Psikoloji okumayı seven herkes gibi benim de favorilerim; Alfred Adler, Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung. Dünyanın bu en iyi 3 psikoloğundan biri olan Freud ' in çalışmalarına baktığımız zaman toplumsal ve ikili ilişkilere yoğunlaştığını görürüz. Ama Jung, Freud' in aksine bireysel çalışmalar yapmıştır. Yani kişileri değil, kendini geliştirmenin peşinde olmuş. Hani Monteigne' nin felsefesine " kendini tanı " demiştim ya, Jung ' un amacı da " kendini keşfet " diyorum ben. Jung daha çocukluk döneminde iki farklı kişiliği, karakteri olduğunu farketmeye başlamıştır ve bunun ardına düşmüştür. Tıp dilinde bunu " bölünme " ya da " kopukluk " diye tanımlıyorlar. Ama Jung' a göre bunun bölünmüşlükle ilgisi yok. Her insan çift kişiliklidir ama her insan bunu farkedecek kadar zeki değildir. Misal; çok sakin, sessiz bir insanın, aniden parlaması, aşırı tepki vermesi çift kişilikli olmasından kaynaklı, Jung' a göre.
Babası, amcası, dayısı yani kısacası ailesindeki erkeklerin tümü rahip olan ve kendini keşfe çıkan Jung, çocukluk döneminde aynı zamanda tanrı, din arayışlarına, sorgularına da çok fazla kafa yormuş. Ama bunca din adamının olduğu bir ailede bunu dillendirememiş. Hayattaki anlam ve anlamsızlık kaosu, kozmosun sonsuzluğu, tanrı-şeytan, iyilik-kötülük gibi konular kafasını kurcalamaya başladığı için ve çevresinde bu düşüncelerini paylaşacağı kimse olmayan ve mütecessis kişiliğinden dolayı öğrenme merakı da olan Jung, kitaplara yönelmiş. Özellikle Pithagoras, Herakleitos, Empedokles, Sokrates ve Platon’un savları üzerinde çok fazla araştırma yapmış. Ama kendine en yakın Kant ve Schopenhauer ' i bulmuş. Çünkü tanrının sandığımız kadar iyi niyetli olmadığını düşünen Jung " Tanrı en yüce iyilikse O’nun yarattığı bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? Büyük bir olasılıkla Şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş, diye düşünüyordum. İyi de Şeytan da Tanrı’nın bir yaratığıydı. (sayfa 62) " bunun gibi sorgulamalara girmiş. Ve babasının kitapları arasında bu filozof ve düşünürlerin içinde kendisi gibi tanrı hakkında en realist olanın Schopenhauer olduğu kanısına vardığını şu sözlerle açıklıyor " Öbürlerinin farkına bile varmadıkları, vardıklarında da tümü kapsayan bir uyum ve anlaşılırlıkla çözümleyiverdikleri, bizi gözle görülür bir biçimde alev alev saran dünyadaki acılardan, karmaşadan, ihtirastan ve kötülükten söz eden ilk oydu. Sonunda, evrenin temelinde her şeyin iyiliğe yönelik olmadığını görebilecek yüreklilikte bir düşünür çıkmıştı. Ne Yaratıcı’nın tümüyle iyi ve bilge âleminden ne de evrenin uyumundan söz ediyor, sözü dolandırmadan insanlık tarihinin izlediği acı dolu yolun ve doğanın acımasızlığının altında temel bir hatanın yattığını söylüyordu. Bu hata dünyayı yaratan iradenin körlüğüydü. Söyledikleri benim daha önceki gözlemlerimi haklı çıkarıyordu. Can çekişen hastalıklı balıklar, perişan tilkiler, donmuş ya da aç kuşlar ve çiçeklerle bezenmiş tarlalarda gizli, acımasız trajediler görmüştüm. Karıncalar işkence yapa yapa solucanları öldürüyor, böcekler birbirini lime lime ediyordu. İnsanlarla ilgili deneyimlerim de beni, insanın özünde iyi ve temiz olduğuna inandıramamıştı. Kendimi, bir hayvandan ancak yavaş yavaş ayırabildiğimi anlayabilecek kadar tanıyordum. Schopenhauer’in karanlık dünya tablosuna tümüyle katılıyordum. (sayfa 71) " Hegel için, kendini beğenmiş, dilinin akıcılıktan uzak, güvensiz ve itici olduğunu söylüyor. Ama ben bu dediklerine pek katıldığımı söyleyemem. Kant' ın doğa ve tin ikirciliğine karşı onun tarih ve akıl felsefesini daha mantıklı buluyorum. Schopenhauer' in de kadınlar ve cinsellik hakkındaki savlarını itici bulduğum için, sevgili Jung la filozof tercihlerimizde bayağı ayrı düşüyoruz :)
Psikolojide favorilerim Adler, Jung ve Freud üçlüsü. Bu üçü arasında da gözdem Freud idi. Ama bu kitaptan sonra Freud ve Jung arasında ikileme düştüm. Çünkü Jung, Freud ' e göre daha mantıklı ve tutarlı geldi bana. Cinselliğe, libidoya ilgili olan Freud ' a göre insan içgüdüsünün büyük bölümü cinsellikle ilgili. Ama Jung insan içgüdüsünde önceliğin beslenme ve güç olduğu savunusunda, cinsellik bunlardan sonra gelir. Tam olarak hatırlamıyorum ama bir röportajında " Genç ve tecrübesiz olan Alfred Adler için, önemli olan güçtür, başarılı olmaktır. Ama zaten istediği başarıyı elde etmiş, zirvede olan, gücü elinde tutan Freud ' in haz ve cinsellik ilkesine önem vermesi çok olağan " gibi bir şeyler söylemişti. Yani bizim deyimimizle aç ayı oynamaz demek istiyor. Karnı aç olan ya da hayatı boyunca başarısızlığa uğramış bir insanın hayatındaki en önemli güdünün cinsellik olması biraz boş distur geldiği için, Jung ' u, Freud' e göre daha mantıklı buldum.
