Kıymetli Kitapseverler!
Önceden okumama rağmen bir türlü tahlil etme fırsatım olmamıştı. 10.sınıf öğrencim Zeynep kitabı güzelce okudu, bizlere tahlilini sundu.
Anlam bütünlüğü sağlama adına kitabı tekrar gözden geçirdim. Gerekli düzenlemeleri yapıp özüne dokunmadan eksiklikleri gidermeye çalıştım.
Ve son tahlilde Zeynep'in incelemesini sizlere bırakmak istiyorum.
İnsanın Anlam Arayışı; insanın bilinç kazanmaya başladığı günden beri üzerine yazıp çizdiği, fikirler ürettiği, felsefenin sıkça, diğer sosyal birimlerin ise ara ara konu edindiği, Schopenhauer’un bulmak için insan iradesinin sınırlarının aşılması gerektiğini söylediği, Nietzsche’nin uğruna Tanrı’yı öldürdüğü, Sokrates’in ise onu bilginin en yüce halinde bulduğu bu konu günümüz modern dünyasının kanayan yarasıdır. Sosyal yaşamda insana dair birçok problemin ana kaynağı anlam arayışıdır. O yüzdendir ki meseleyi hem kendi yaşamım hem de bugünün ve geleceğin dünyası adına bir hayli önemli buluyor ve dikkate alıyorum. Sosyal çevremizi gözlemleyecek olursak bahse konu bu sorunların örneklerini bulmak zor olmayacaktır. Mesela, obeziteye eğer psikolojik yanından bakıyor isek pek çok insanın modern dünyanın ve kapitalizmin dayattığı çılgın tüketim bağımlılığının etkisiyle içindeki anlam yoksunluğunu ve ruhsal boşluğu hunharca yiyerek doldurmaya çalışmaktan başka bir şey olmadığını görürüz. Futbol fanatikliğine de anlayamamış olmakla beraber insanın bulamadığı anlam karşısında bir komüniteye bağlanması (takım tutma) ve karşı komüniteler arasında çıkan en ufak bir sürtüşmenin havada uçan sandalye ve masalarla sonuçlanmasını anlam eksikliğiyle değil de neyle açıklayabiliriz? Bu insanlar anlam aramıyor veya hayatın anlamını bulmaya ihtiyaç duymuyor değiller, sadece bunu farklı mecralarda ve farkında olmaksızın yaparlar. Beni kendi varoluşumla ilk kez yüzleştiren ise Victor Frankl’ın şu cümleleri oldu:
“Bak! İnsan hayatı boyunca kendi var oluşu hakkında bir kez olsun kafa yormamış olsa bile onu, yani varlığını hissetmek için sürekli çabalar.
Bazıları şarkı söyler meselâ. Mesela bazıları dans eder.
Ormanda yürür bazıları. Bazıları kışın ortasında rüzgâr buzdan bir bıçak gibi insanın yüzündeki deriyi yüzerken sahile iner. Bazıları yazar, bazıları geceler boyu okur diğerlerinin yazdıklarını. Resim yapar bazıları, bazıları mermerleri bıkıp usanmadan yontar.''
Hayatımız boyunca iyi ya da kötü, faydalı ya da zararlı, gerekli ya da gereksiz, anlamlı ya da anlamsız, saçma sapan yahut mantıklı, akla hayale gelmeyecek türden yaptığımız pek çok şeyin altını biraz kazıyacak olsak hep bu çabanın izlerini görürüz.
Farkında olsak da olmasak da bize kendi varlığımızı hissettirdiğini düşündüğümüz şeylerin peşinden koşar, onlar için direnir ve gerektiğinde her şeyi göze alabiriz.
Dışarıdan bakanlar, bu direnişe bir anlam veremeyebilirler.’’ İnsan bir müzik grubu için kendisini böyle parçalar mı?’’ derler mesela. Ya da’’ Bir futbol takımı için bunca delilik fazla değil mi?’’ Bunların aslında varoluşumuzu doya doya hissetmenin ve ona bir anlam yüklemenin başka bir yolunu bulamıyor oluşumuzdan kaynaklandığını ilk bakışta göremezler.”
Avusturyalı bir psikiyatr olan Frankl hayatının bir döneminde etnik kökeni sebebiyle girdiği toplama kampı sırasında babasını, annesini, erkek kardeşi ve eşini gaz odalarında öldürmeleri sebebiyle kaybeder ve kendisi de epey zor zamanlar geçirir. Bu anılarını da okuyucuyla paylaştığı, kurmuş olduğu logoterapi ekolünü temellendirdiği “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabını en başta isimsiz yayımlamayı planlamıştır. Kitabın çok satanlar listesinde uzun süre yerini koruyan bu başarıyı elde etmesini beklememişti tabiî. Kendisine bu başarı ile ilgili ne hissettiği sorulunca şöyle cevap verir;
’’Yüz binlerce insan adı hayatta anlam bulma arayışına ilişkin bir şeyler vadeden bir kitabı alıyorsa bu sorunu saç diplerine kadar hissediyor demektir.’’
