Çok zengin diyorlardı Turan Bey için. Değildi oysa.
Babası Kore’de savaşmış, esir düşmüş bir gaziydi.
Oradayken, İstanbul’da gümrük, navlun işleri yapan zengin
bir adamın oğluyla can arkadaşmış diye anlatılırdı.
İki sefer kılı kılına hayatını kurtarıp, tüm esaretleri boyunca
neredeyse bir an bile ayrılmayınca asker arkadaşlıkları kan kardeşliğine,
dönüşte yakın arkadaşlığa ve nihayet ortaklığa dönüşmüş.
İşler iyiden iyiye büyüyünce de Turan Bey’in babası
Hasan Fehmi Bey, Kore’deki silah arkadaşının kredi ve
muavenetiyle birden bine yükselttiği sermayesini alıp,
teşebbüslerini memleketinde sürdürmek üzere Aydın’ın yolunu tutmuş.
O vakitler lisede leyli olan Turan’ıysa İstanbul’da bırakmış.
Edebiyata daha bıyığının yeni terlediği zamanlardan beri
meraklı olan oğlu bu havailikten bir an önce kurtulsun diye
Erkek Lisesi’ni bitirir bitirmez de Fransa’ya
ekonomi tahsiline göndermiş. Sonuç hüsran.
İki lafı bir araya getirecek kadar Fransızca bile öğrenemeden
hülyalar içinde geçen iki koca yıl, sergiler, konserler, sahaflar ve
içkili, dumanlı ev toplantıları ve koca bir boşluğa harcanan bir dünya para.
Döner dönmez, Edebiyat Fakültesi’ne kayıt ve Baudelaire tercümeleri
etüt edeceğini sanarak başlayan bir edebiyat eğitimi mücadelesinde
Dede Korkut dersi yüzünden uzayan okul.
Ama bolca kitap, bolca roman, şiir, hikaye ve temsil.
Turan Bey’in babası Hasan Fehmi Bey, Kore’de savaşıp
esir düştüğü yılları, hayatının en önemli olayı ve sonraki
tüm olayların başlangıcı olmasından ötürü sürekli göz önünde
tutmayı, her fırsatta lafı oraya getirmeyi severdi.
Ne zaman Kore’den, oradaki kahramanlık ve esirlik günlerinden
bahsetse, her daim sinirli çehresi gevşer, yüzünün bıçak kesiği
gibi kati çizgileri yumuşayarak yuvarlak ve müşfik kırışıklıklara dönerdi.
“Türk’ün ateşle imtihanıydı!” derdi, lafı geçince.
Oğlunun kitaplarından birinin adıydı bu söz,
çok severdi onun olmadığı ortamlarda kullanmayı.
Hayatının doruk noktası saydığı o yıllardan kalan izleri ömür
boyu taşıdı da. Sırtında sağ omuzdan koltuk altına doğru yirmi üç dikiş,
şifası bulunamayan uykusuzluk, hafıza zayıflığı ve karanlıkta
kalamama, yalnız duramama. Oysa, ömrünün son günlerine kadar,
yakaladığı her fırsatta anlattığı kahramanlık destanının arkasında,
karabasan kabuslarla peşini hiç bırakmayan kalın bir korku perdesi çekiliydi.
Askerliği Ayaş’a çıkınca sevinmişti Hasan Fehmi Bey.
Cihan Harbi’nin ikincisi de geçip gitmiş, dünyanın üstünden
o kara örtü çekilmişti, pırıl pırıl bir başkent yeşeriyordu
Anadolu’nun göbeğinde. Gidip görenler, tayinle gelenler
anlata anlata bitiremiyorlardı Ankara’yı.
Ulus’u, Gençlik Parkı’nı, Yenişehir’i, geniş ferah bulvarlarda
yaylanan otomobilleri, kolalı gömlekleri, cilalı iskarpinleriyle çarşıları,
kaldırımları arşınlayan genç Cumhuriyetin yeni şehirlilerini göreceğini,
aralarına karışacağını düşününce heyecanlanmıştı.
Acemiliğini yeni bitirmişti ki, bir gün yemekhanede topladılar hepsini,
bir ahşap çamaşır teknesinin içinden sırayla kura çektirdiler.
Boş çekenler alayda kalacaklar, Kore’yi çekenler ertesi sabah
Etimesgut’a sevk edileceklerdi. Şansı bir tek orada yaver gitti.
Üç kişiydiler. Askerliğin ilk günlerinden beri kanları kaynamış,
birbirlerini koruyup gözeten üç arkadaş.
Şansına, Kore’yi çekenlerden olmuştu üçü de.
Keşanlı Nalbant Şekip, İstanbullu Tevfik ve Hasan Fehmi.
Şekip’in namı lakap değildi, askere gelmezden evvel sivilde
hakikaten de nalbantlık ederdi. Babasından yadigar mesleğinden
askere gelene kadar ekmek yiyen bu talihsiz Roman çocuğuna,
alayda da demir-kaynak işleri yaptırırlardı.
Eğlenceli, edepsiz fıkralar anlatan, tarağıyla gırnata sesi çıkararak
askerliğin en bıkkın anlarını bile neşelendirmeyi başaran,
dünya yansa içinde yorganı yok, gamsız bir çocuktu.
İyi niyetli, temiz kalpli ve çalışkandı.
Gelgelelim talihi, can arkadaşları Hasan Fehmi ve Tevfik Bayrak gibi yaver gitmedi.
Kunuri’deki büyük çarpışmalardan birinde, dibinde patlayan
havan topunun şarapnelleri göğsünü paramparça etti.
Mezarı bile olmadı hiçbir zaman.
Oysa yirmi bir gün süren gemi yolculuğunda ne kadar da neşeliydi.
Çoğu ilk kez deniz görmüş eratın büyük bir kısmı güverte
köşelerinde kusacak yer ararken o sanki savaşa değil de
arkadaşlarıyla kayıp bir cenneti keşfe gidiyor gibi mutlu ve heyecanlıydı.
Sayfa 14 - İletişim Yayınları 2140 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 345