Gönderi

Üç Saatlik Başkent Gezintisine Dair Notlar
Trenden indim. Bir şeyler atıştırıp eski gardan çıktım. Karşıya geçerken batçık olan yerde, kaldırıma trafo gibi bir şey koymuşlar, yayalar için engel olmuş. Bu kötü. Gençlik Parkı çok canlanmış, yemyeşil. Stadyumun iskeleti şekillenmiş. Taksiciler iyi niyetli, dolandırılma derdi yok. Bazı semtlerde çok tertipli, temiz ve bol ağaçlı geniş caddeler var ama binalar çok eski. Düzgün duvar ve çitlerle çevrili bahçelerinden çamlar yükselen, kooperatif usulü bu siteler şehrin usturuplu kimliğinin birer parçası sayılır. 100. Yıl Çarşısı yıkılmış, güzel ama yerine yapılan park çok da gözü doyurmuyor. Hızlıca yeşillendirmek için daha büyük ağaçlar dikilebilirdi, daha büyük sarmaşıklar sarılabilirdi, daha başka türlü şeyler olabilirdi yani bilmiyorum, sırf boşluğu değerlendirmek için değerlendirmek gibi olmuş. Dev monolit kara mermerler gibi duran iki şey de gereksiz bence. Ayrıca şehirlerin kaldırım probleminden de illallah ettim artık, sıfır kilometrelik bu parkın iç yollarında bile bozuklar, kırıklar, çıkıklar gördüm. İllallah! Ulus Çarşısı'ndan aşağıya doğru bakınca, Ankara Palas ile İkinci Meclis'in güneş altında kızaran çatılarını görebilmek ve göz eriminin daha aşağılara değin uzanır olması oldukça ferahlatıcı. Özellikle Ankara Palas'ın dört cepheden açılıp görünür olması, yapının Ulus'a katkısını arttırmış. Her şeye rağmen bu yeni park alanı, önceki halinden daha hoş olmuş yani. Bu arada Merkez Bankası'nın yanından Gençlik Parkı'na doğru inen bir sokak oluşturulmuş. O kalabalık bölge içindeki bu sokakta, saklı bahçe gibi bir sakinlik var ama umarım dikkatli çalışmışlardır ve Firkiye Hanım'ın muhtemel kemikleri moloz olmamıştır. Koç'un Çankırı'da açtığı merkez, caddeye minik ve lokal bir hava katmış, hem köhne hem modern esintiler üflüyor. İş Bankası binasının tarihi duvarına seneler önceden gömülen iki ATM nedense bu sefer başka bir nedenden gözüme ilişti. Yakından inceledim. Makineleri yerleştirmek için taşları çok ustalıkla kesmişler ve kestikleri yerleri çok ustalıkla onarmışlar. Keşke bu titizliği ülkemizdeki tüm restorasyon çalışmalarında görebilsek. O kadar iyi çalışmışlar ki belki de o yuvalar yeni açılmamıştır ve bina inşa edilirken pencere boşluğu olarak bırakılmıştır diye düşündüm. Bölgedeki esnaf ya batmış ya göçmüş ya da mağazaları el değiştirmiş ama Bosna İşkembecisi çöl ortasındaki güçlü bir site devleti gibi hiç sarsılmadan yoluna devam ediyor. Bunda pavyon müşterisi de etkili olmuştur belki. Yurtlar bölgesinde ve Rüzgarlı'da anlamsız biçimde zincir market istilası oluşmuş. Bunda yurtlar etkili olabilir. Rüzgarlı bildiğimiz Rüzgarlı işte; kokoreççiler gündüz yok, legal fahişeler uzaktan görünüyor, illegaller geç uyanmış, markete kahvaltılık almaya çıkmış, polis oturmuş esnafla muhabbet ediyor, yollar pislik içinde, çukurlar çöp sularıyla dolmuş, asfalt kuruyan çöp sularıyla kahverengiye boyanmış. Oysa Rüzgarlı bir zamanlar basının ve siyasetin kalbinin attığı yermiş... ASBÜ bölgeyi henüz ele geçirememiş, düşünsel hegemonyası caddenin karşısına geçmiş değil. Oteller ve pavyonlar duruyor ve arka sokağında insanı birkaç on yıl geri atan nostaljik ama düşük kültürlü çay alemleri ile ucuz tıraş yerleri... Bölgede umumi tuvalet sorunu çözülmüş değil, böylece ibadet, Rüzgarlı Camisi'nin hizmetlerinde hala ikinci sırada olabilir. Bu arada