Gönderi

258 syf.
8/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 9 days
Jack London'la tanışma kitabım
Adem'den Önce
Adem'den Önce
adlı eseriydi. Kaynaşma kitabım ise hemen ardından okuduğum Beyaz Diş oldu... İki kitap arasında hem konu, hem konuyu ele alış şekli hem de mesaj itibariyle bol bol benzerlik yakalamak mümkün. Ancak tabii ki ayrıştırıcı taraflar da var. İki eseri bu kadar kısa süre içinde peş peşe okuduğum için doğal olarak incelemeye de yansıyacaktır bu durum... Bende bıraktığı etki açısından Adem'den Önce, burun farkıyla önde. Ve nedeni de sanırım, o kitabın olabildiğince insandan arındırılmış olması... Mesaj çok açıktı ve size sadece bir film şeridi gibi ya da sanal gözlük takıp bir ormanın içinde dolaşmak gibi kitabı okumak kalıyordu. Beyaz Diş'de ise durum biraz daha farklı. Mesaj yine çok açık. Ancak bu kez kaptırıp gitmek o kadar kolay değil. Kitabın başından sonuna kadar farklı coğrafyalarda gezinip, farklı insanların ve hayvanların yaşamlarına tanık olup, farklı duygu yoğunlukları arasında gidip geliyorsunuz. Beyaz Diş'in sahiplerine bağlanması gibi siz de ona bağlanıyorsunuz. Beyaz Diş kendini öyle ya da böyle sevdirmeyi başaran bir kurt. Jack London bu sayede bütün kontrolü ele alıyor. Kitapta sizi bir o yana bir bu yana savuruyor okur olarak. Karşı koyma ihtimaliniz neredeyse yok. Kitabın giriş bölümlerini oluşturan ilk üç bölümü büyük bir hayranlıkla okudum. Ki, Beyaz Diş'in sahneye çıkması 5 veya 6. bölümde gerçekleşiyor. Burada Jack London'ın bana göre müthiş bir yazarlık yeteneği ön plana çıkıyor. İlk kitapta da görmüştüm onu ama bu kadar baskın değildi. Bitmek tükenmek bilmeyen betimlemelere bulaşmadan sizi öyle bir sokuyor ki atmosferin içine; sanırım peş peşe iki kitabını okuyup üçüncüsünü de sipariş etmemin ardında yatan nedenlerin başında bu geliyor. Çık çık bitmeyen vadileri, çatallaşan yolları, şehre uzanan patikayı, tepenin ardındaki eskimiş kulübeleri, gölgesinin bilmem ne yaptığı uzun ağaçları hiç işin içine sokmadan sizi, anlattığı yerle buluşturuyor. Ve öyle bir buluşma oluyor ki bu, yazmayı o an bıraksa, sanki kaldığı yerden devam edecekmişsiniz gibi kendinizi oraya ait hissediyorsunuz. İşte böyle bir ortamda başlıyor kitap. Eğer okuduğunuz ortam da bu atmosfere dahil olmanıza izin veriyorsa kendinizi üşürken ve olacakları endişe içinde beklerken bulmanız mümkün. Anne kurdun kısa hikayesiyle birlikte geçiş süreci tamamlanıyor ve Beyaz Diş yaşamın ışığını takip ederek aramıza katılıyor. Bundan sonrası kitabı okuyacaklara ait... Ben yine çevre yolundan dolaşmaya devam edeyim ve kitabın bana yaptırdığı bazı iç hesaplaşmaları ve sorgulamaları sizinle paylaşayım... Kitap boyunca en fazla içgüdü kavramını sorguladım. Kendi içgüdülerimi... İçimde var olan, hayatımın ne kadarında etkili olduğunu kestiremediğim içgüdüler... Hani hep deriz ya, 'insan da bir hayvandır' ya da 'insanın bir hayvan tarafı vardır' diye... İşte bunu sınamanın ölçüsü içgüdüler olsa gerek. Bizi hayvandan ayıran aklımıza sığınıp elimizin tersiyle ittiğimiz içgüdüler. Akıl varsa içgüdüye ne hacet? Ne de olsa her şeyi akıl yönetmiyor mu? O yüzden yeryüzünün en güçlü canlı varlığı biz değil miyiz? Ancak kazın ayağı öyle değil sanırım. İçgüdülerimize ihtiyacımız var. Biz onu ikinci plana atsak da hala onun etkisi altındayız aslında. Belki çoğu zaman akıldan bile üstün geliyor üzerimizdeki etkisi... Acaba günlük yaşamda akıl ve mantıkla verdiğimizi düşündüğümüz tepkilerin, davranışların kaç tanesinin gizli öznesi içgüdülerimiz? Acıkınca yemek aranmaktan bahsetmiyorum. En yakın kebapçıyı arayarak 1,5 az acılı dürüm söyleyerek karnımızı doyurabilme becerimiz değil söz konusu olan... Hayata bakarken, hayatı algılarken, insanlarla kurduğumuz ilişkilerde, duygularımızda, beklentilerimizde, hırslarımızda içgülerimizin ne kadar