Gönderi

693 syf.
10/10 puan verdi
Geçmişin ya da daha doğrusu, kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, tarihsel belleğin zayıflaması, belki de geç yirminci yüzyılın en karakteristik görüngülerinden birisi. Günümüzde çoğu insan, geçmişle her türlü organik bağdan yoksun sürekli bir şimdiki zaman içerisinde yaşadığını zannediyor. Aşırılıklar Çağı kitabı, toplumsal belleğin oluşturulmasında, bir entelektüel olarak günümüzün değerlendirilmesinde, “Yeni Dünya Düzeni” içerisinde neyin yeni olup neyin olmadığının saptanmasında tarihsel bir arka plan oluşturulmasına yardımcı olabilecek bir kaynak özelliği taşıyor ve işte bu nedenlerle “tarihin sonu” tezine bir yirminci yüzyıl tarihsel analiziyle cevap vermiş oluyor. “Ne var ki bu kitabın amacı 1914-1991 döneminin bir öyküsünü anlatmak değil, olayların neden o şekilde geliştiğini ve nasıl bir araya geldiğini anlamak ve açıklamaktır…” Kitap, kısa yirminci yüzyılı birbirini takip eden üç döneme ayırarak inceliyor: 1914-1945 (Felaket Çağı), bunu takip eden otuz yıllık olağanüstü bir ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşüm (Altın Çağ), 1970’lerle ortaya çıkan yeni bir dağılma, belirsizlik ve kriz çağı. Deyim yerindeyse, bir krizden diğerine giden yolda kısa bir Altın Çağ’dan ibaret bir yüzyıl. Aşırılıklar Çağı, on dokuzuncu yüzyılda dünyaya hakim olan Avrupa merkezli Batı uygarlığının çöküşünü belirleyen Birinci Dünya Savaşı ile başlıyor ve ilk bölümünde dünya savaşları çağını çeşitli boyutlarıyla ele alıyor: “İki dünya savaşı dönemi, büyük bir ilerleme yaşayan Avrupa toplumunun felaket çağı oldu”. Dünya toplumu, iki küresel isyan ve devrim dalgasının izlediği iki dünya savaşıyla sarsıldı. Mevcut sisteme alternatif olduğunu iddia eden sosyalizm, Birinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın altıda birinde, ikincisi sonrasında ise üçte birinde iktidara geldi. Modern emperyalizm ve imparatorluklar yıkıldı. Liberal kapitalizm ve liberal kapitalizmin kazanımı olan tek bir evrensel ekonomi girişimi ters tepti. Bunun sonucu olarak, 1917-1924 döneminde liberal demokrasi kurumları, yerini faşizm ve onun uydusu olan otoriter hareketler çeşitlemesine bıraktı. Faşizm ve türevi hareketlerin karşısında modern dünyayı kurtarabilen, İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunu belirleyen, liberal kapitalizm ve komünizmin geçici ittifakı oldu. Bu, iki karşıt gücün bir araya gelmesi, Yirminci yüzyılın hayati bir paradoksuna işaret ediyor. Kardeş düşmanların tarihi onların ortak, bir nevi de “mutualist” bir tarihe nasıl sahip olduklarını, hicivli-paradoksal bir şekilde ortaya koyuyor: İlkin sosyalist meydan okumanın gücü karşıtının zayıflığından kaynaklandı; bunun devamında ise komünizm, kapitalizme İkinci Dünya Savaşı sonrası kendini reforme etmesi için gereken dürtüyü vererek, ekonomik planlamayı popüler hale getirerek ve bazı reform prosedürlerini kazandırarak onun kurtarılmasını sağlamış oldu. Yirminci yüzyılın, belki de en önemli dönemi, getirdiği Altın Çağ oldu; çok hızlı bir ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşüm yaşandı. Tüm dünya, hayvancılık ve tarımdan endüstri toplumuna doğru çok hızlı bir değişim yaşadı. Liberalizm sosyalizm retoriği, yaşanan bu modernleşme karşısında neredeyse önemsiz kalır; Üçüncü Dünya’da iktidara gelen sistem karşıtı hareketlerin ülkelerini batılılaşma yoluna sevk etmiş olmaları, bu noktaya işaret eder. Altın Çağ’ı ise, küresel kriz on yılları izledi. Altın Çağ dünyayı daha çok bütünleştiren küresel bir ekonomi oluşturmuştu, bu yüzden kriz tüm rejim ve toplumları sarstı: Kitlesel işsizlik, şiddetli çevrimsel krizler, gelir uçurumu, sınırlı devlet gelirleri ile sınırsız devlet harcamaları… Modern dünyanın bir kutbunun çökmesi, diğerinin zayıflığını ortaya çıkardı. 1980’lerle birlikte dünya ekonomik krizlerin yanı sıra siyasal krizlere de gebe kaldı. Uluslararası sistemin zayıflaması, bu istikrara dayanan iç siyasal sistemlerin güvenilmezliğini ortaya koydu. “Ulus-devletler” ulusüstü ve ulusötesi güçler ile ayrılıkçı bölgeler ve etnik grupların ulusaltı güçleri arasında parçalandı. 1950 sonrası dönemin en karakteristik özelliği, yaşanan toplumsal ve ahlaki kriz oldu. Bu kriz akılcı ve hümanist varsayımların krizidir, örgütlü bütün yaşam biçimlerinin yaşadığı bir krizdir. Bir krizden diğerine giden yolda kısa bir Altın Çağ’dan ibaret bir yüzyıl… FELAKET ÇAĞI I. Topyekûn Savaş Çağı Yirminci yüzyıl, savaş gerçeği düşünülmeden açıklanamaz. 1914-1945 dönemi tüm dünya halkları için sürekli bir savaş haline dönüşmüştür; o yüzden bu yüzyılın tarihi de dünya savaşıyla başlamalıdır. Bu andan önceki yüzyıl boyunca, uluslararası arenanın başlıca oyuncuları olan Britanya, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan, Almanya, İtalya ile ABD ve Japonya’nın hepsinin ya da çoğunun katıldığı herhangi bir savaş olmamıştı. 1815 ile 1914 arası dönemde hiç bir büyük güç kendi bölgesinin dışına çıkarak başka bir büyük güçle savaşmamıştı, kıta ötesi savaşlar tek taraflı sömürge işgalleri şeklindeydi. Bütün bunlar, 1914 yılında değişmiş ve katliam çağı başlamıştır; yaşanan iki dünya savaşı da küresel ölçeklidir. Bu savaşlar önceki yüzyıllardaki savaşlardan farklı olarak, topyekûn savaşlar oldu; üretimde planlama ve kadınların ev dışı istihdamında bir devrim gerçekleştirdi. Bu bir malzeme savaşı oldu, kitle, kitlesel üretim gerektirdi. Askeri-endüst riyel kompleksler gelişti. Topyekûn savaşlar yönetimi, teknolojiyi, endüstriyel örgütlenmeyi güçlendirdi. Her iki dünya savaşının en kalıcı ekonomik etkisi savaşı topraklarından uzak tutan ABD’nin küresel bir üstünlük kazanmasıydı. Diğer bir boyut da savaşın insani boyutudur. Savaş çağı, vahşet eğrisini artırmıştır. Toplumda şiddetin bu tırmanışında, cephede veya aşırı sağın birliklerinde yer alan erkekler etken olmuştur; bir diğer belirleyici unsur da savaşın demokratikleşmesi yani silahlı güçlerin tüm devletlerin ve diğer siyasi örgütlenmelerin kolayca ulaşabileceği hale gelmesidir. Birinci Dünya Savaşı Birinci Dünya Savaşı aslen bir “Avrupa Savaşı” olarak başlamıştı. Savaş Fransa, Britanya, Rusya ve daha sonradan eklenen Yunanistan, Romanya, Portekiz gibi geniş bir koalisyon ile “merkez güçler” denilen Almanya, Avusturya-Macaristan, Türkiye ve Bulgaristan arasında geçmiştir. Savaşın dönüm noktası ABD’nin savaşa girmesi olmuştur. Almanya için, Balkanlar haricinde iki cephe mevcuttu: Batı Cephesi ve Doğu Cephesi. Batı Cephesi’nde Almanya’nın amacı -İkinci Dünya Savaşı’nda da olduğu gibi- Fransa üzerine blitzkrieg denilen yıldırım bir saldırı gerçekleştirmek ve oradan da Çarlık Rusyası üzerine yürümekti. Alman Ordusu, savaşın beşinci haftasında Paris’in on kilometre doğusunda durduruldu. Burada, bir tarafta Almanlar, diğer yakada da Fransızlar ve İngilizler olmak üzere oluşturulan hatta, üç buçuk yıl boyunca önemli bir değişiklik olmamıştır. Kayıplarsa şöyledir: 1,6 milyon Fransız, 800,000 İngiliz, 1,8 milyon Alman ve 118,000 Amerikalı bu cephede ölmüştür. Savaşın bu dehşet verici boyutunun pek çok karanlık sonucu oldu. Savaş kadar siyaset de vahşileşti; demek ki insani ve maddi hiçbir hesap yapılmadan da ülkeler yönetilebiliyordu. Savaşa katılanlar güçlü bir savaş düşmanı olsa da bu adamlar için bir frontsoldat olmak, savaşmayanlara ve kadınlara karşı vahşi bir üstünlük sağlamak anlamına geliyordu. Savaş sonrası aşırı sağın temelleri bu vahşet ortamında atılıyordu; Adolf Hitler bu tür adamlardan sadece biriydi. Batı Cephesi, pat durumunda tıkanırken Doğu Cephesi aksine hareketliydi. Almanlar, Rusya üzerine yürüdüler; Rusya savaştan çekildi ve müttefik güçler 1918’e kadar merkez güçleri Balkanlar’dan uzaklaştıramadı. Savaşın sonucunu Batı Cephesi’ndeki patın çözümü belirleyecekti. 