caminin karşısındaki sarı ve eski Canberk oteli, avuç kadar bahçesindeki iki büyük ağaç ve bir masayla insana etrafta deniz aratıyor, dandik bahçeden bir Akdeniz esintisi yayılıyor. Karyağdı Hatun sekiz köşeli kümbetinde uyumakta fakat kapı üzerindeki lamba gündüz vakti de yanmakta. Ancak bu keramet değil israftır. Hemen her büyük şehrin en merkezinde bulunan, arka planda kalmış ama tarihe şahitlik etmiş son derece hareketli esnaf sokaklarından biri olan Sanayi Caddesi yine ağaçlı, gölgeli ve insanı birkaç on yıl geri atıyor. Cumhuriyet'in kuruluş dönemi ile verilen bir tür kavganın sembol çocuklarında biri olarak İtfaiye Meydanı'na dikilen yeni cami(Melike Hatun Camisi), Sanayi Caddesi'nden çıkıverince her şeye rağmen gözü çokça okşuyor. Birdenbire oldukça geniş ve havadar bir yere çıkıyorsunuz, bu beyaz cami de orada Sultanahmet Meydanı etkisi yapıyor. Eynebey Hamamı'nın önüne dikilip yukarı doğru bakınca, Karaköy gibi dik yamaçlı, tarihi bir sahil yerleşimini andırıyor ama senin dikildiğin yerde deniz yok işte. Olsa var ya, ooo hoooo oo... Ama nemi sevmem aman boşver olmasın. Eynebey Hamamı'nın önünden Hacettepe tarafına çıkarken sol kaldırımda her zaman olduğu gibi yine bir zaman yolculuğu yaşanıyor ve gerçeklik algısı zayıflıyor. Aynı dünyada mıyız, kullandığımız aynı takvim mi? Bu his haz verici fakat bu hazzı almak kaçınılmaz olarak oryantalist bir vaka olduğundan ötürü eşitsizlikle malûl bir hoşnutluk hâli. Aslında oryantalizm bile denmez buna, esasında bütünüyle köhnelik ve gerilik kokuyor. Güvenilmez köfteciden başka değer atfedilecek bir numara yok bu kaldırımda ama yine de haz verici. Yahudi Mahallesi'ne de el atan olmamış, hala metruk ve sefil ve maalesef bu hali de haz veriyor. El atılmamışsa nedeni, Yahudilerin bunu hak ettiği fikri değil, eksik belediyecilik ve şehirciliktir zira artık Yahudi olmadığı(?) gibi burası on yıllardır böyle. Samanpazarı'nda yıkılan yüksek belediye binası yerine yeni binalar yapılıyor. Bunların bir iki katlı olmasını daha yüksek bir şaşkınlıkla takdir ettim ne diyeyim. Oradan 50. Yıl Parkı'na, Cebeci'ye, İncesu'ya, Kocatepe'ye ve Atakule'ye doğru bir göz gezdirdim. Anafartalar'a gelince pek girmek istemiyorum çünkü çok uzayacak ama birkaç cümle kuracağım. Buralarda bankaların tabela renklerinin hep aynı olması tarihsel dokuyu desteklemiş, kahverengi zemin üzerine metalik harfler. Hatta Halkbank diye kalmış aklımda, binayı komple değiştirmiş, en üst katına başımı kaldırıp baktım, balkonunda bir sigara yakılırmış dedim içimden. Anafartalar'da hep gözüme çarpan bir imamhatip okulu vardır. Bakınca bir üniversite kampüsü ya da bakanlık binası sanarsınız. Altında da çorap, don, atlet satıyorlar. Devleti ben yönetseydim burayı hangi kuruma tahsis ederdim diye düşündüm kendi kendime. Bilemedim ama belki Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu olabilirdi. Uzaklara, Beytepe'ye, yeni yerleşkesini inşa etmek yerine buraya, tarihin kalbine daha çok yakışırdı muhtemelen. Bir de 14 numaralı bina dikkatimi çekti, altı kuyumcu, üstü tarihî bir bina belli. Geçmişte neydi acaba diye merak ettim. Sulu Han ise hâlâ salaşlık içinde kaybolmuş bir tarih, su altı batık şehri gibi. Alsancak Sokak, yine küçük bir Eminönü mü desem, Karaköy mü desem, kıpır kıpır kaynıyor fakat yiyecekler çok ucuz. 50 liraya yarım ekmek tavuk görünce insan pek güvenemiyor. Sürümden