Seyyahların anlatılarından ve en yakın komşularımızla, farklı meslekler icra eden, farklı inançlara sahip olan, farklı siyasi rejimlerde yaşayanlarla tecrübelerimiz, kendimize benzeyenleri sahiden (ya da daha çok) insan olarak gördüğümüzü gösteriyor. Yunan olmayan herkese barbar muamelesi yapan Eski Yunanlar buna iyi bir örnek. Hemen hemen her yerde, her toplum kendisine başkalarının sahip olmadığı birtakım olağanüstü nitelikler atfediyor. Bütün bunlar birinci tür bilgiye dayanıyor, orası kesin, ama zaten bireylerin çoğu kimliklerini böyle kurar. İkinci tür bilgiyle bütün insanların aynı kimliğe sahip olduğunu kabul edebiliriz, üçüncü tür bilgiyle ise bunu idrak ederiz. Ancak hiçbir durumda, kendimizi yapayalnız ya da biricik bir kimliğe sahip gibi hissetmeyiz, bir topluluğun parçası olarak algılarız. Özgürlük duygumuz başka şeyler, özellikle de başka insanlar karşısında daha bağımsız olmamızla değil, bizi Doğanın geri kalanına bağlayan şeyi daha iyi anlamamızla artar. Doğanın başka şeylerinden etkilendikçe ve onları etkiledikçe, birbirimizi Bireyler olarak daha çok tanırız, daha çok bu Bireyler oluruz.
Tanımak derken "aklın gözleriyle görmeyi" kastediyorum. Sözünü ettiğim, bedenden kopuk katışıksız zihinsel bir tanıma değil, zira hiçbir şey bedenden kopuk olamaz. Bedenimize tesir eden şey üzerinden ancak tanıyabiliriz. Zaten eskiler de Fransızca savoir (bilmek) kelimesini hem "bilmek" hem "tatmak" anlamına gelen Latince sapere gibi iki anlamda kullanıyordu; böylece tat üzerinden, başka bedenlerle doğrudan temasla ancak bilebildiğimizi işaret etmiş oluyoruz. O kadar önem verdiğimiz görme ve işitme duyuları bedenler arasındaki bu dolaysız temas olmadığında bir hiç olurdu. Her bilgi bedenseldir, çünkü her eylem bedenseldir. Bedensel olmayanlar, tıpkı hayaletler, zombiler, melekler, iblisler, ormanların ve nehirlerin cinleri gibi kurgulardır.
Eyleme kudretinin ya da yeteneğinin artırılmasından ve bunun bizi özgürleştirmesinden söz ettim, ancak bu özgürleştirme zorunlu olandan değil, olumsal olandan, tesadüfi olandan özgürleşmektir. Söz konusu olan yine varlığında sebat etmektir, ancak, birçok türde eylem'den söz ederken, bu eylemlerin neyi sürdürmeyi ve artırmayı amaçladıklarını belirterek netleştirebilirdik sanıyorum:
- İlk olarak, sağlıklı bir şekilde, iyi bir halde hayatın idamesi. Başka bir deyişle, yıkımımıza karşı koyan her şey bedenimizin/ zihnimizin bütünlüğünü korur.
- İkinci olarak, diğer insanlar arasındaki ve Doğanın bağrındaki varlığımız, tuttuğumuz yer, işgal ettiğimiz mekanlar, kurduğumuz bağlar, ortak bir topluluğa aidiyetimiz.
- Üçüncü olarak, aldığımız tedbirler, koruduğumuz ya da kurduğumuz rabıtalar, dengeler, kısacası adalet ve doğruluk.
- Dördüncü olarak, yeni bilgi ve tanışıklıklarımızla, keşiflerimiz ve buluşlarımızla, becerimizle, yaratıcılığımızla dünyamızı çoğaltma.
Bunları yazarken varlığı sürdürmenin bu dört tarzının birbirinden ayrılamaz olduğunu fark ediyorum. Hayatın idamesi demek başkalarının arasında yer almak, dengeler kurmak ve bu dünyadaki eyleme yeteneğimizi artırmak demek.
(Spinoza’dan Freud’a)