Gönderi

Sıklıkla şu soruya muhatap oluyorum: Müslümanların dini ve davası haktır. Müslümanlar dışındakiler bâtıl. Hal böyle iken Hak yolda olan Müslümanlar “geri kalmış”, dağınık, perişan, güçsüz bir vaziyette olduğu halde bâtıl ehli olan insanlar “ilerlemiş”, birleşik, kudretli ve kuvvetli. Sırf bu sebeple bugün yeni nesillerimiz arasında İslam’ın hak din olup olmadığı konusunda kuşkular uyanıyor. İnsanlar “eğer bu din hak olsaydı o zaman Müslümanların güçlü olması gerekirdi” diye mantık yürütüyorlar. Kur’an’da defaatle Allah’ın müminlere yardım edeceğine dair vaadleri de bulunmasına rağmen niçin Müslümanlar güçsüz ve perişan durumda, kâfirler güçlü ve iyi bir konumdalar? Bu soruya şu hususları vurgulayarak cevap verebiliiz: 1. Bugün Müslümanların kendi dinlerinden olmayan insanlar karşısında güçsüz, dağınık, perişan bir vaziyette olduğu bir realite olup bunun inkâr edilecek bir yönü yoktur. Yalnız dikkat edilmesi gereken şudur: “Müslümanları geri bırakan şey Müslümanlıkları olmadığı gibi kâfirleri ilerleten şey de kâfirlikleri değildir.” Bu cümleyi açıklayalım: Bundan iki yüzyıl öncesine kadar Müslümanlar bin yıl boyunca dünya üzerinde egemen güç konumundalardı. Üç kıtada en güçlü devletleri onlar kurmuşlar, kendi zamanlarının süper gücü olarak görülen devletlere ve imparatorluklara son vermişler, çağ kapatıp çağ açmışlardı. Eğer bugün Müslümanlar dinleri sebebiyle geri kalmış olsaydı geçmişte de aynı dine sahip olan Müslümanların geri olması, şimdiki gibi ezik bir vaziyette olması gerekirdi. Oysa böyle olmamış. Bugün İslam dünyası üzerinde tahakküm süren Batılıların geçmişine baktığımızda onlar Hristiyanlığa en koyu bir biçimde bağlı olduğu zamanlarda, Yahudiler kendi dinlerine en şiddetli bir biçimde bağlı olduğu dönemlerde Müslümanlar karşısında mağlup konumdalardı. Kaç haçlı savaşında İslam topraklarını geri almak istedilerse muvaffak olamadılar. Yahudiler tarih boyunca Müslümanlar üzerinde hiçbir zaman hâkimiyet kuramadılar. Demek ki bugün Batılıların veya Siyonistlerin güçlü olması, kendi dinlerinden kaynaklanmıyor. Öyle olsaydı geçmişte de o dine sahip olduklarından geçmişte de güçlü olmaları gerekirdi. O halde ne Müslümanlar Müslüman olduğu için geri kaldı, ne de kâfirler kâfir olduğu için ilerledi. Şu hususu da burada vurgulayalım: Din doğrudan bir toplumun ilerleme ya da gerilemesinde etkili bir faktör değildir. Hiçbir toplum sırf Müslüman oldu diye ilerlemeyeceği gibi sırf kâfir diye de geri kalmaz. Bugün teknolojide dünyanın en önde gelen ülkelerinden olan Japonya’da Şintoizm dini yaygındır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden olan Rusya ve Çin’de ateizm en yaygın inanç biçimidir. Şu halde ilerleme ve gerilemeyi doğrudan dinin kendisine bağlamak yerine bir inanca bağlı kişinin davranış tarzına bağlamak daha doğrudur. Ana kural yukarıda belirttiğimiz gibi olmakla birlikte şunu da söylememizde bir sakınca yoktur: “İslam dini, kendi mensuplarını daima güçlü olmaya, karşı görüş ve inanç sahiplerinden daha üstün konumda bulunmaya teşvik etmiştir. Şu halde dininin öğretilerine sadık Müslümanlar açısından İslam, dünya üzerinde güçlü olma, ilerleme yönünde muharrik bir kuvvet, motive edici bir güçtür.” Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal, 60) Dinin yanlış anlaşılması ve yorumlanması, insanların dünyadan el etek çekmesine, yanlış bir kader ve tevekkül anlayışını benimseyerek dünya hakimiyetini küffarın eline bırakmasına, güçsüz ve zayıf duruma düşmelerine neden olabilir. Burada sorumluluk dinde değil bu yanlış yorumu yapanlardadır. 2. Yüce Allah’ın bu kâinatta ve insan toplumlarında değişmez, sabit bir takım kuralları vardır. Buna “sünnetullah” denilir. Toplumların ilerleme ve gerilemesi de sünnetullah kapsamına dahildir. Yüce Allah’ın koyduğu kanunlardan birisi yeryüzünde çalışan insanın dinine, ırkına, cinsiyetine bakmaksızın çalıştığının karşılığını almasıdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur: “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir.” (Necm, 39-40) Rabbimiz koyduğu bu kuralı kendi Resûlü (s.a.v.) ve onun ashabı için bile değiştirmemiştir. Nitekim Uhud savaşının ilk başladığı anlarda savaşın gerektirdiği tedbirleri alan ve galibiyet kurallarını yerine getiren müminler Allah’ın vaad ettiği yardımı almışlardı ama sonradan başta okçuların peygamberimizin emrine isyan ederek tepeden inmeleri, bazılarının ganimet derdine düşmesi gibi sebeplerle zaferle başlayan bir savaş mağlubiyetle sonuçlandı. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vâdini yerine getirmiştir. Nihayet, öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zaten Allah, müminlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmran, 152) 3. Yüce Allah’ın müminlerin başarılı olması için şart olarak ileri sürdüğü hususlardan birisi onların kendi aralarında ayrılığa düşmemeleri, birlik halinde olmalarıdır. İslam toplumu birlik ve beraberlik içinde olduğu, kendi aralarında bölünme ve parçalanmadan uzak durduğu zamanlarda düşman karşısında daima güçlü olmuştur. Bölündüğü ve parçalandığı zaman dilimlerinde ise daima güçsüz kalmıştır. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allahı çok anın ki başarıya erişesiniz. Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 45-46) 4. Müslümanların düşmanları karşısında ilahî yardıma mazhar olmaları için önce kendilerine düşenleri yapmaları, Allah’ın dini uğrunda gayret göstermeleri gerekir. Bunu yapmaksızın sırf Müslüman oldukları için Allah’ın yardım etmelerini beklemeleri doğru değildir. Nasıl ki sırf Müslüman olduğumuz için Allah bize yattığımız yerden rızık göndermiyorsa, hastalandığımızda ilaç kullanmaksızın, tedavi görmeksizin sırf Müslüman olduğumuz için otomatik olarak iyileşemiyorsak aynı şekilde düşmana karşı da sırf Müslümanız diye galip gelemeyiz. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve [düşman karşısında] ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 7) Rabbimiz dinin dosdoğru bir şekilde anlayıp yaşamayı, dünya üzerinde yeniden eskisi gibi güçlü olmayı bizlere nasip eylesin. Bir de dinin yanı sıra kavmimizin meselesi var. Onu da bir başka zaman yazarız inşallah.
·
89 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.