1917’de savaşın dönüm noktasını ABD’nin savaşa girmesi oluşturdu; aksi halde Alman ordusunun açık bir üstünlüğü vardı. 1918’de Brest-Litowsk’la batıda serbest kalan Alman ordusu Batı Cephesi’ni yarmayı başardıysa da ABD’nin takviyesi ve donanımı sayesinde savaşın bitimi birkaç hafta sürdü. Yenilgiye uğrayan ülkelerin hiçbiri devrimden kaçamazken, savaşa giren tüm ülkelerin hükümetleri devrildi. Peki Birinci Dünya Savaşı neden bir sıfır toplam oyunu, yani ancak topyekûn kazanılacak ya da topyekûn kaybedilecek bir savaş olarak sürdürüldü? Bunun nedeni, bu savaşın sınırlı ve belirlenebilir hedeflere ulaşmak için verilen önceki tipik savaşların aksine sınırlanmamış sonuçlara ulaşmak için açılmış olmasıydı. Bu bir ekonomik rekabet ve hegemonya savaşıydı. Almanya, Avrupa’da yakaladığı üstünlüğü dünya hakimiyetine dönüştürmek isterken, İngiltere bunu kaptırmak istemiyor, Fransa ise Almanya’yı yakalamak istiyordu. Bu hedef, galipleri iflasa ve fiziksel tükenişe, mağlupları ise devrime sürükledi. Bu hedefler doğrultusunda savaş sonunda cezalandırıcı bir barış -Versailles-, Almanya’nın Avrupa ekonomisiyle yeniden bütünleştirilmemesi, istikrarlı bir barış ortamının oluşturulmasını imkansızlaştırdı. ABD’nin imzalamadığı, Rusya ve Almanya’nın onaylamadığı, İtalya’nın bile hoşnut olmadığı bir anlaşmanın uzun vadeli olması düşünülemezdi. 1920’lerin ortasında dünya ekonomisi sanayi devriminden bu yana en büyük krize girdi ve Almanya ile Japonya’da militarizmin ve aşırı sağın güçlerini iktidara getirdi. İkinci Dünya Savaşı “Bu savaştan sonra binalar kolayca inşa edilebildi. Ama aynı şey insan hayatı için geçerli değildi.” Birinci Dünya Savaşı’nın ve Versailles Anlaşması’nın yarattığı dünya durumu yapısal olarak istikrarsızdı; bu yüzden de uzun sürmesi düşünülemezdi. İtalya, Almanya ve Japonya’da faşizmin zaferinin temelini bu toplumsal-ulusalcı rahatsızlık oluşturur. Bu sebeplerin ötesinde savaşı getiren temel somut olgu bu üç gücün saldırganlığıdır. Almanya ve Japonya hızlı bir saldırı savaşıyla rakiplerinin işini bir an önce bitirmek istiyordu; çünkü rakiplerinin gücü birleştiğinde Almanya ve Japonya’nın dayanma ihtimalleri çok düşüktü. 1941’de Hitler’in SSCB’yi işgaliyle resmen başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın öncülü, 1939-1940 yıllarında esasen bir Batı Avrupa savaşı olarak başladı. Almanya; Polonya, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Fransa’yı 1940 baharında kolayca işgal etti. Britanya, ABD için bir sınır ötesi savunma üssü olarak konumlanırken Batı Avrupa’da savaş, her iki taraf için de tıkandı. Rusya yürüyüşü her ne kadar anlamsız görünse de, Almanya için dünya fethindeki ikinci basamağı oluşturuyordu; Almanya ancak 1942’de Stalingrad’da durdurulabildi; buna rağmen müttefikler kıtaya 1944’e kadar giremediler. Almanya’nın en anlaşılmaz eylemi iki cephede savaştayken bir de ABD’ye savaş ilan etmesi olmuştur. Savaş antiemperyalist ayaklanmalarla tüm dünyaya yayıldı. Savaş, Japonya’yı bir an önce savaşın dışında bırakmak için atılan Hiroşima ve Nagazaki bombalarıyla son buldu. Kitle savaşı, topyekûn bir savaşa dönüştü. II. Dünya Devrimi Topyekûn savaş, ondokuzuncu yüzyılın liberal burjuva uygarlığını bir parçalanma ve krize sürüklerken insanlık bir alternatif bekliyordu. Bu alternatifin sosyalizm olduğuna inanıldı, Ekim 1917 Bolşevik Devrimi dünyaya bu işareti veriyordu ve iki dünya savaşını takip eden iki dalga içerisinde toplumsal hareketlere öncülük etti ve büyük ölçekte hakim oldu. Kısa yirminci yüzyıl, ABD önderliğindeki eski düzene bağlı güçlerle komünizm ve SSCB etrafında cisimleşen toplumsal muhalefet arasındaki mücadele olarak okunabilse de; bu imge yüzyıl ilerledikçe gerçekliğini kaybetmiştir. Ekim Devrimi, -yukarıdan bir bakışla- Batı’nın İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması, serbest piyasa Ortodoksluğundan kurtulması ve kendisini reformdan geçirmesi için gerekli dürtüyü sağlayarak liberal kapitalizmin kurtarıcısı olmuştur. Leninist Yeni Parti Tipi İnsanlığın kurtuluşunun acımasız ve disiplinli ordusundaki profesyonel devrimcilerin sayısı, on binleri geçmese de, bu kadrolar olmaksızın Ekim Devrimi’ni izleyen otuz yıl içerisinde insanlığın üçte birinin kendini nasıl bu rejim içersinde yaşarken bulduğu açıklanamaz. Leninist örgütlenme, küçük örgütlere, güçleriyle orantılı olmayan bir önem kazandırdı; ancak öncü partiyle devrim arasında kurulacak ilişki belirsizdi. Bu hareketler toplumsal mühendisler olarak iş görüyor, halkın istekleriyle öncülerin eylemleri çoğu zaman örtüşmüyordu. 1917 kuşağı içinde Leninist Marksizm hakim ideoloji haline geldi. 1914’te özellikle G. Amerika’da güçlü olan anarşizm, 1930’da dünya haritasından silinmişti. Toplumsal devrimci olmak, giderek Lenin’in bir takipçisi olmaya ve Moskova’ya bağlı olmaya dönüştü, anti-faşist birlik bu yönde güçlü bir etki oluşturdu. 1944’ten 1949’a süren ikinci devrim dalgası Ortodoks, Sovyet yönelimli komünist partilerce gerçekleştirildi. 1928’den itibaren Komintern sekter solculuk tarzına dönüş yaptı; bunun nedeni kapitalist sistemde bir devlet olarak Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla Enternasyonal’in dünya devrimi çıkarlarının çatışmasıydı. Stalin, Komintern’i bir devlet aygıtına indirgedi. Dünya devrimi bir retorik halinde kaldı; ancak Sovyet devletinin çıkarlarıyla çatışmadığı ve Rusya merkezli olduğu sürece destek veriliyordu. Birinci Devrim Dalgası Rusya’da meydana gelen devrim birçok devrimci ve devrime esin kaynağı oldu. Avrupa’da birçok hükümet yıkılıp, ayaklanmalar gerçekleşmiş olsa da sosyalizm yayılamadı. Almanya’daki ılımlı işçi sınıfının bir devrim yapması beklenemiyordu. Yine de, Berlin işçi ve asker Sovyetleri, imparatoru tahttan indirip radikal sosyalist bir yönetim atadı; cumhuriyetçileştirilen eski rejim birkaç gün içersinde kendini topladı ve seçimleri kazanmayı başardı. Komünist Parti’nin liderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e suikast düzenlendi. 