Jung bu kitapta; çocukluk,gençlik ve üniversite döneminden başlayıp, Freud le nasıl tanıştığına, ortak ve bireysel çalışmalarına, yollarının nasıl ayrıldığına kadar her konuyu açıkça anlatmış. Ailesi hakkında da her şeyi anlatması kitabı daha samimi kılmış ve kendisini daha iyi tanımamızı sağlamış. Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi düş, rüya konularına kitapta büyük yer vermiş. Daha çocuklukta başlayan, çok fazla anlam yüklediği düşlerini, kendince yorumlaması ve onlara göre yol alması oldukça ilginç.
Düşlere olan ilgisinden dolayı ispritizmayla ilgilenmeye ve Karl Duprel’i, Eschenmayer’i, Passavant’ı, Justinus Kerner, Görres’i ve Swedenborg ' i okumaya başlayan Jung, düşlerin ruhlarla bir ilgisi olup olmadığı konusuna da bayağı kafa yormuş. Jung her alana,her konuya ilgili, sürekli araştırıp, kendini geliştirme çabasında değişik kişiliği olan, eksantrik biri bence.
Kitapta en çok ilgimi çeken bölüm psikiyatrik çalışmalarını ve Sigmund Freud ' i anlattığı bölümler oldu. Freud'le nasıl çalışmaya başladığını ve fikir ayrılıkları yüzünden kopmalarını anlatmış. Başta da dediğim gibi Freud' in savları hep cinsellik hakkında. Ona göre nevrozların sebebi bastırılmış hazlar ve cinsel travmalardır. Ama daha ilkokul döneminde nevroz geçirmiş olan Jung, cinselliğin ikincil sebep olduğu, nevrozların asıl sebebinin topluma uyum sağlama, yaşamın acı gerçeklerinin verdiği baskı ve prestij gibi öğeler olduğunu söylüyor. Bunu Freud ' de de açmış ama o cinsellik olduğu konusunda diretmiş ve böylece ilk fikir ayrılıkları ortaya çıkmış. Asıl kopma sebeplerini ise şu şekilde açıklamış " Freud’un bana, “Sevgili Jung, cinsellik kuramından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine söz ver. Bu çok önemli. Bunu aşılmaz bir kale, bir dogma haline getirmemiz gerekli,” dediğini çok iyi anımsıyorum. Bu sözleri, bir babanın oğluna, “Bana tek bir söz ver oğlum. Her pazar günü kiliseye gideceksin,” dediği gibi büyük bir duygusallık içinde söylemişti. Biraz şaşırarak, “Neye karşı bu kale?” diye sormuştum. Bu sorumu, “Kara çamur seline karşı,” diye yanıtlamış, sonra da, biraz duraksayarak, “doğaüstü güçlere karşı,” diye eklemişti. Özellikle, “dogma” ve “kale” sözcüklerinden kaygılanmıştım çünkü bir “dogma”, o düşünceye duyulan kuşkuları bir kalemde silmek amacıyla kurulan ve tartışmaya açık olmayan bir inançtır ve bu inancın artık bilimsel değerlendirmeyle bir ilgisi kalmaz; bireysel bir güç dürtüsüne dönüşür. (sayfa: 136) " Yani Freud geliştirdikleri cinsellik kuramının sonsuza dek sürmesi ve mutlak inanılması gerektiğini düşünmüştür. Ama Jung a göre cinsellik kuramı da, felsefenin, dinin ve gelişen çağdaş parapsikoloji biliminin ruhla ilgili ortaya çıkardığı her şey gibi kanıtlanmamış bir varsayımdı. Ve bir varsayımın kutsal bir abide gibi korunması mantığına inanmadığı için Freud le arasındaki ipler kopmuş. Freud' in psikanaliz kitabındaki incelememde de dediğim gibi oldukça hırslı ve egoist bir yapıya sahip olduğu için sonuna kadar birlikte gitmeleri mucize olurdu zaten.
Kitabın başından beri paleontolojiyiye, din ve doğa bilimlerine, felsefeye bu kadar ilgili birinin ters köşe yapıp psikiyatriyi seçmesi beni çok şaşırttı. Freud ' in nörolijiden, psikiyatriye yönelmesini de ilginç bulmuştum. Ama Jung beni bayağı şaşırttı. Kısacası analitik psikolojinin kurucusu ve derinlik psikolojisinin kurucularından biri olan (diğer ikisi Sigmund Freud ve Alfred Adler) Carl Gustav Jung ' u yakından tanımak ya da yeni başlayacaklar için bu kitabı tavsiye ederim.