kazanıyordur. Seneler önce oraya yakın bir yerde, Anafartalar'ın bittiği o büyük kavşağın olduğu meydandaki bir lokantada, tavuktan zehirlenmemiş olsaydım eğer, belki daha çok güvenirdim. Kış olsa pişen balıklara ve her mevsim Çino'ya güvenirim ama. Ulus Hali elden geçirilmiş, baya derlenip toplanmış, esnaf memun. Emekli dayılar ucuz et için buraya uzak ilçelerden gelip sabahın beşinde kuyruğa giriyormuş diye duydum, ne berbat iş. Yıkılan Gümrük Müsteşarlığı binasının yerine ufak bir park yapılmış. Eskisine nazaran iyi ama yine yeşili az bir alan, cayır cayır yanan çayırlar ve banklar... Sorun bende sanırım, boş alanların kıytırık parklara çevrilmesi, şehir planlaması bakımından bir tür kolaycılık gibi geliyor bana ama yerine ne önereceğimi de bilmiyorum gerçekten. İlla park olacaksa da biraz yetişmiş ağaçlar dikmek iyi olabilir. Parkın kenarına kurulan mini kan merkezini oldukça işlevsel buldum. Köşedeki unlu mamüller dükkanı yine çok işlek, meydanla özdeşleşecek bu gidişle. Hacı Bayram'a uğramadım... Anafartalar Çarşısı'nın dış cephesine ufak bir makyaj yapılmış belli, içine de kısaca göz attım, çiniler falan olduğu gibi duruyor. Kaporta çalışması da hiç yoktan iyidir. Zaten bana kalsa Anafartalar Çarşısı, Ulus Şehir Çarşısı ve Ucube EGO binası da yıkılmalı. Ulus Çarşısı için henüz son kararımı vermedim ama bana soran da yok zaten :) Bir de yıkmakla iş bitmiyor, yerine çim ekip bank koymak tehlikesi yine baş gösterebilir :) Nerde kaldık? Anafartalar Çarşısı'nın dış cephesi. Evet devam. Sümerbank binasının Cumhuriyet'in kuruluş dönemi ile bir tür hesaplaşmanın sembol çocuklarından biri olan yeni üniversiteye tahsis edilmiş olması da sindirimi zor işlerdendir. Valiliğin eski binasına hiç değinmeyeceğim... Bu arada, şimdi yazarken birkaç saat öncesine dönmek istedim: Yüksekçe bir istasyon, devasa camlar ardında uzak bir tepe, tepede yeşil bir orman, ormanın ortasında adeta bir Topkapı Sarayı durmakta. TBMM binasını düşündüm, yüksek mahkemelerin binalarını düşündüm, bir de buraya tekrar baktım. Kim güçlüydü? Bugün yaşasalardı, bu tepe üzerinde atıyorum Balamir, Kül Tigin yahut Oğulçak Han mı oturacaktı dedim. Yok, muhtelemen dönme Abdülkerim oturacaktı. Bir Türk Devleti'nin yüzyılımızdaki bu görünümü, beni Eynebey Hamamı yokuşundan da geçmişe götürdü. Çünkü camın ardındaki heybetli manzara, çok monarşik hissettiriyordu. Sonra Atatürk'ü düşündüm, Çankaya'yı düşündüm, Papa Eftim'in de avlusunda nutuk attığı Birinci Meclis binasını düşündüm. Hayalime uzak göründüler. Neyse, birkaç saat önceden geldim. Nerede kaldık? ASBÜ. Bu taze üniversitenin tarihsel arka plan yoksunluğunu hem Ulus'u seçerek hem de altın yaldızlı bordo renkten yapılmış, kuvvet komutanlığı amblemlerininki gibi ağır bir hava verilmiş, devasa kabartma amblemleri duvarlara yapıştırarak gidermeye çalışmışlar. "Yeni Türkiye" için iktidarın kırmızı tonları yerine ikame ettiği turkuaz rengin burada hiç kullanılmamış olması, bu rengin erişmekte zorlanacağı ideal imajı açığa vurmakta. Konu ciddiyet, disiplin, kalite ve başarı olduğunda, onların da bilinçaltına işlemiş olan kırmızı tonlar burada kendini ele vermiş. Demek ki onlar için ASBÜ, AYBÜ'den mühim. Devam edelim. Kırmızı otobüsler şehre renk, hareket ve canlılık katmış, çok beğendim fakat EGO'nun yeni logosunu hiç beğenmedim. Karmaşık, ahenkten uzak ve bütünlükten yoksun, toplama bilgisayar