Gönderi

Bazen insan, gökkubbenin gümüş damarlı bulutlarıyla kaplı olduğu yağmurlu bir günde, bataklığın tam ortasında elinde kalkanıyla kendini haydutların oklarından korumaya çalışan bir şövalye gibi. Elinde tuttuğu, üstünde altın harflerle işlenmiş "EGO" yazan kalkan, haydutların o "eleştiri" oklarına karşı korusada, ağırlığıyla onu daha da aşağı çekiyor. Ama aslında dışarıda ne haydut var ne de eleştiri okları. Kalkanına sürekli çarpıp zangırdayan şeyler, oradan geçmekte olan bir grup tüccarın, şövalyeyi kurtarmak için uzattığı kurutulmuş bambuların sesi. Şövalye kalkanı indirip sopayı görse, tutunup çıkacak belki de. Ama o kalkanı inatla indirmeyince, tüccarlar da iyice sinirlenip sopayla kalkana vurmaya başlıyorlar. Şövalye de saldırı iyice şiddetlendi sanıp, kalkanını daha sıkı kavrıyor. Tüccarlar en sonunda şövalyenin orduda yaşadıklarından aklını yitirmiş bir şövalye olabileceğine kanaat getirip yola tekrar koyulmaya hazırlanıyorlar. Sonunda ne mi oluyor? İt ürüyor kervan yürüyor, atı süren adam bataklığa son kez baktığında, son parmak da gözden kaybolalı 1 saniye geçmiş oluyor. İşte, karşınızda egonun neye bedel olduğuna dair bit metafor. Platonun mağarası, benim de bataklığım. - Eyüpcan Işık
·
2 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.