etkisi altındayız? Ya da daha önemlisi kendimiz için bir karar alırken... Ya da 6. his dediğimiz ve hiç beklemediğimiz yerlerde karşımıza çıkan o gizemli dürtü... Bazen karar vermeden önce uzun uzun düşünür, mantık köprüsünden geçer, içler dışlar çarpımı yapar, toplumun baskısını, çevrenin dayatmasını, 'elalem ne der'leri tek tek hesaplar, tüm bunların ardından alınması gereken kararın ne olduğunu net bir şekilde ortaya çıkarmamıza rağmen son saniyede hiç tereddüt etmeden mutlak bir bilgelikle tam tersi bir karar veririz. Çünkü bizim Beyaz Diş'inki gibi ensemizde dikleşen tüylerimiz, genizden gelen hırıltılarımız olmasa da, ona gelen sinyali bize de gönderen mutlak bir güç var içimizde... İşte o güç içgüdülerimiz olsa gerek... İşte Beyaz Diş'in bana öğrettiği en güzel şey buydu. İçgüdülerinle barış, aklını kullanırken onu da ihmal etme. Hatta beyninde ve kalbinde ikisine de yer açarsan senden alâsı olmaz dedi bana. İçgüdülerinle barışık olursan kendini topluma karşı, insanlara karşı, yenilgilere karşı, kötü sürprizlere karşı korursun diye ince ince anlattı bu işin inceliklerini... Bir sonraki Jack London buluşmamızda 'Vahşetin Çağrısı'na kulak vereceğim... İçgüdülerim, onun da bana anlatacağı çok güzel şeyler olacağını söylüyor... Herkese keyifli okumalar dilerim...
Beyaz Diş
Beyaz DişJack London · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202077k okunma
··
307 views
Metin T. okurunun profil resmi
Galiba ilki anacığımızın memesiyle buluştuğumuzda olur. İçgüdü dedin ya, o şey işte. Adiloş bebenin saldırması gibi. Maslow piramidinin en alt iki basamağı tehlikedeyse bilinçli zihinsel aktiviteye sıkı bir ortak çıkar, içgüdü. Pertinaksımıza işlenmiş mükemmel savunma mekanizması. Bunu ben de hatırlamıştım okurken kitabı. Ademden Önce galiba benim de en sevdiğim eseriydi JL’nın. Adem’e kadar olandan Adem’e aktarıldığını söylediği şeyler çok etkilemişti. İnsanın varoluşuyla ilgili söyledikleri benim ideolojik olarak durduğum yeri daha da sağlamlaştırıyordu. Öyle sanmıştım. Sonra hatalı olduğumu anladım. Hatam neydi? Galiba bir yazardan, bir bilim insanı çıkarmıştım. Bir yazarı, fikirleri tutarlı ve bütünlük içinde ifade edilmiş bir ideolog gibi görmeye kalkmıştım. Feci halde çuvallamıştım. Yazar beni çuvallattı. :))) Anakronizmi edebiyata çok yakıştırırım. Sanata yakışır gerçekten de. Ama politik eleştirilerde de o kadar kalleşliktir. JL’nın “Unparalelled Invasion (eşi görülmemiş istila)” diye bir novellası var. Beni çok hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir kurmacamda işlemiş, yerden yere vurmuştum. Bir dostum beni anakronik olmakla suçladı. Bense tam aksini, onun anakronik olduğunu, JL’nın bal gibi Zeitgeist’in çirkin bir oportinisti olduğunu savunmuştum. Hala öyle düşünürüm. Ama bu JL’nin kaleminin güçlü olduğunu asla değiştirmez. Belki de o denli acımasız olmamın altında da bunu bilmem yatıyordu. Beni avlamasıydı güçlü kalemiyle. İnandırmasıydı. Necipciğim, kaleminin peşinden nerelere sürükledin beni bak! Hafta sonunumu güzel bir incelemeyle başlattığın için teşekkür ederim. Kalemine sağlık.
Necip G. okurunun profil resmi
Asıl ben çok teşekkür ederim Metin Abi... Kitabın yoğunluğuyla biraz da çalakalem, anlık yazdıklarımın gelip altını dolduruyorsun sık sık :) Jack London ile aranızdaki ilişkiye hiç bulaşmıyorum şimdilik :) Çünkü içinden çıkılacak gibi değil :) Ancak bahsettiğin novellayı bir gün okursam, mutlaka üzerine yazdıklarını da okumak isterim... Benim okuduğum iki kitabında da insandan uzakta bir yerde durduğu için henüz bir oportünistliğine tanık olmadım. iki kitap da vahşi doğa belgeseli senaryosu gibi :)))) Vahşetin Çağrısı'nı da okuduktan sonra insanların içine karıştığı bir kitabını bulup onunla devam edeceğim... Sevgilerimle...
3 next answer
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.