yahut yamalı bohça gibi göz tırmalayan bir garabet. Aynı eksiklik, bu kadar olmasa da, ABB'nin yeni logosunda da mevcut. Logoyu haftalar önce incelemiştim, A harfi bildiğin bir A harfi ve tepesi çizginin üst kısmına taşıyor, harf bütünün içinde kaybolamıyor. Tıpkı yeni ve eski tren garları gibi. Ben olsaydım öyle avangart bir YHT garı tasarlardım ki eski minik gar binası ile yek vücut arz ederdi. Parmakla işmar edip "Bak şu kısım, Cumhuriyet döneminde inşa edilen kısım." diye belirtmek icap ederdi. Oysa şimdiki şey, bodrumuna ray döşenmiş beyaz bir AVM. ATG AVM altında bir anonim şirket trencilik yapıyor. Neyse çok aşağı indik az yukarı çıkalım. Çok uzun oldu, yazmaktan sıkılmaya başlıyorum çünkü buraya kadar hiç mola vermeden yazdım. Artık mola vermeden hızlıca bağlayıp bitireyim şu yazıyı diyorum. Yukarı çıktık. Şimdi in oradan, Palas ile TCMB arasındaki yeni sokaktan Radisson'a doğru. Caddeye vardım döndüm sola, Merkez Bankası biraz öksüz, yetim kalmış. O binalar ne olacak bilmiyorum, girişteki yazılar duruyor hâlâ, binalar belki bankada kalmaya devam ederler. Salt Ulus'un yerinde duruyor olması beni mutlu etti. O minik bina çok şirin, küp şeker gibi ağzıma atsam emmez çiğnerdim. Çatısındaki küçük pencerenin önünde bir kış günü bulunmak isterdim. İç tarafında tabii. Soba, gaz lambası, tütün, kahve, kitap falan güzel olabilirdi. Yağmur kiremitleri döverken, rüzgar parktaki ağaçları yorarken ve pencerem ıslık çalarken ben kitap okumaz hep dışarıya bakardım. Tren garına doğru bakıp hangi tren şimdi nerededir ve gara ne zaman yanaşır da düdük çalar diye zihnimde çocukça hesaplar yapardım. Hayalimde, gelmekte ve gitmekte olan tüm ekspreslerin içini ziyaret ederdim. O kıytırık çatı katı benim bu koca şehirdeki gizli yuvam olsa keşke. Kimse bilmeden sevdiğimle beraber istediğim zaman girip çıksam. Tıpkı 1984 romanındaki o gizli yer gibi... Neyse, Salt Ulus'u geçip parka girdim, Gençlik Parkı deminki gibi yine muhteşem yeşillikte ve koyu gölgeleri var. Bu şehirde gölge yetiyor zaten bünyeye. Sanki sünnet çocuklarının Sultanahmet ve Eyüp Sultan avlularını ziyaret ettiği yıllardan kalma eski ışık hüzmeleri ve eski gölgeler vuruyor parka. Yem yiyen güvercinleri arıyor gözlerim. Yoklar. Sadece o esnada böyle nostaljik hissettirdi park. Sanki akşam tren saati gelene kadar beklerken, aldıkları pişmiş tavuğu çimlere yayılıp yiyen, plastik bardaklara kola dolduran yoksul ve çocuklu bir Anadolu ailesi oralarda ve çocuklar ağaçlardan süzülen turuncu hüzmeler altında oyun oynuyorlar. Tabii yok öyle birileri ama sanki öyle bir zamanın içine düştüm bir an. Ani şehir değişikliğinin verdiği bir ruh hâli olsa gerek. Bilhassa, parka yeni cami tarafından girince öyle idi. Havuza yanaştım. Fıskiye çok tazyikli çalışıyor. Serin su, kavrulan gökyüzünde buhar olup gidiyordu. Sonra terörist aponun da evlendiği düğün salonunun önünden geçip gittim. Bu salon suyun içinde bir ada gibi durur, bu yönüyle İmralı'ya benzer. Lunapark tarafı çok hareketli. Hoparlörden paso Ankara havaları çalıyor, su ile beraber gökyüzüne çıkıp dans ediyor ve buharlaşıyorlar. Ya hayal işte öyle bir şey yok. Sadece yüksek sesle çalıyor yani. Bisikletli bir baba oğul parkta bisiklet sürüyor. Öyle gömlek, pantolon da değil; baya profesyoneller. Tayt, kask falan. (Tayt sevmem.) Düşündüm, bu adamın işi iyidir ama haftasonu nefes almak istediğinde işte gelip geleceği yer burası. Eee geldin sürdün, bitti, ne oldu şimdi? Çok mu mutlu oldun? Hafta içi sömürüsünün stresi bitti mi? Sırf Pazar diye bir şey yapmış olmak için bir şey yapmak parktan daha çok mutlu etse gerek. 