1919’da Macaristan ve Almanya’da bir daha gerçekleştirilen ayaklanma girişimleri baskıyla ezildi. 1920’ye gelindiğinde Moskova’nın Avrupa’daki devrim beklentisi sona ermişti. Bolşevikler, sorunu uluslararası işçi hareketinin bölünmüşlüğünde gördü ve profesyonel devrimcilerin önderliğinde güçlü bir şekilde merkezi uluslararası bir komünist hareket inşa etmeye çalıştı. Batı’da yaşanan hayal kırıklığı Doğu’daki devrim umuduyla örtülmeye çalışıldıysa da, devrimin artık ilerleyemediği 1921 yılında görüldü ve sekter politikalar terk edildi. Bu yine de hareketin çeşitli fraksiyonlara parçalanmasını engelleyemedi. Radikal hareketler 1930’lara kadar Almanya, Finlandiya, Fransa gibi birkaç devletin dışında küçük azınlıklar olarak kaldılar. İkinci Devrim Dalgası Dünya toplumsal devriminin ikinci dalgası, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktı ve bu kez devrimi iktidara taşıyan, savaşa karşı gösterilen tepki değil bizzat savaşın kendisiydi. Alman ordusu yerel direnişçilerin katkısıyla yenilgiye uğratıldı, faşist Avrupa parçalandı ve komünist toplumsal direnişçiler iktidarı ele geçirdi. (Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan…) Batı Avrupa’da sosyal demokrat iktidarlar kurulurken; 1945 sonrası dönemde Üçüncü Dünya’da görülen antiemperyalist hareketler ve Çin ile Uzak Doğu’daki komünist rejimler bu akımın devamı olarak okunmalıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya dramatik bir şekilde sola kaymıştır. Savaş sırasında olan, solun genişlemesi değil örgütlenme gücündeki artış ve anti-faşist savaş doğrultusunda halktan bulabildiği destektir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı yerel direniş hareketleri vesilesiyle gerilla hareketlerini önemli bir strateji haline getirdi. İkinci dalga devrimci hareketlerin yapısına baktığımızda iki nokta dikkati çeker: 1- Faşistlere karşı devrimi gerçekleştiren yerel direnişçilerin arkasında her zaman SSCB desteği ve askerleri vardı. 2- Gerilla yolu, klasik sosyalist mücadeleden farklı olarak kırdan geçmek zorundaydı. III. Ekonomik Uçuruma Doğru Yirminci yüzyılın ikinci yarısının tarihi, savaşlar arası dönemde kapitalizmin girdiği büyük depresyon analiz edilmeden anlaşılamaz. Birinci Dünya Savaşı’nı kıtasından uzakta kazanan ve dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelen ABD’nin merkez üssünü oluşturduğu “Büyük Depresyon”, dünya ekonomisini çökertti. Büyük Depresyon’un Tarihi Savaş sonrasında ekonomide kısa süreli bir ısınma, beraberinde enflasyon ve ardından küresel çapta bir deflasyonla “Büyük Depresyon” geldi. Savaş sonrasında, 1914’teki mutlu günlere dönüleceği umut ediliyordu; dünya devriminin önünü kesmek için daha kısa çalışma saatleri ve daha yüksek maaşlar da kabul edilmişti. Ancak beklenen ısınma daha 1920’de çökmeye başladı. Denge bir kez daha işveren lehine bozulsa da piyasa büyük bir durgunluk içindeydi ve karlılıkla birlikte refahın da ele geçirilmesi artık zordu. Başta Almanya’da olmak üzere bütün dünyada para yönetim politikaları çöktü ve “enflasyon” özel tasarrufları ortadan kaldırarak iş sermayesi ve talep boşluğu yarattı. Enflasyon karşısında sabit gelirli alt ve alt orta sınıf Orta Avrupa’dan silindi. Bu ısınmanın zirvesinde ekonomi çöktü ve ticaret durma seviyesine geldi. 29 Ekim’de New York Borsası’nın çöküşü gerçekleşti ve Büyük Depresyon başladı. Gıda maddeleri ve hammaddelerin fiyatlarında, büyük endüstrilerin üretim seviyelerinde büyük düşüşler oldu. Temel malların fiyatlarındaki bu düşüş dış ticareti bu emtialara bağlı olan birçok ülkenin zayıf ekonomisini çökertti. Fiyatlardaki gerilemeyi karşılamak için gıda maddeleri üretiminde yapılan artışlar bu fiyatların iyice düşmesine sebep oldu. Bir kısır döngü haline gelen krizden çıkış yok gibi gözüküyordu. Krizin göstergeleri, işsizlik oranları ve küreselleşmenin gerilemesi oldu. Kitlesel işsizlik ve sigorta sistemi siyasetin temel taşı haline geldi. Büyük depresyon sırasında ülkeler ekonomilerini ve sınırlarını dışarıya kapattılar. Uluslararası göç ve sermayenin dolaşımı geriledi. Büyük Depresyon’un Nedenleri Krizi hazırlayan siyasal koşulları Versailles Anlaşması simgeler. Bu anlaşmayla Almanya’ya dayatılan tazminatlar ülkeyi periyodik krizlere sürükledi, kıtanın başat ekonomisinin kalkınmasının bu şekilde engellenmesi küresel ısınmayı imkansız kılan temel faktörlerden birisiydi. Almanya’nın ve diğer Avrupa devletlerinin ABD’ye olan borçları 1933’te iptal edildi. Bu bakış krizi kısmen açıklayabilir; ancak ekonomik açıdan duruma iki şekilde bakılabilir. Birinci bakış açısına göre, Amerika ile dünyanın geri kalan kısmı arasındaki gelişme simetrisizliğinden ötürü uluslararası ekonomide büyük bir dengesizlik oluşmuştu. ABD, küresel düzeyde istikrar kazandırıcı unsur olma zahmetine katlanmıyordu; çünkü dış ticaretin, Amerikan ulusal ticareti içindeki payı oldukça düşüktü. Bu istikrarsızlık ve dengesizlik sistemi çöküşe götürdü. İkincisine göre sebep, dünya ekonomisinin uzun süreli bir büyüme oluşturmak için yeterli talep oluşturamamasıdır. Küresel ısınmanın son yıllarında, 1920’lerde yaşanan refahın temelleri zayıftı. Ücretler gerilerken karlar oransız bir şekilde yükseldi ve zenginler pastadan çok daha büyük bir dilim aldı; bunun sonucunda tüketim, verimliliğe ve artan üretime ayak uyduramıyordu. “Serbest piyasa ekonomisi”, dev anonim şirketlerinin piyasayı tekelleştirdiği koşullarda “tam rekabet” söylemini anlamsızlaştırıyordu. Mevcut gerçeklik, sermayenin merkezde artan yoğunlaşması ve bunun sonucunda girilen Kontradiyev-B safhasıydı. Büyük Depresyon’un Sonuçları Büyük Çöküş, ekonomik liberalizmi yarım yüzyıl için tahrip etti. 1931-1932’de ABD, Kanada ve Fransa’nın da içinde bulunduğu birçok ülke sabit kur ve altın rezervi sistemiyle serbest ticareti terk etti. Bu, ulusal korunmaya gösterilen genel eğilimi temsil ediyordu. Bu doğrultuda uygulanan politikalar şunlardı: Gümrük tarifeleri, devlet alımları, kotalar… Kitlesel işsizliği ortadan kaldırmak için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin reforme edilmesi için “tam istihdam” politikaları uygulandı. Keynes’ci politikalara geçilmesinin temel sebebiyse, kitlesel işsizliğin oluşturduğu toplumsal ve siyasi tehlikeydi. Krize bağışıklığı olan tek ülke Rusya’ydı. Dünyanın geri kalan kısmı büyük bir durgunluk içersindeyken, SSCB beş yıllık planlarla büyük bir sanayileşme hamlesi yapmıştı. 