Gönderi

BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY'İN İDAMI
İstanbul’un yabancı işgali altında kaldığı yıllarda Türk halkını kalbinden yaralamış, ona olaylardan sonsuz acı çektirmiş bir olay da Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamıydı. Mesleğe genç ve idealist bir vatansever olarak giren Kemal Bey, birçok değerli görev yaptıktan sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Boğazlıyan kaymakamlığı ve Yozgat mutasarrıf vekilliğinde bulunmuş ve bu sıralarda dâhiliye nezaretinden şöyle bir şifre almıştı: “İlçenizde bulunan tüm Ermenileri 24 saat içinde yola çıkaracaksınız, bunların gönderileceği yön Suriye’dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi.” Kemal Bey bu şifrenin alındığını telgrafla nezarete bildirmiş, sonra da jandarma kumandanını yanına alarak ilgililere ilçe sınırlarından dışarı çıkmalarını anlatmıştı. Kaymakam Kemal Bey bu emri vermekle kalmamış, ilçenin boşaltılmasını kendisi gözetmişti. Ermeniler gözyaşları dökerek yıllarca ekmek yedikleri, alışveriş ettikleri, atalarını gömdükleri bu topraklardan ayrılacaklardı. Bu onlara pek acı gelmişti. Ama yapacak bir şey yoktu. Emir büyük yerden, İttihat ve Terakki Fırkası Genel Merkezi’nden geliyordu, bunun önüne de hiç kimse geçemezdi. Onun için umutsuzluk ve acı içinde ülkeden ayrılıyor, giderken yanlarına bir şey alamıyorlardı. Yalnız bu göçmenler bilselerdi ki başlarına gelen bu yıkıma, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan çok, gene kendilerinin Taşnak ve Hınçak adlı komitalarının rolü vardır. Anlamış olsalardı ki Birinci Dünya Savaşı başladığı ve Rus ordularının Anadolu’nun doğusundaki suçu olmayan Türk kasaba ve köylerini bastığı zaman, onlara öncülük eden, yol gösteren ve her yere girdikleri zaman ihtiyarlarını torunlarının önünde doğrayan, kızlarına analarının yanında tecavüz eden, çocuklarını paylaşan gene bu Ermeni komitacılarıydı ve nihayet genel merkezin bu emri sıradan bir karşılıktan başka bir şey değildi, belki o zaman bu sürülüşü haklı bulur, yapılan fenalıkların binde biri olduğuna inanır ve susarlardı. Erzurum’un kahraman dadaşlarına, Erzincan ve Sivas’ın içi dışı öz Türk halkına Rus işgali altında Ermenilerin uygun gördüğü eziyetler asla unutulur davranışlar değildi. Taşnakların haydutça toplu kıyımına, İttihat ve Terakki de Ermenileri Suriye’ye doğru göç ettirerek karşılık vermişti. Küçük bir kasabanın kaymakamı bu şifreye nasıl karşı durabilir, nasıl verilen direktifi uygulamazdı? İşte Boğazlıyan kaymakamının suçu buydu: Emre uyması! Şimdi de bunun cezası olarak idam edilecekti. Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nde konuşan Kaymakam Kemal Bey şöyle demişti: “Ben emir aldım. Bir memur aldığı emre uymakla yükümlüdür! Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanca davranışta bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum.” Divan-ı Harp Başkanı Nemrut Mustafa Paşa oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey’in yüzüne bağırmıştı: “Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğuyla dağlara, yaylalara sürerken Allah’tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?” “Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.” “On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah’ın kışında, soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik sen bir yöneticisin, bunları senin korumana vermişlerdir, (sesini yükselterek) ülkemizde yaşayan vatandaşların birini diğeri üzerine sürerek can ve mallarına saldırmaya yüreklendirmenin cezası nedir bilir misin?” “İdamdır paşam!” “Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karar varmıştık.” Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi— Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı Vekili Kemal Bey’i böylece idama mahkûm etmişti. Günlerden beri İstanbul bu yargılamayla ilgiliydi. Halk için için kaynaşıyordu. İdam haberi duyulunca heyecan son sınırına ulaşmıştı. Acaba idam kararı nerede ve nasıl uygulanacaktı? Herkes bunu öğrenmek istiyordu. Hâlbuki bu sırada bundan daha önemli bir iş vardı. İstanbul Limanı’nda bir savaş gemisi sefere hazırlanıyordu. Bu Fransız savaş gemisinin ismi “Demokrasi” idi. Ferit Paşa hükümeti Sevr Antlaşması’nı imzalamaya karar vermişti. Ertesi gün Osmanlı delegeler kurulu bu gemiyle Fransa’ya hareket edecekti. Bu kurulda Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, ileri gelenlerden Filozof Rıza Tevfik ve Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Beyler vardı. Onlar da hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Fakat