100 tur mu atacaksın orada? Mavi Göl, Eymir ve Mogan şehir içi konseptine girmez. Köpekli yolları var. İstanbul, İzmir gibi şehirlerin deniz ile verdiği sonsuzluk ve özgürlük hissi ve sunduğu kilometrelerce bisiklet yolları burada yok. Burada dört taraf bozkır. Burada plaza kültürü yaşamak isteyen için, bu şehir hapishane. Burada ancak devletçi kişi, bu çorak bozkırlar ortasında ana kucağında gibi evinde ve güvende hisseder. Burası özgür ve havai yaşam için çok kuru. Alkollü gece hayatı olmasa burada intihar ederler. Birkaç da su parkı ve seçkin havuzlar var, fena değil. O kadar. İşte parklar var bir de. (Bu arada Uğur Mumcu Parkı'nın akşamını önceden beri severim, ayrı güzeldir. Su kenarı serinlik verir.) işte bu bisikletli adamın yerine kendimi koydum. Sıcak bozkır ortasında bir acizlik ruhumu esir aldı. Yalnız hissettim. Oğul sevgisi hayata ne motivasyon katar bilmem ama beş gün çalışıp haftasonu orada bu bisiklet oyununu oynamaktan keyif almam için, kendisi sürmeye çıkmamış olsa bile, eve döndüğümde göreceğimi bildiğim kör kütük bir aşkım olması şart. Başka türlü nefes alamazdım sanıyorum. Çünkü "Yeni Türkiye" bizim o ciddi, görev bilinci ve fedakarlık ile sedef kakmalar gibi bezenmiş yüksek devletçilik ruhumuz için elzem olan temel yaşam damarlarını her geçen yıl birer birer kopartmakta. Bu şehirde artık sadece biz yokuz. Bu şehir şeriatçı ve karşı devrimci müptezel sözde memurlar ile kaslı vücuduna yapışan badiler giyip boynuna zincir takarak gece kulübünde dansa giden züppe memurlara teslim olmuş. İşini sırf ekmek kapısı gibi görüp sahilli şehirlerin plaza yaşamına özenen yahut işini yasal ajanlık gibi görüp Cumhuriyet'in kolonları ile oynayan ve sahilsiz ve çöllü Orta Doğu şehirlerinin medrese yaşamına özenen iki çuval güruh: Akgenç, Okgenç, hasılı b*kgenç. Nihayet, bu şehirde artık yalnızca biz yokuz! Fakat ağaçlar, çiçekler, arılar, köpekler, böcekler, çimenler, kuşlar ve kediler bizdendir. Havadaki oksijen ve mavilik ve güneş bizden, su bizden. Ya abartıyorum biraz farkındayım. Bunu bilinçli yaptım. Yine uzadı baya, hadi şu yazıyı bitirmeyi deneyelim. Gençlik Parkı'nda çimenlere yayılmış bazı komünal yaşam formları da elbette gözden kaçmadı. Neyse bakalım. Milletin bahçesine uğramadım. Merkez Ankara konusuna hiç girmek istemiyorumm. Fakat bu şehre; Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Gençlik Parkı, 19 Mayıs Stadyumu, Ankara Spor Salonu, Kore Anıtı, AKM, Millet Bahçesi, Ankamall, sonra bazı boş araziler ve nihayet Anka Park'ı içine alan devasa bir santral park yapılabilir. Emniyet Müdürlüğü taşınacak artık yapacak bir şey yok. :) Şehir nadiren tecrübe edilecek sakinlikte idi. Memurlar tatilde, öğrenciler tatilde, "yerel halk" tatilde, şehir yavaşlamış, kalabalık yok, sere serpe dolandım. Bu sefer kimsecikler ile de görüşmeden kafa dinleyip sonra usulca sıvıştım şehirden. Tren garının şadırvanında atlet ve tişört değiştirip büfeden bir çay aldım. Şehri son kez seyrettim ve veda ettim. Meğer bu şehri bayram tatillerinde yürümek lazımmış. Burukluklar bir kenara, hiç olmazsa o sakinlik bana biraz huzur verdi.
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.