1929’dan 1940’a kadar sanayi üretimi üç kat arttı, işsizlik sıfırdı. Planlama, savaş sonrası politikalarda ön plana çıktı. Sonuç olarak serbest piyasa ortodoksisi 1980’lere kadar ortadan kayboldu. Büyük Depresyon en önemli siyasi sonucu olarak, Avrupa’nın büyük bir bölümü çarpıcı bir şekilde sağa kaydı. İkinci Dünya Savaşı’nın kapıları 1931’de Almanya’da açıldı. Toplumsal rahatsızlığın kendini solda değil de radikal sağda gösterebilmesinin önemli bir sebebi de Komintern’in bu dönemde izlediği sekter politikalardı. Faşistler gerçek tehlike olarak görülmüyordu. Sendikalar krizin sertliğine dayanamadı ve üyelerinin büyük bölümünü kaybetti. Dünyanın geniş sömürge kesimindeyse çöküş antiemperyalist harekete ivme kazandırdı; İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusalcı hareketlerin temeli atıldı. IV. Liberalizmin Düşüşü Ondokuzuncu yüzyıl, liberal uygarlığın yükselme ve kurumsallaşma dönemi olmuştu. Liberal uygarlığın değerleri ilerlemeye olan inanç, temsili meclisler, anayasal hükümete bağlılık ve yurttaşlık, bilimin ve akılın öncülüğü, otokratik yönetimlerin reddi idi. Avrupa merkezli bir hareket olarak doğan sosyalizm ve çeşitli türevleri, “Batı uygarlığının” bu değerlerine değil de ekonomik yapısına bir saldırıyı içeriyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kadar temsili seçim rejimleri Avrupa ve Amerika kıtasında oldukça sıkken, savaşlar arası dönemde, liberal siyasi kurumların gerileyişine tanık olundu; bu gerileme 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle büyük ivme kazandı. Liberalizm Niçin Geriledi? Büyük Çöküş, devlet, işverenler ve onları suyun yüzeyinde tutan örgütlü işçiler arasındaki zımni pazarlığı sürdürmeyi imkansız hale getirdi. Sanayi çevreleri ve hükümetler, ekonomik ve toplumsal kısıtlamaları dayattılar ve kitlesel işsizlik başladı. Kapitalizmin, parlamenter demokrasiyle, ılımlı reformist işçi hareketleri için güçlü bir temel oluşturan liberal özgürlükler altında yönetilme riskini artık kaldıramayacağı düşünüyorlardı. Faşizmin iktidara gelmediği yerlerde siyasi olarak liberalizmden muhafazakarlığa doğru bir geçiş yaşandı. Faşizmi İktidara Taşıyan Temel Koşullar Devrim tehdidinde bulunan ama bunu gerçekleştirmekten uzak, güçlü sosyalist hareketler. Büyük Depresyon’un ve enflasyonun altında ezilen büyük bir orta ve alt-orta sınıfın varlığı. Frontsoldat kavramı, maço-militarizm. Sadece komünizme değil tüm işçi hareketlerine, sendikaların liberalizm içerisinde yükselen gücüne karşı doğan sağ tepki. 1918-1920 anlaşmalarına duyulan ulusalcı öfke. V. Ortak Düşmana Karşı İkinci Dünya Savaşı, birincisinin arkasından beklendiği gibi komünizm-kapitalizm arasında değil, iki ideolojik aile olarak Aydınlanma ve karşıtları (“ilerici” ve “gericiler”) arasında gerçekleşti. Komünist ve kapitalist olarak adlandırılan devletleri bir araya getiren güç, faşizm saldırganlığıydı; çünkü faşizm antikomünist olduğu kadar anti-liberaldi. Ancak buna rağmen Hitler’in 1933’te hedeflerini açıklamaktan hiç sakınmadan iktidara gelişinden 1941’e kadar güçlü bir anti-faşist koalisyon oluşturulamadı. Otuzların ortasından sonuna kadar, faşizme tutarlı bir şekilde muhalefet eden yegane ülke SSCB idi. SSCB’nin 1939’da Almanya karşısında tek başına kalmaktan korkarak toprak karşılığında tarafsızlık anlaşması imzalaması faşizm tehditine karşı “Batı ailesinin” birleşmesi umudunu zayıflatmıştı; bu güçleri birleştiren faşizmin kendisi oldu. Anti-Faşist Cephe Anti-faşist birlik çağrısı, faşizmin doğal düşmanları olan sosyalistlere, komünistlere, liberallere yöneldi. Anti-faşist birliğin örgütleyiciliğini yapan, Komünist Enternasyonal oldu. Hitler’in iktidara gelmesinden sekiz ay sonra Komintern, izlediği sekter çizgiyi terk etti ve solu “Birleşik Cephe” altında toplamayı başardı. Bu cephe, daha sonraları demokratlar ve liberallerle kurulan “Halk Cepheleri”nin temelini oluşturdu. Faşizmin hedef olarak seçtiği entelektüeller, anti-faşist çağrıya kulak verip, kitlelerin aktivize edilmesinde önemli bir rol oynadılar. Savaş Sonrası Halk Cepheleri ve Avrupa’da Solun Yükselişi Anti-faşist savaşın mantığı, Avrupa’yı sola yöneltti. Savaş sonrası Avrupa’daki hükümetler halk cephelerinden oluşuyordu. Moskova, savaş öncesi hedefinin asla toplumsal bir devrim olmadığını duyurmuştu; hedefleri bu “yeni tipte demokrasilerdi”. Savaş sonrasında Avrupa parlamentolarında liberaller, sosyal demokratlar ve hatta komünistler birlikte yeniden yapılandırılmış, reformlara dayanan kapitalizmi yönettiler. Batılı direniş hareketleri sayesinde, Avrupa savaş sonrasında sola kaydı. Mihver’e karşı savaşın esas olarak iç gerilla güçleriyle gerçekleştirildiği Arnavutluk, Yugoslavya ve Yunanistan’da komünist hareketler iktidara gelerek -Stalin’e rağmen- devrimi gerçekleştirdiler. Savaş koşulları, öncü Leninist parti örgütlenmelerindeki profesyonel devrimcileri popüler hale getirdi, kendilerini davaya adamışlıkları toplumdan önemli bir destek gördü. Savaş Sonrası Üçüncü Dünya Asya, Afrika ve İslam Dünyası için düşman, faşizm değil Britanya, Fransa, Hollanda, Belçika ve ABD sömürgeciliğiydi. Savaş, emperyalist devletlerin zayıflığını göstermiş oldu. 1942’de Hindistan, Endonezya gibi ülkelerde ulusal kurtuluş hareketleri oluştu. Bu hareketlerin tipik bir özelliği, sola yönelmiş olmaları ve savaş sonrası anti-faşist birliklere katılmalarıydı. Bunun sebepleri; antiemperyalist teori ve siyasetlerin Avrupa solu menşeli olması, bu hareketlere desteğin uluslararası sol hareket ve Sovyetler tarafından verilmesi ve bu hareketlerin tipik olarak batıda eğitim görmüş modernist elitler tarafından örgütlenmesiydi. Devrimci elitlerle köktenci halk arasında kopukluklar vardı, ancak; sömürgesizleşme savaşında kitlelerin desteğini alabilen modern seküler hareketler -Mısır, Pakistan, Suriye, İran, Irak- oluşabildi. VI. İmparatorlukların Sonu Üçüncü Dünya İçin İki Alternatif Model? On dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupalı birkaç ülke, dünyanın geriye kalan kısmını çok kolay bir şekilde işgal etti. Kapitalizm ve burjuva toplumu dünyayı dönüştürdü ve yönetti; bu bölgelerdeki elitler aracılığıyla, dünyanın geniş bir kesimi kapitalist sisteme dahil edildi. 1917’ye kadar Üçüncü Dünya için yegane model buydu; 1917’den itibaren ise yeni bir model ortaya çıktı: Sovyet komünizmi. İki modelin ortak özellikleri; batılı olmaları, elitlerce taklit edilmeleri, ekonomik ve teknolojik gelişmenin ve servet birikiminin modelleri olarak görülmeleriydi. Batılılaşmak-modernleşmek dışında hiçbir alternatif model yoktu. Bu gelişme modeli, yerli inanç setleri ve motifleriyle örtüşebilirdi – modernleşmeye engel olmadığı sürece. Kapitalizme karşı saldırı -geç yirminci yüzyıldaki köktenci hareketlere kadar- bu pre-kapitalist ideolojilerden gelmiyordu. Bu hareketler batılı idi ve küçük elit sınıflar tarafından yönetiliyordu; halkta var olan modernleşmeye ve toplumu yöneten bu elit sınıfa dair kuşku, kurtuluş hareketleriyle halk arasında kopukluklar yaratıyordu. Sömürge Yönetimleri Sömürge topraklarının, 1914’e kadar, merkez ülkeler için esas önemi; temel ürünlerin üretimi, hükümet borçlanmaları ve ulaşım, alt yapı v.b için sermaye yatırımlarına bir çıkış oluşturmalarıydı. Bu tarihteki model, bağımlı dünyanın