Ayrıca bu kitabın 9 günde yazıldığını da eklemeden geçemeyeceğim.
FRANKL’IN KAMP DENEYİMLERİ
Yazar kapolardan büyük bir ihanete uğramışlıkla bahseder. Kapolar kimdir? Yine kendileriyle birlikte aynı kampa alınan lakin SS subaylarının oradaki askeri yükü azaltmak adına içlerinden seçtiği birtakım ‘’ayrıcalıklı tutsaklar’’dır. Bu kişiler, sadece bir parça ekmek fazlası ya da daha iyi bir kamp hayatı adına kendi arkadaşlarını satmıştır. Kimi zaman şaşırtıcı biçimde tutsaklara SS subaylarından daha sert davranırlar ve yine SS subaylarının yüzündeki o hor görücü ve tiksinme ifadesi kapoların yüzünden de eksik olmaz.
Kamp hayatını üçe ayırır yazar:
1-Getirilişinin ardından başlayan evre,
2-Kamp rutinine uyum sağladığı evre,
3- Bırakılmasının ve özgürleşmesinin ardından başlayan evredir.
Kendisi kampa girişte yanında getirdiği notlarını ve kitap taslaklarını kaybeder. Burası önemlidir zira kampın zor ve dayanılması güç şartları altında bu notları birleştirmenin ve logoterapiyi bi kitap haline getirmenin hayali ile tutunur hayata. Kampa getirildiği ilk andan itibaren tele koşmayacağına (intihar) söz verir.
‘’İlk evreyi karakterize eden belirti şoktur. Her manada içinde bulundukları durumu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır tutsaklar. Kampa giren ve tıp eğitimi görmüş bütün doktorları aynı şaşkınlık bekler: Ders kitapları yalan söyler! Bir yerlerde insanın belli bir saatin üzerinde uykusuz kalamayacağı yazıyordu. Tamamen yanlıştı! Yapamadığım şeyler olduğunu zannediyordum: Şu olmadan uyuyamam veya bu olmadan yaşayamam gibi. Auschwitz’de ki ilk gecemizde tuğlaların üzerinde yapılmış yataklarda uyuduk ve onca yetersiz beslenmeye rağmen diş etlerimiz her zamankinden sağlamdı.
Psikolojik tepkisinin ikinci evresinde yani kamp hayatına alışma evresinde insanların durumu içler acısıdır. Çünkü tüm insani özgürlükleri elinden alınmış hissiz tutsaklarla karşılaşırız. On iki yaşındaki bir çocuğun donmuş ayakları ampute edilirken çocuğun çığlıkları hiç bir tutsağın yüzünde mimik oynatmamıştı. Acı çekenler, ölenler ve ölüler kampın ilk birkaç haftasından sonra onlara o kadar olağan görünmeye başlamıştı ki artık etkilenmiyorlardı. Birinin ölümünün ardından yavaşça cesede yaklaşır ve kimisi elindeki çürümüş patatesi kimisi ayakkabısını kimisi paltosunu alırdı.”
Üçüncü evre psikolojisini ise şöyle tarif eder:
’’Nasıl ki bir dalgıç devasa bir atmosferik basınç altında bulunduğu hücresinden aniden çıktığında yaşamı tehlikeye giriyorsa, zihinsel basınçtan bir anda kurtulan insanın da manevi ve ahlaki sağlığı zarar görebiliyordu. Çoğu tutsak özgürlük günlerini topluma uyum sağlama ve kampın bıraktığı tramvatik etkilerle başa çıkmaya çalışmakla geçirir.”
‘’Yaşamak acı çekmektir ve hayatta kalmak acıda bir anlam bulmak demektir. Yaşamın anlamı varsa ıstırap ve ölümün de anlamı vardır. Herkes bu anlamı kendi bulmalıdır ve bu cevabın gerektirdiği sorumlululuğu kabul etmelidir.’’
Hulâsâ;
Anlam Arayışı, insana özel bir olgu olarak evrensel; ruhsal yönden ise öznel bir yapıya sahiptir.
Her insan düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında bir anlam bulma çabasındadır.
Anlam bizzat yaşanarak elde edilebilecek bir tecrübedir. Hiç kimse bir başkasına anlam aktaramayacağı gibi, hiç kimse de bir başkasından anlam devşiremez.