İstanbul’da hiçbir kimse bu kurulla ilgilenmiyordu. İşte bu geminin hareketinden iki saat önce bir akşam İstanbul halkı akın akın Beyazıt Meydanı’nda toplanmaya başlamıştı. Teşkilât-ı Mahsusamızın eski arkadaşları ve M. M. Grubu’na üye adamlarımız bu meydanda buluşmuşlardı. Ben de bu çirkin görüntüyü görmeye gitmiştim. Yalnız herkes birbirine soruyordu: “Niçin böyle karanlığa bıraktılar?” “İşlerine öyle geliyor da onun için.” Meydanı dolduran insan kalabalığını on binlerin üstünde buluyordum. Saat öğleden sonra beşi geçiyordu. Yollar, meydanlar, damlar büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Şimdiki üniversitenin rektörlük dairesinin önündeki çınarın altına üç ayaklı bir darağacı kurulmuştu. Bu idam sehpasının etrafı jandarma ve polisle kordon altına alınmıştı. Binanın önünde İngiliz, Fransız askeri güçleri de yer almıştı. Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nin kimlerden emir aldığını gösteren bu yadsınamaz kanıtlar böylece ortada duruyordu. Halk bir deniz gibi dalgalanıyordu. Güneş Süleymaniye’nin arkasından sessizce batıyor, ortalığa pembe bir akşam rengi sinmiş bulunuyordu. Birdenbire bu kalabalığın bir anda sustuğu görüldü. Kimse nefes bile almıyordu. Üstünde “Daire-i Umum-i Askeriye” yazılı ve bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan süngülü bir müfreze askerin ortasında yüzü gözü solmuş, üstünde beyaz bir gömlek bulunan, yaklaşık 35 yaşlarında, haksızlığa uğramış Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey görünmüştü. Yavaş yavaş yürüyor, şimdiki rektörlüğün önündeki darağacına yaklaşıyordu. Oldukça korkusuz ve sakindi. Kaderine kendisini teslim etmiş gibiydi. Son sözünün olup olmadığı sorulunca halka seslenmişti: “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Görevimi yaptığıma yürekten inanmaktayım. Sizlere yemin ederim ki ben suçsuzum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer buna adalet diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!” Bu ses sanki uzak dağlara gitmiş, çarpmış ve oradan aynen geri gelmiş gibi, halkın ağzında tekrar edilmişti: “Kahrolsun böyle adalet!” “Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize yok olmayı göstermesin. Amin!” Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tümüyle yasa bürünmüştü. O sırada şimdiki rektörlük köşkünün penceresinden bakan dönemin Adliye Müsteşarı Sait Molla, cellatlara öfkeyle bağırmıştı: “Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği, ne duruyorsunuz it oğlu itler!” Çingeneler derhal darağacında sallanan ipin ilmiğini Kemal Bey’in boğazına geçirmişlerdi. Onu sandalyenin üstüne çıkardılar ve birkaç saniye içinde ipi çekerek sandalyeyi bir tekmeyle devirdiler, sonra ipi biraz daha yukarı çektiler. Havanın karardığı bu anda o bir kâğıt uçurtma gibi biraz havada sallandı, sonra yüzü morardı ve dili sarktı. Türk milletinin bu kahraman evladı, düşman işgalinin bir kurbanı olarak ipe çekilmişti, fakat anısı bu ulusun kalbinde sonsuza dek yaşayacaktır. O akşam asker, jandarma, polis halkı güçlüklü dağıtmıştı. Köşe başlarında İngiliz, Fransız askerleri ve makineli tüfekleri de her an tetikte hazır duruyordu. O gece Beyazıt Camisi’nin gasilhanesine bırakılan Kemal Bey, ertesi gün halkın katıldığı büyük bir cenaze töreniyle ve hocaların tekbir ve tehlilleriyle gözyaşları içinde Kadıköy’e gömülmüştü. Ondan kalan vasiyetname şudur: “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın gömüldüğü Kadıköy Kuşdili çayırındaki mezarlıkta yavrumun yanında gömülmeyi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’de oturmaktadırlar. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesi’nde 67 numaralı evdir, adı İsmet Hanım’dır. Gömülmem için gerekli para teyzeme ödettirilmelidir. Mezar taşım, onurlu Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Ulusu ve ülkesi uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Yıkılmış eşim Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e yardım edilmesini, yavrularımın eğitim ve öğretimine özen gösterilmesini vatandaşlarımdan beklerim. Babam Karamürsel eski vergi memuru Arif Bey de çaresizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir, bunlara da yardım olunursa hoşnut olurum. Türk milleti sonsuza dek yaşayacak, Müslümanlık asla yok olmayacaktır. Allah ulusumu ve ülkemi yok etmesin, kişiler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk ulusu sonsuza dek yaşayacaktır. 30 Mart 1335/Boğazlayan Kaymakamı Kemal.”
Sayfa 296Kitabı okudu
·
78 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.