kendi temel mallarını satarak karşılığında mamul ürünleri ithal ettiği ve böylece sermayenin merkezde yoğunlaşabildiği bir modeldi, esas olarak tarımsal bir piyasa isteniyordu. Fakat Birinci Dünya Savaşı sonrası kuzey ile bağımlı dünya arasında dev liman kentleri (Buenos Aires, Sydney, Bombay…) kuruldu ve pamuk endüstrisi başta olmak üzere yerel üretim gelişti. Fakat Üçüncü Dünya’nın sanayileşmesindeki büyük atılım -gelişen ulaşım imkanlarının da etkisiyle- ancak yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşti. Sömürge İmparatorluklarının Çöküşü Birinci Dünya Savaşı, sömürgeciliğin yapısını ciddi bir biçimde sarsan ilk olaylar setiydi. İngiltere’nin bağımlı ülkeler üzerinde oluşturduğu kaynak baskısı ve imparatorlukların zayıfladığının su yüzüne çıkması, ilk kez bu ithal rejimlerin geçiciliğini gösterdi. Büyük Depresyon ise bütün bağımlı dünyayı sarstı. Aslında bu tarihe kadar emperyalizm yönetimi, bu ülkeler için bir gelişme dönemi olmuştu; hammadde fiyatlarının diğer ürünlere göre değerinin muazzam ölçüde düşmesi bu ekonomileri kökten sarstı – bu bölge için doğal olmayan ilk afetti. 1930’lar, siyasallaşmış azınlıklarla halk arasındaki bağlantıyı sağlaması sebebiyle kritik yıllar oldu. İkinci Dünya Savaşı ise sömürge imparatorluklarındaki kaçınılmaz parçalanmayı gerçekleştirdi. VII. Soğuk Savaş İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkan iki süper gücün etrafında oluşan komünistkapitalist kamplaşma 1945-1990 arası dönemin uluslararası siyasetlerini belirledi. İki kampın da siyasi tercihi, kendi içindeki rakip kamp taraftarlarını marjinalize etmekti. ABD ve SSCB birbirlerine sürekli olarak nükleer saldırı tehdidinde bulundularsa da aslında gerçeklik, kıyamet retoriğine rağmen küresel savaşın uzak olduğu yönündeydi. İki kamp arasındaki sınırlar 1943-45’te çizilmişti, özgürleşen sömürge imparatorlukları hangi tarafa geçecekleri belli olmayan bölgelerdi ve ABD-SSCB mücadelesi sadece bu bölgede yoğunlaştı; ancak burada da birbirleriyle karşı karşıya gelmediler. Karşılıklı olarak bu sınırları benimsediler ve birbirlerinin topraklarına saldırmadılar. Dünya sistemi bu yapılanma içinde bir istikrar kazandı, kurulan dev “askeri-endüstriyel kompleksler” ve Amerikan hegemonyası kapitalist ekonominin canlandırılmasında önemli faktörler oldu ve bu 1973 krizine kadar devam etti. Soğuk Savaşın Sebepleri Amerika ve Batı Avrupalı güçler için savaş sonrası temel tehlike, toplumsal devrimdi ve merkez ülkelerdeki refah devleti politikalarıyla buradaki kitlelerin radikalleşmesinin önüne geçilmeye çalışıldı, aslında bunda başarılı da olundu. Ancak bu politikalar etkisini gösterene kadar potansiyel komünist tehdide karşı batılı ülkelerin muhafaza edilmesi gerekiyordu; bunun için komünist kampın çevrelenmesi politikası oluşturuldu. SSCB tarafındaysa Stalin, kapitalizmin krize girmekten çok gelişeceğini öngörüyordu ve yeni tip demokrasiler içinde batı kapitalizmiyle orta vadeli evlilikler yapmayı tasarlıyordu; anti-faşist mücadele yürütülen ülkelerde devrimi hedeflemediğini açıklamıştı. Bu strateji, devrimi yaymak için mücadele etmekten çok, ülke çıkarlarını ön plana çıkarmanın bir göstergesiydi. Savaşta ekonomisi büyük ölçüde çöken Sovyetler için yeni bir savaş tehdidi veya devrimi yaymak için yapılacak bir mücadele aslen çok uzak görünüyordu; bu koşullarda Amerika’nın düşmanlığına verilecek cevap “uzlaşmama siyasetiydi”. Bu şekilde uluslararası pozisyonlarını korumaya çalıştılar. Amerika için bir dış düşman yaratmanın çok önemli bir getirisi daha vardı; bu, oy toplamanın ve halkı seferber etmenin bir yoluydu, buna ilaveten ABD’nin “kapitalist kampın” lideri olması ve tarafındakileri koruyacağı retoriği güçlü bir “Amerikancılık”a evrildi. Bunu ülke içindeki komünistlere yönelik “cadı avları” izledi. Soğuk Savaşın Tarihi: 1947-1974: Bu dönem, kapitalizmin altın çağıyla çakıştı. ABD, savaş sonrasında küresel istikrarı sağlamak, hegemonyasını dayatabilmek ve ekonomik gelişmeyi garantiye almak için çeşitli düzenlemelere gitti. Siyasal kurumlar olarak NATO, BM ve sonrasında AB’yi kurdular. Artı değerin tekrar dağıtımı için, Avrupa’ya (Marshall yardımları) ve Japonya’ya yardımlar yapıldı. 1974-1989: Kapitalizmin karlılığının sona ermesiyle soğuk savaşta yeni bir döneme girildi. Vietnam Savaşı (1965-1975), 1974-1979 üçüncü devrim dalgası ve OPEC krizi, ABD’nin itibarını sarstı; 1980’de iktidara gelen Reagan, şov karakterinde işgallerle, bu toplumsal çöküntüyü ve hegemonyanın gerileyişini tersine çevirmeye çalıştı. 80’lerle birlikte Altın Çağ’ın artık sona erdiği iyice gözle görülür hale gelmişti. Refah devletinin, kapitalizm üzerinde oluşturduğu baskıya karşı yeni-muhafazakarlık yükselişe geçti. Soğuk savaş, SSCB ve ABD ekonomilerini yapısal krizlere sürükleyerek sona erdi. ABD’nin zayıflamasının sebepleri; kendi finanse ettiği Batı Avrupa ve Japonya’yla rekabet edemez hale gelmesi, sosyal devlet ve savaş harcamalarının (özellikle Vietnam) açık verilerek finanse edilmesi ve sonuç olarak doların zayıflamasıydı. SSCB’nin çöküşünün sebepleriyse 1960’lardan itibaren, teknolojik-ekonomik olarak çok gerisinde olduğu, kapitalist sistemle birebir ilişkiye geçmesi, kalkınamayan sosyalist ülkelerin SSCB’den almaya devam ettikleri yardımlar ve her zaman ki gibi savaş harcamalarıydı. ALTIN ÇAĞ I. Altın Yıllar: İkinci Dünya Savaşı’yla 1970’ler arası dönem, tüm dünya ekonomisi açısından bir yükselme dönemi oldu; tüm dünyada ticaret ve mamûl mal üretimleri büyük artış gösterdi. Üçüncü Dünya’da kişi başına düşen besin üretiminin yanı sıra ortalama yaşam süresi ve nüfus da artış gösterdi. Altın Çağ ve takip eden yıllar içerisinde, İkinci ve Üçüncü Dünya’da büyük bir sanayileşme hamlesi oldu ve tarım temelli ülkelerin sayısı dünya üzerinde 15’e kadar düştü. Ama bu çağ, esas olarak kapitalizmin altın çağıydı. Japonya ve Batı Avrupa verimlilik ve üretim seviyelerinde ABD’yi yakalayacak büyük atılımlar gerçekleştirdiler; ABD’nin gelişme eğrisi ise Avrupa ve Japonya’ya göre bir gerileme içerisindeydi. Özellikle merkez ülkelerde, Keynes’ci politikalar sonucu, işçilerin reel ücret seviyeleri gittikçe yükseliyor ve bu daha önceden lüks olan pek çok ürünü gündelik hayatın parçası haline getiriyordu. Bu şekilde oluşturulan talep de sistem için dinamizasyon sağlıyordu. Bu eğilimin sürekli olduğu zannediliyordu; ancak böyle olmadığı görüldü. Altın Çağ eurodolar spekülatif hareketlerinin hakim olduğu aşırı ısınma ile birlikte sona erdi. Altın Çağ’ın Karakteristik Özellikleri: Bu tipik bir Kontradief-A evresiydi; ancak bu kadar büyük ölçekli olmasını sağlayan temel özellikler vardı: 1 Planlama+Keynes’ci Refah Devleti ( karma ekonomi ). 