç, unutursun derken kendisi gerçekten unutmuş muydu?
Tabi ki kendince avunmuştu, arada kanayan yarasını kendi kendine sarıp sarmalamıştı.
Kara sevda dedikleri işte bu olsa gerek.
Şimdiki gibi görünüşe tapılmazmış, kimse de boyaya gömülmezmiş kendini güzel görmek için. Kirden arınmış bir ten ve güllü kadife fistanmış güzellik; ne fondöteni var ne farı ne bilmem nesi.
Nedim diyor ya:
"Güllü dîbâ giydin amma korkarım azâr eder
Nâzeninim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni "
"Ey nazlı yarim, gül resimli elbise giydin ama korkarım ki bu elbisedeki güllerin dikenlerinin gölgesi seni incitir. "
Bu mısralardan iki günlük aşkları anlatan "aşk Bodrum'da yaşanıyor güzelim" dizerine kadar düştük. Kabul edelim her şeyden biraz biraz düştük...
Sevda üzerine ne çok söz söylenmiş... Kitabı okudukça aklıma gelenlerdi bunlar. Biraz da kitaba değinecek olursam şimdilerde sürekli dem vurduğumuz eski kara sevdalardan birine tanık oldum. Yıllar boyunca ilk günkü tazeliğini koruyan bir evlilik, içi boşaltılmamış bir aşk, birbirini yarıyolda bırakmadan omuz omuza yaşam mücadelesi veren bir çiftin gerçek hikayesi anlatılıyor. Yazar kendi hikayesini kendi ağzından anlatmış. Kapıya dayanan ölümle mücadele ederken adım adım yaklaşmak ve hergün biraz biraz daha fazla ölmek...
Ölüm ayırdı derler, gönülden bağlı olanları hiç ölüm koparıp ayırabilir mi?..
"Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum. "
Sevgiyle kalın...