Gönderi

288 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
İlber Ortaylı'yı televizyon sohbetlerinde fazlaca dinledim. Dergi ve Gazete röportajlarını bol bol takip ettim. Ama bugüne kadar hiçbir kitabını okumamıştım. Bazı fikirlerine ve duruşlarına katılmasam dahi, değer verdiğim bir tarihçidir. Ancak sözlü aktarımlarında fikirlerini ve bilgisini derli toplu ifade edemediğini ve günlük olayları tarih süzgecinden değerlendirirken duygularını biraz fazla işin içine karıştırdığını düşünürdüm. Hatta hayatımda tanıdığım çoğu tarihçi gibi biraz fazla milliyetçi bulurdum. Açıkçası kitabını okumak bende daha farklı bir etki yarattı. Türk tarihçileri biraz fazla milliyetçi ve mukaddesatçıdır. Bunda çok fazla şaşılacak bir şey yok, çünkü milliyetçilik ve muhafazakârlık geçmişten beslenir. Tarih alanında çalışmayı tercih edenler genelde bu fikir yelpazesinden insanlar olur. Bunun, bu bilim dalındaki olumsuz yansıması ise, kendi içine kapalı bir tarihçiliğimiz olmasıdır. İlber Ortaylı tarihçiliğimizin sefaletine farklı bir açıdan bakarak, kitabın girişinde, başka milletlerin diline hâkim olmayan, başka ülkelerin, coğrafyaların tarihini merak etmeyen bir tarihçiliğimiz olduğunu dile getirmiş. "İmparatorluğun Son Nefesi"nde, 1808'de Rumeli Ayanlarının tahta çıkardıkları II Mahmut'la imzaladıkları Senef-i İttifak anlaşmasından itibaren Osmanlı'nın çözülme sürecinin köşe başlarını ele alan Ortaylı, bu süreci Cumhuriyet'te çok partili sürece kadar taşıyor. Kitap, her bir konuyu farklı başlıklar halinde ele alıyor. Son bölümlerde ise İlber Ortaylı ile yapılan röportajlar yer alıyor. Burada da İlber Ortaylı'nın düz yazı ile sözlü röportajlar arasındaki ifade yeteneği farkını görmek mümkün. Sözlü ifadelerinde sert ve keskin yanıtlar vermeyi seviyor. Ancak Ortaylı bilgi ve fikirlerini düz yazı ile daha doğru ve derinlikli ifade edebiliyor. Kitabın birçok bölümü Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti adına önemli dönem noktalarına ayrılırken, bazı bölümleri de biyografi derinliğinde olmasa da, tarihi karakterlerin analizine yönelik olmuş. Bu doğrultuda, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa adına ara bölümler mevcut. Bu tarz ara bölümler iki sanatçı veya özel meslek erbabı için de açılmış. Bu isimler Halide Edip Adıvar ve Turgut Cansever. Her iki isme ait bölümler, özellikle Halide Edip Adıvar’a dair bilgiler benim adıma oldukça şaşırtıcıydı. İlber Ortaylı’nın tarihe nasıl baktığı üzerine değerlendirmeye gelecek olursak. Ortaylı’nın biraz kaderci bir tarihçi olduğunu düşündüm. Çünkü olaylara ilişkin değerlendirmesi genellikle “öyle olması gerektiği için öyle oldu” ya da “şartlar öyle olmasına neden oldu” şeklinde. Buradan yola çıkarak, tarihsel olarak birbirine tamamen zıd karakterler olan II. Abdülhamit, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’yı aynı anda olumlayan, belirli özelliklerini öven, hatalarını ise dönemin şartlarının getirdiği aksaklıklar olarak gören bir anlayış ortaya çıkıyor. İlber Ortaylı birazda, “Türklerin tarihi bir bütündür ve birbirinin tamamlayıcısıdır, bu bütünün bazı parçalarına sahip çıkılıp, bazı parçaları reddedilemez” mantığına sahip. Böyle olunca II. Abdülhamit de, Enver Paşa da, Mustafa Kemal Atatürk de bu doğal akışın birer parçası ve hatta birbirinin tamamlayıcısı. Bunun tamamen olumsuz bir mantık olduğunu iddia etmiyorum ama tarihe bakışımızda bir süzgece de ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Elbette zamanın yönü tek ve ne yazık ki, öyle olmasaydı şöyle olsaydı demek tarihçilik adına anlamlı bir bakış değil. Her sonuç bir sebebe bağlıdır. Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın, Enver Paşa II. Abdülhamit’in sonucudur. II. Abdülhamit’in baskıcı iktidarı yanında orduya yönelik modernleşme girişimleri olmasa, özgürlükçü söylemlere yaslanan İttihat ve Terakki ve ordudaki kurmay eğitiminin eseri Enver Paşa bu şekli ile sahne almayacaktı. Benzer şekilde, İttihat ve Terakki ile Enver Paşa’nın Türklerde milliyetçi bir damar yaratma girişimleri ve Osmanlı’yı uçuruma sürükleyen maceraları olmasa Mustafa Kemal Atatürk belki de başaktör olmayacaktı. Ama tüm bu birbirine bağlı süreç, sürecin adımlarının her birini olumlamamıza neden olmamalı. İlber Ortaylı’nın “eğer bu bizim tarihimiz ise öyle olması gerektiği için olmuştur” mantığı ile bakması açıkçası beni yeterince ikna etmedi. Yukarıda eleştirdiğim noktalara karşın, İlber Ortaylı’nın özellikle milletlere, kavimlere dair tespitleri oldukça çarpıcı ve bu noktada herhangi bir subjektiflik içermiyor. Türklerin tarih yapan ama tarih yazamayan bir millet olduğu vurgusu bence de yerinde. Yine İstanbul’un yağmalanması ile ilgili dile getirdiği “Türk milleti sessizce ama kesin tavırlarla inandığını ve prensiplerini uygulamayı bilmez. Bütün Akdeniz toplumları gibi laf kalabalığını, çene düşüklüğünü ve gösterişi tercih eder” ifadesi, kendi toplumuna da eleştirel bakabilen tarihçi olması adına değerli gözlemler. Bu biraz da, İlber Ortaylı’nın tarihçiliğinin ordular ve diplomatlar tarihçiliği olduğuna dair değerlendirmemi haksız çıkaran bir durum. Kitabın sonlarına doğru İstanbul'un yağmalanması ve tarihi kimliğinin tahrip edilmesine dair bölüm ise mesleki olarak beni oldukça etkiledi. Özellikle bu kısımda İlber Ortaylı iğneyi değil çuvaldızı kendimize batırıyor ve bu konuda sonuna kadar haklı. Sırf tarih merakı adına değil, genel kültür merakı adına da okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.
İmparatorluğun Son Nefesi
İmparatorluğun Son Nefesiİlber Ortaylı · Timaş Yayınları · 20171,193 okunma
·
38 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.