2 Teknolojik buluşlar merkez ülkelerde konumlanırken, eski teknolojileri yeni ülkelere taşımak temelinde kurulan yeni bir uluslararası iş bölümü ve meta zinciri ağı. 3 ABD ve doların uluslararası hegemonyası ve sağladığı istikrar. Avrupa’daki işçi hareketleri ve sosyalist hükümetlerin, kapitalizmin ortadan kaldırılması için çağrı yapmak dışında alternatif bir çözümleri olmadığından, servet yaratan güçlü bir kapitalist ekonomiye, işçileri finanse etmek için dayanmayı tercih etmesi. (Tam istihdam, sigorta harcamaları gibi politikalar bu ihtiyaçları karşıladı ve kitlelerin radikalleşmesinin önüne geçildi; bir yandan da komünizm kuşatıldı.) Altın Çağ’ın karakteristik özelliklerini sıralayacak olursak: Ekonomideki büyük patlamanın yan ürünü ekolojik kirlilik oldu; çünkü hakim ilerleme ideolojisi, insanın doğa üzerindeki, artan hakimiyetine dayanıyordu. Tipik sorunlar şunlar oldu: fosil yakıtların tükenmesi, statosferde artan karbon oranları, ozon tabakasındaki delik, orman alanlarının azalması, tarımsal üretim tarzındaki değişiklikler, çarpık kentleşme. Fordist üretim tarzı otomobil sektöründen, inşaattan hazır gıdaya kadar pek çok alana yayıldı (Mc Donalds). Teknolojik Devrim: Plastik, politen, tv, transistör, bilgisayar gibi birçok yeni teknoloji sivil ve askeri endüstrinin motoru haline geldi. Bu bilimsel araştırmaların üç tipik özelliği vardı: 1 Gündelik hayatı değiştirmeleri, ilerleme ideolojisiyle paralel bir şekilde “yenilik”in ve reklam sektörünün önem kazanması. 2 Eski tip endüstriler, Üçüncü Dünya ve sosyalist ülkelere kaydırılırken, merkez ülkelerde Ar-Ge’nin önemli hale gelmesi. Yeni üretilen yüksek teknolojili ürünlerin tekelini koruyabilmek için patent hakkı gibi devlet uygulamalarının önemli hale gelmesi. 3 Sermaye yoğunluklu yeni üretim biçimleri sonucu, emekten tasarruf. Uluslararası (özellikle 1970’lerden günümüze) ulus-ötesi dünya ekonomisi gelişti. Ulusötesi ekonomide, devlet toprakları ve sınırları artık bir çerçeveyi değil engelleri oluşturuyordu. Ulusötesi şirketlerin temel özellikleri şunlardı: 1 Ulusötesi firmalardan oluşuyordu ve sermayenin merkezde yoğunlaşmasını sağlayan bir uluslararası işbölümünü içeriyordu. Ülkelerin kayıtlarına ithalat/ihracat olarak geçen kavramlar, bir firma (General Motors) içindeki sermaye ve mal akışıydı. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde uluslararası parça üretim ve montaj ağları kuruldu. Özellikle 1970’lerden sonra merkez ülkelerden çevre ülkelere sanayi transferleri gerçekleştirildi. 2 Kıyı bankacılığı gelişti. Paranın akışkanlığının artması, hareketinin kolaylaşması ve ulusötesi şirketler, devletlerin temelini sarsan faktörler oldu. KÜLTÜREL DEVRİM “Kültürel Devrim”, gelişmelerin özellikle gençlik kültürü alanında çarpıcı olduğu, birçok toplumsal değer ve kuralların yıkıma veya değişime maruz kaldığı, 1968 tarihiyle sembolleştiği dönemdir. Kültürel devrime en iyi yaklaşım, cinsiyetler ve kuşaklar arasındaki ilişkilerin yapılarındaki kırılmalar dolayımıyla sağlanabilir. Toplumsal formasyonların büyük çoğunluğu (klan kabile toplumlarını hariç tutarsak) her zaman şu ortak özellikleri taşımıştır: Resmi evliliğin varlığı (evlilik dışı cinsel ilişki evrensel düzeyde bir suç sayılmıştır.) Erkeğin kadın üzerindeki iktidarı Yaşlıların gençler üzerindeki iktidarı Cinsiyetler arasındaki kriz: Boşanma oranlarındaki yükseliş. (Örneğin İngiltere’de her 2,2 evlilikte 1) ABD’de kürtaj 1978’de, erkek homoseksüelliği 1961’de yasallaştırıldı. Evlilik dışı çocuk doğurma ve nikahsız yaşam yaygınlaştı. Yasalar yeni bir cinsel iklim yaratmaktan çok, mevcut durumun tanınması anlamına geliyordu. Genç kuşakta görülen siyasal radikalleşme: Gençlik, bağımsız bir toplumsal ajan haline geldi. Örneğin en dramatik siyasi gelişmeler müzik topluluklarının yarattıkları hareketlerdi. Bu hareketlilik eşi görülmemiş bir fenomenle birleşti: Hayatı ve gençliği bir arada sona eren kahraman! 1950’lerde James Dean’le başlayan bu fenomen Rock müzikte de bir ideal haline geldi: Rolling Stones, Bob Marley, Jimi Hendrix ve pek çok ilah ölümün tasarlandığı bir hayat tarzının kurbanı oldular. Gençler ile ona hissettiğinden daha az olgunlaşmış davranarak iktidar kuran yaşlı kuşak (ana, baba, öğretmenler vb.) arasında bir gerilim doğdu. Yeni gençlik kültürünün 3 yeniliği vardı: 1 Gençliğe yetişkinliğe hazırlık evresi değil, nihai aşama olarak bakış: Gençlik meslek hayatına atılmak için aşılması gereken bir basamak değil enerjisinin ve yaratıcılığının kullanılması gereken bir dönem olarak görüldü. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya yönetim mekanizmaları yaşlıların elindeydi. Bu durum komünist devletlerden, sömürge sonrası uygarlıklara (Gandhi, Sukarno) kadar böyleydi. Bu koşullarda 32 yaşında iktidarı ele geçiren Fidel’in özel bir anlamı vardı. 2 Gençlik kültürünün gelişmiş piyasa ekonomilerinde görülmesi: Gençlerin tam istihdam politikalarından dolayı ekonomik bağımsızlıkları vardı. Teknoloji hızı avantaj sağlıyordu. Örneğin yeni bilgisayar teknolojilerini gençler tasarlıyordu. Dolayısıyla sistemden kolaylıkla tasfiye edilemiyorlardı. 3 Enternasyonalist yönü: Blue Jeans ve Rock müziği gençlerin ayırt edici özelliği haline geldi. Bu yeni kültürel hegemonyanın başlıca taşıyıcısı ise Amerikan film endüstrisidir. Sadece Hollywood aracılığıyla değil, üniversite şebekeleri ve gençlik turizmi vasıtasıyla küresel bir gençlik kültürü oluştu. Gençlik Kültürü Neden Oluşabildi? 1 Tam gün eğitimin uzunluğu, üniversitelerde aynı yaş grubu insanları bir araya getirdi. 2 Tam istihdam politikalarının yarattığı ekonomik bağımsızlık. 3 Kuşaklar arasındaki tarihsel uçurum. Gençlerin büyük tufandan önceki döneme dair anıları olmadığı için yaşlılar gibi eskiye bakıp şükretmek zorunda değillerdi. Yeni gençlik kültürünün özü, entelektüel bir ifade kazandığı zaman ortaya çıktı: Yasaklamak yasaktır, hapishanede bulunmamış kimseye güvenme vb. Bunlar ilk bakışta görülenin aksine geleneksel siyasal ifadeler değildi. Özel duygu ve arzuların kamuoyuna ilanıydı. Kitlesel bir isyanı andırdığı zaman bile öznellik bu hareketin çekirdeğini oluşturuyordu. Örn: “Özel olan politiktir” sözü yeni feminizmin en önemli sloganı haline geldi. Yani kişisel kurtuluş ve toplumsal kurtuluş el ele gitti. Devletin ve eski geleneksel değerlerin bağını kırmanın en iyi yolu cinsellik ve uyuşturucuydu. Uyuşturucu devlet tarafından türlerine göre yasaklandı. Fakat illegal olan uyuşturucu, mafya için büyük bir pazar oluşturdu. Sonuç: Muazzam boyutlardaki uluslararası kokain piyasası ve bu nedenle lümpenleşerek silinen türlü gençlik örgütlenmeleri idi. Paralel bir durum da cinsellik konusunda yaşandı. Özgür cinsellik sloganıyla beraber porno endüstrisi gelişti. Değişikliklerin büyük önemi, bunların toplumsal sözleşmeleri ve tarihsel insan ilişkilerini reddetmesiydi. Ve daha da önemli olan ise, reddedişin bir alternatif adına değil kişisel arzunun sınırsız özerkliği adına yapılıyor olmasıydı. Özetle, kültürel devrim bireyin toplum karşısında