(Spoiler içerebilir)
Orhan Pamuk'un okuduğum yedinci kitabı Kırmızı Saçlı Kadın... Buradan da anlaşılabileceği gibi Orhan Pamuk kitaplarına karşı her zaman sıcak bir ilgi besliyorum. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın maalesef benim için tam bir hayalkırıklığı oldu...
Kitaba geçmeden önce henüz Orhan Pamuk'la tanışmayanlar için küçük bir tavsiyede bulunmak isterim; Orhan Pamuk kitaplarını kronolojik olarak yeniden eskiye doğru değil de, eskiden yeniye doğru okumaya çalışın. Çünkü, Nobel öncesi kitaplarla Nobel sonrası kitaplar arasında bana göre çok ciddi bir nitelik farkı var. Özellikle bu kitap benim bildiğim, hem kendi geçmişine hem de ülkenin geçmişine muazzam yolculuklar yapan, oradan topladıklarını harika bir üslupla kelimelere döken, insanın iç dünyasını, psikolojisini bir ayna gibi yansıtan Orhan Pamuk'un kendi özgür dünyasından çıkmış bir kitap gibi gelmedi bana... Bir insana ısrarla 'sana sarı renk çok yakışıyor' derseniz, o insan gittiği her ortamda yerli yersiz sarı renkte birşeyler takıştıracaktır üzerine. Bir yerden sonra görev gibi gelecektir sarı giyinmek... Üzerine yapışacaktır.
Orhan Pamuk'a da tüm dünya 'sen çok iyi doğu-batı sentezi kuruyorsun, doğu ile batı arasında adeta bir köprü gibisin' diye sürekli bir telkinde bulunduğu için, hatta sırf bu yüzden bir de Nobel verdiği için, o da artık iki paragraf dergi yazısı da yazsa kendini doğu-batı köprüsü olarak konumlandırma zorunluluğu hissediyor. Ancak ben işin bu tarafını da yine bir yere kadar anlayabiliyorum...
Peki bu kitabı neden sevmedim?
Öncelikle kitap klasik bir Orhan Pamuk kitabı gibi başlıyor. Kuyucu ve çırağının ilk temasını ve sonrasını anlatan sayfalar karakterlerin işlenişiyle, detaylarıyla, dili ve üslubuyla bütün Orhan Pamuk karakteristiğini taşıyor içinde... İşte bu noktada, az önce bahsettiğim kaygılar bir virüs gibi giriyor işin içine... Eğer Orhan Pamuk bu kitabı 20 sene önce yazıyor olsaydı, o küçük kasabada, sıradan insanların sıradan hikayesiyle yetinir, o hikayeyi kendine has diliyle bambaşka bir şekle sokabilirdi.
Oysa şimdi, kendisi tescilli bir Doğu-Batı köprüsü olduğu için hemen sarı kıyafetini üzerine geçiriyor ve biri doğudan diğeri batıdan iki tane efsaneyi alıp hikayenin tam ortasına zorlama bir şekilde bırakıveriyor... Bununla da kalmıyor, biz daha bu efsanelerin nereden, hangi amaçla geldiğini anlamadan üzerine bir de ikinci daimi misyonu olan 'Doğu-Batı arasına sıkışmış Türk insanının bocalaması' şapkasını takıp o naif kuyucu çırağından bir anda 'Yeni Türkiye' müteahhitliğine evrilmiş bir adam çıkarıyor karşımıza...
Günümüzde her köşe başında, her tv ekranında, her gazete sayfasında karşımıza çıkan ve gördüğümüz yerde koşar adım kaçmaya çalıştığımız, düzene ve iktidara sırtını dayayıp kısa yoldan zengin olmuş müteahhit tipolojisi bir anda Orhan Pamuk kitabının baş karakteri oluveriyor... Ama bu arkadaşımız, diğer müteahhitler gibi bütün gün ofisinde A Haber seyredip hafta sonları Başakşehir maçına veya Uğur Işılak konserine gitmek yerine evinde karısıyla oturup fasikül fasikül Oidipus ve Şehname efsanelerini okuyor... Ne kadar gerçekçi öyle değil mi?
Şimdi diyeceksiniz ki, bir saattir yazıyorsun bir kez bile Kırmızı Saçlı Kadın demedin... Kimdir bu kadın, hikayenin neresindedir?
Neyse ki Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın'ı herhangi bir kaygıya kapılmadan, kendi halinde, özgür bırakmayı tercih etmiş. O da kitap boyunca kimseye bulaşmadan kendi dilediğince kafasına göre takılmış... Hem saç rengiyle, hem tarzıyla, hem de yaşadıklarıyla sanki bu kitaba ait değilmiş gibi...
Herkese keyifli okumalar...