kazandığı zafer ya da daha doğrusu geçmişte insanların kumaşını dokuyan ipliklerin kopması olarak anlaşılabilir. Kapitalizmin başarısı tam kapitalist olmamasında yatar. Onun motoru sadece bireyin çıkarı değildir ve de olamaz. O zaman insanlar birbirini yer ve sistem sürdürülemez. Karşılıklı güven ilişkilerinden tutun da bir sürü değer ve alışkanlıkların sürdürülmesi, kapitalizmin en az birey çıkarı kadar elzem ilkeleridir. Adam Smith’in piyasanın görünmez eli dediği, devletin görünür eli olan ailenin, küresel gençlik hareketleri nedeniyle yapısında meydana gelen çözülmeler, karşılıklı güven ve sözleşmelerin yerine getirilmesini sarsmıştı. Kapitalist sistemin düzenlemesinin bir bölümü; bu karşılıklı güven ve sözleşmelere dayanan akrabalık ve cemaat ilişkilerini, diğer bölümü ise devlet gücünü gerektiriyordu. Örneğin, uluslararası ticaret ve bankacılık gibi büyük risk taşıyan alanları en başarılı biçimde yönetenler Yahudiler olmuşlardır. Sonuçta kapitalizmin tarihten devraldıklarının (dayanışmayı olduğu kadar tahakkümü de barındıran aile değerleri, yaşlı iktidarı vb.) aşınmasıyla ilerleyemeyeceğini kanıtlayan şey kültürel devrim oldu. Özetle kültürel devrim sistemin en kapsamlı eleştirisidir ve kapitalizmin sürdürülemezliğinin kanıtlandığı bir dönemdir. KRİZ ON YILLARI 80’lerde zengin ve gelişmiş ülkeler, ilk defa karton kutuda yaşayan evsizlerin görüntüsüyle karşılaştı. Birleşik Krallık’ ta 400.000 evsiz vardı. Kriz on yıllarının merkezi gerçeği, kapitalizmin artık iyi işlemediği değil, denetlenemez hale geldiğidir. 1973 sonrası, yirmi yılın tarihi yönünü kaybetmiş istikrarsızlığa ve yıkıma sürüklenen bir dünyanın tarihidir. Soğuk savaş sistemi her iki süper gücü ve diğerlerini istikrarlı hale getirmişti. Çöktüğü zaman da büyük bir karışıklığa sürükledi 1987 Amerikan ve küresel borsa krizi, Meksika ile başlayan (ilk olarak borçlarını ödeyemeyeceğini ilan eden devlet) borçlanma krizleri ve 1992 de uluslararası döviz krizi: Meksika ve Latin Amerika ülkeleri borçlarını ödeyemez hale geldiler ve batı bankacılık sistemi iflasın eşiğine geldi. Çünkü kendi yatırımlarını buralara kaydırmışlardı. Bu 1929 Büyük Buhranı’ndan beri yaşanan en tehlikeli andı ve henüz tam öyküsü yazılmadı. Kriz on yılları, kısa vadeli borç bulma ümidi ve Keynes’ci eski ekonomik reçeteleri uygulayamayan hükümetlerin öyküsüdür. Keynes’cilerin ekonomik sorunlarla başa çıkma yolu şuydu: Tam istihdam yarat, yüksek ücret ver, talep pompala. Sunulan yegane alternatif, liberal ekonomik imamlardan geldi: Neoliberaller. Onların argümanı ise, “Siyaset, enflasyonu denetlenemez hale getirdi.” idi. Çözüm: Maliyetleri azaltmak için her şeyi yap; İşçi çıkar, çevre yıkımına engel olan enstrümanların maliyetini üzerinden at vb. Reel sosyalizmin yer aldığı alanlarda da benzer bir durum yaşanıyordu: 1980’lerdeki ılımlı büyüme yerini çöküşe bırakmıştı. Fakat Çin ekonomisinde tam tersi bir durum vardı. Örneğin, yönetim el kitapları ve Konfüçyüs öğretileri. Neoliberallerin insan emeğini dışlamak için tasarladığı programlar, sistemde büyük bir gerilim yarattı. Örneğin, telefonların sayısı 5 kat artarken telefon operatörleri %12 azaldı. Sistem yenilgiyi kabullenemiyor, depresyon, çöküş terimleri yerine resesyon-durgunluk tabirleri kullanılıyordu. Fakat ortada çevrimsel değil yapısal bir kriz vardı. Çünkü eski zamanlarda kaybedilen işler durum düzeldiğinde geri gelmeyecekti. Sonuç: Özellikle demokratik kapitalist ülkelerde, insanlar kendi yaşamlarına dair bir güvensizlik hissiyatı içine girmeye başladılar. Artık yaşamı idame ettirmek korkulması gereken riskler barındırabiliyordu. “Korkmuş insanlar koruma arar”. İşte tam da bu yüzden kendini bu ekonomik linç ortamında yalnız hissedenler devlete de güvenemediklerinden (ulus-devletin durumu vahimleşmeye başlamıştı; ayrıntı için bir sonraki bölüme bkz.), kültür devrimine yanıt olarak doğan etnik, dinsel, ırksal cemaatler vb. özdeşlik grupları çevresinde birikmeye başladılar. Küresel ölçekte sol da kültürel devrim olgusundan nasibini aldı. Sol ve sosyal demokrasi, çevre, kadın vb. hareketlere olan kayma sebebiyle büyük bir kan kaybı yaşadı. Çünkü insanlar solun ve sosyal demokrasinin de iki aşamalı strateji temelinde (devlet iktidarını ele geçir, daha sonra dönüştür) destek sağladığı ve tarihsel sözlerini tutmadığı konusunda büyük bir hayal kırıklığı içindeydiler. Örneğin, zengin ve yoksul arasındaki uçurum komünizm de dahil olmak üzere her yerde çok büyüktü. Bu durum büyük bir inanç ve umut yitimine sebep oldu. Dünya topluluğu hiç bu kadar ayrımcı ve verimsiz olmamıştı. Kolektif ayrılıkçılık arayışındaki insan grupları bile aynı ulusalcı dili kullanıyorlardı. Örn: Eşcinseller ulusu. Bu noktanın ardında yatan neden grup sadakatinin sağladığı siyasal manivelayla, etnik olmayan ihtiyaçları karşılayamayan devletten pay koparmaktı. Bu yıllarda, birinin kimliğini ötekinin kimliksizliğini vurgulayarak oluşturmak zorunlu oldu. Çünkü Jenosit ve kitlesel sürgünlerle teorik olarak homojenleştirilmiş bölgeler, kitlesel insan hareketleri (işçi, turist, iş adamı, teknisyen) nedeniyle tekrar heterojenleşmişti. Örneğin, toplumsal değişimler nedeniyle zayıflayan, değer yitimlerine uğrayan Sünni Türk kimliğinin oluşumunda da bir bakıma Kürt kimliğinin inkârı ve Aleviliğin baskı altına alınması yatmaktaydı. Egemen ulus devletlerin, uluslararası anlaşmaları ağır ve yetersizdi. Saddam’ın kendi halkına yaptığı katliamlar 1925 Cenevre protokolünün ihlal edilmesi anlamına geliyordu. Ulus devletler bu sorunlarla uğraşacak durumda değillerdi. Peki kim ve nasıl uğraşacaktı? Uluslararası eylemde bulunmanın 2 yolu vardı: 1 Ulus ötesi yetkilere iktidar devretme. Örn: AB. Gücü, Brüksel’deki seçilmemiş otoritenin siyasal inisiyatif almasında ve demokratik merkezi siyasetlerin baskısına bağışık olmalarında gizlidir. 2 Ulus devlete ve demokrasilere karşı korunan IMF ve WB (World Bank) otoritesi. BÜYÜCÜLER VE ÇIRAKLARI Bir tarihçinin uğraşmak zorunda olduğu paradoks şudur: Bilim, tarihin hiçbir döneminde yirminci yüzyıldaki kadar çok ve bağımsız bir etki yaratmamıştır. Ayrıca tarihçi, şu olgunun da farkına varmalıdır: Son aşamasına girmiş kriz durumundaki kapitalizm, kendisinin ideolojik meşrulaştırma ayaklarından biri olan bilimsel paradigması da bir krizin eşiğindedir. I. Bilimsel Paradigmadaki Değişmeler Bilimin şu ana kadar çekirdeğini oluşturan Newton fiziği sağlam, tutarlı ve metodolojikti. Yasaları evrensel, kozmik ve mikro kozmik düzeyde geçerliydi. Bu, soyutlamalarla dolu paradigma tüm toplumsal ve doğal bilimlere sıkı bir nedensellik ve düz bir çizgide gelişme anlayışı yerleştirdi. Bütün sistem deterministti, laboratuar deneyinin amacı günlük hayatın karmaşıklığını yok edip bu determi nasyonu ortaya çıkarmaktı. Bu deterministik yaklaşım atom altı düzeydeki fenomenleri gözlemleme sürecinde ortaya çıkan belirsizlik ilkesinin keşfiyle ve de özellikle Kaos Teorisi’nin ortaya çıkışıyla felce uğradı. Yeni bilimsel gelişmelerle kanıtlandı ki Newtonyen dünya tasavvuru artık bir yetişkinin üzerine giydirilmeye çalışılan dar çocuk ceketiydi. Öte yandan, kuantum fiziğindeki gelişmelerin de katkıda bulunduğu Kaos Teorisi ise, olguların nedenselliği ve önceden kestirilebilirliği arasındaki bağı kopardı. Bu durum sadece fizik, kimya vb. gibi alanlarda değil, sosyal bilimlerde de etkisini gösterdi. Teori, sosyal bilimler için şunu söylüyordu: Tarihsel ve evrensel gelişme zincirlerinin sonuçları başlangıçtan itibaren kestirilemez, aynı çizgi tekrarlanırsa, en hafif sapmaların dahi toplumsal süreç- evrim farklı bir kanala kayar. Atom altı, yani kuantum fiziğinde kanıtlanan olgular yerleşik sosyal bilim teorilerini sarsmıştır. Doğal ve toplumsal gelişme, düz, kesintisiz bir çizgi halinde değil, kaos aralığında çoklu tercihlere açık bir gelişme olarak yaşanır. Toplumsal gelişmelerde zorunluluk kavramının yerini rastlantısallık almıştır. Bu yaklaşımın siyasal ekonomik ve toplumsal sonuçları büyüktü. Örneğin, Marksizm’deki, kapitalizmden sonra komünizm sisteminin gelişi bir zorunluluktur düşüncesi tarihe karıştı. Gelişmenin diyalektiğinde, kaos aralığı her olguda kendini gösterir. Bu da kesintisizliğin, düz çizgideki kesintisiz ilerlemenin, bir soyutlama olduğunu gösterir. Kaos aralığı, toplumsal süreçlerde insanlığın yaşadığı kriz anlarıdır. Shakespeare’in tanıklık ettiği feodal sistemden kapitalist sisteme geçişin yaşandığı onyedinci yüzyıl böyle bir aralığa örnektir. Dolayısıyla sosyal bilimler, eğer birer bilimlerse, artık şunu söyleyemezler: Kapitalizm, feodal sistemden sonraki daha gelişmiş toplumsal biçimlenmedir. Çünkü kriz-kaos anlarından nasıl bir gelişmenin çıkacağı bu süreçlerden etkilenenlerin mücadelelerinin önceden kestirilemez sonuçları olacaktır. İşte tam da kapitalizmin böyle bir aralığın içine girmesi nedeniyle biz de böyle bir kriz aralığında yaşıyoruz. II. Bilim Adamlığının Elitleşmesi Durumu ve Bilimin Toplumdan Uzaklaşması Bilim adamlarının yüzyılımızda içinde bulunduğu duruma bakarsak, demokratik ve popülist dünyada, parasal imkanlar sağlayan görece az sayıdaki merkezde yoğunlaşmış, kendi alanları dışına çıkamayan, alanında uzmanlaşmamış bir elit grup haline geldiklerini görürüz. Birbirleriyle konuşabilmek için aralarında grup toplantıları yapmaya başlarlar. Halbuki bilim, teorisyenler ve pratisyenler arasındaki işbirliğidir. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Ancak son yüzyılda, sürücü koltuğunda artık teorisyenler var. Yani, büyücü çırağının bilgi eksikliği nedeniyle endişelenmesine artık gerek yok. Bu olgu, zorunlu olarak şunu doğurmuştur: Kullandığımız şeyin nasıl çalıştığına dair bilgi gereksiz bilgiler haline geldi. Bu tıpkı oyun kağıtlarının imalat sürecinin poker oyuncularını ilgilendirmemesini andırıyordu. Süpermarket kasiyerleri yeni yüzyıl insan normunu temsil ediyordu. Bilimsel gelişimin “sıradan” insanın ilgi alanından kaçışı bilimsel olanın esrarengizleşmesine, dolayısıyla da bilimden duyulan kuşku ve korkuya neden oldu. Bunun başlıca nedenleri bilimin kavranamazlığı ve insanın evrenin karşısında çaresizliğini vurgulamasıydı. Hamlet: “Yeryüzünde ve gökyüzünde bizim felsefemizin rüyasında bile göremeyeceği çok şeyler vardır…”. Bilimin açıklayamadığı şeyleri keşfetme konusunda insanların hissettiği güçsüzlüğü tasvir eden Shakespeare’in bu tümcesi hala geçerliliğini hissettiriyordu. Biraz da bilimsel olanın esrarengizleşmesinin sonucunda oluşan, evrende hiçbir zaman açıklanamayacak şeylerin olduğu düşüncesi insanlarda müthiş bir inanma açlığı ortaya çıkardı: Ufolar, X-Files tarzı diziler vb. Bunlar apaçık biçimde bilimin iddia ve kurallarının reddiyesiydi. Bilimden duyulan kuşku, pratik sonuçlarından duyulan korkuyla da birleşiyordu. Örneğin, genetikteki klonlanma üzerine gelişmelerin insanlık üzerinde yaratacağı tahribattan korkma vb. III. Bilimin “Siyasallaşması” Görelilik, kuantum, genetik modern bilimsel teorinin anahtarları haline geldiler. Bu konular bilimin siyasallaşmasının önünü de açmış oldu. DNA devrimi, evrim gibi konular titizlik gerektiren konulardır. Klonlama, evrim olguları sıklıkla ideolojiktir. Örneğin, Nasyonal sosyalistler Darvin’in doğal seçilimini kendi faşist üstün ırk kavramını meşrulaştırmak için kullanmışlardı. Bilimin siyasal bir anlam kazandığı alanlara belli başlı örnekler vermek gerekirse: Genetik eşitsizlik, klasik sol eşitlik idealiyle çelişir. Çünkü doğada hiçbir varlık eşit değildir, evrende müthiş bir çeşitlilik vardır. Öte yandan bu düşünce hiç bir zaman güçlü olanın zayıf olan üzerinde tahakküm kurmasını gerektirmez. Çünkü doğada, örneğin hayvanlar arasında şiddet olgusu yer alsa da insanlardaki gibi sistematik bir şiddet ve tahakküm yoktur. Dolayısıyla, insanların toplumsal örgütlenmelerinin içindeki bazı çarpıklaşmaların icadı olan savaş, organize şiddet gibi kavramlar doğada yoktur. Meşrulaştırılmaları da bilimsellikten uzaktır. Ayrıca, bilimsel bir merak uğruna izlediğimiz birçok belgeselde, örneğin hayvanlar alemi, insanların kendi değerlerinin hayvanlar dünyasına yansıtılmasıyla ele alınır. Aslan kral, vahşi kaplanlar, yırtıcı kuşlar vb. Bu belgesellerde sıklıkla dişiliğin doğal olarak güçsüz olduğu, erkeklerin daha iri yapılı ve güçlü olduğu vurgulanır ve erkek egemen kapitalist sistem “bilimsel” olarak da meşrulaştırılmış olur. Fakat güç dediğimiz şey nedir? Kendi güç kavramımız insanlığın tahakkümcü ideolojisinin sonucu ortaya çıkan bir tanımlamadır. Hayvanlar aleminde güçsel dengesizlikler illa ki vardır fakat statüler hiçbir zaman insanlardaki gibi süreklileşip kurumsallaşmamıştır. Ayrıca kadınlık sadece biyolojik bir kategori olarak ele alınamaz. Kadınlık durumunda toplumsal belirleyenlerin olduğu gerçeği bizi toplumsal cinsiyet kavramına getirir. Kabaca açmaya çalıştığımız bu konular siyasal mayın tarlalarıdır ve şu an bilim bu konularda çoğunlukla nesnellik-objektiflik argümanını kullanarak açıkça taraf tutar. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, belki de yirminci yüzyılda insanlığın en etkili bilimsel gelişmesi ekolojide-çevrebilimde olmuştur. Ekoloji bu yüzyılda yarı siyasal bir anlam kazanmıştır. Çünkü ekoloji; insan evriminin değişime uğrayabileceği yeni bir doğrultuya sapabileceği umudunu kazandıran başlıca entelektüel disiplin ve araçtır. Böylece insan, geleceğinin bağlı olduğu ortamı cehenneme dönmesini önleyecektir.
Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı
Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı
Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı
Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar ÇağıEric J. Hobsbawm · Sarmal Yayınevi · 1996199 okunma
·
206 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.