Gönderi

DEVLERİN AŞKI
Yeni doğan bir bebek Ne çok insanın şehrin sokaklarını doldurduğunu görse sanırım bu kalabalığın içinde ne işi olduğunu düşünüp aynı saat içinde mutlu olduğu sığınağına yani annesinin rahmine geri dönerdi. Rahim kadınlara ait bir organ adıyken neden erkek ismi olduğunu da kaldığı bir saatlik dünyada çözmesi imkansızdı. Bunca yıldır ben çözememişken. Nazifin söyledikleri koro bazende solo halinde kulaklarımın içinde bir orkestra kurmuştu. Ne kadar da doğal anlatmıştı, bir insanı bıçakladığını. Belki de onu kötü giden yaşamından kurtardığına dair düşüncesi kaybettiği bir buçuk yılı gülerek anlatmasına sebepti. Bir buçuk yıl karşılığı sicilinde bir sabıka, dağarcığında onlarca kitap ve kurtarılmış bir yaşam. Değer miydi? Hiç tanımadığı Bir insanın yaşamını değiştirmek ve sisteme entegre etmek için değil bir buçuk yıl, bir buçuk günü harcamayacağımı biliyorum. Peki, Bir insanın hafif bir tebessümü için Alman malı bir ütünün buharında geçirdiğim aylar. Bütün mesele dört duvar arasında bedel ödemek mi, buharda kalmak mı? Ne çok bedel istiyor insanın mutlu olması. İş çıkışında gün boyu ruhumu kaplayan sonu soru işaretleri ile biten cümleler eşliğinde İstiklal in kalabalığında bir yol bulup "Tahta Masa" ya ulaşıp bir iki bardak çaya Livaneli nin "son Ada"sını ortak etmeyi istiyordum. Bu caddenin sanata yatkın bir yapısı olduğu kesin. Ne zaman meydandan Tünele yürüsem okuma dürtüsü rahat bırakmıyor. Adının İstiklal olması ruhun istiklaline uygunluğu için olduğu kesin. Sosyetenin kullandığı parfümlerin kopyalarını satan mağazanın önünden kulağımda Her dinlediğimde bütün acılara yoklama aldıran Cem Adrian'ın "Biz senle aynı toprakta büyüyen" şarkısı eşliğinde geçiyorum. önümde yürüyen ve büyük bir aşkla el ele tutuşan, insanların yanlarından geçerken hafifçe tebessüm ettiği iki cüce. Aralarında Mutlak bir bağlılık olduğu kesin. Böylesi bir Bağlılık için aynı acının ya da kaderin ortağı mı olmalı insanlar. Çoğunluktan farklı oldukları ve sadece kısa boylu olmaları aşka engel değildi elbette. Ama deli eden o soruda yerinde duramıyordu"ikisinden biri cüce olmasa bu aşk olur muydu ?" O zaman bu aşkta kendince bir sahteliğin göstergesi değilmiydi ? Pamuk Prenseste öğretilmişti bize"Cücelerden sevgili olmaz" Öyle ya masalın adı "Pamuk prenses ve yedi cüceler" di. " Çekingen, Doktor, Salak, Huysuz, Mutlu, Uykulu, Meraklı ve bir kadın" değildi. Onların yaşam hakkı uzun adamın tanıdığı haktan fazlası değil, Beyaz Adamın siyah adama tanıdığı özgürlük kadar. Erkeğin kulağında küpe, yırtık bir kot ve küçük bir sırt çantası. Modaya uygun hafif uzamış sakalı ve kafasında bandanası. Kadın daha bir kendinden emin. Örneğin boyum az daha uzun gözüksün diye bir kaygısı olmayan düz bir spor ayakkabı. Bir serçenin tüyünü andıran küpesi, kırmızı çerçeveli gözlüğü, kızıla boyalı saçları ve bir kolunda Latince "carpe diem" diğer kolunda ise 1881 yazan bir dövme. Tarih boyunca cüce bir öğretmen, şarkıcı, Başbakan, milletvekili veya belediye başkanı olup olmadığı sorusunu sormak bile abesle iştigaldi. İsimlerini bilmediğim bu iki insan ile ne çok isterdim oturup saatlerce konuşmayı. Dünyaya meydan okumayı nasıl başardıklarını.. "Otur sana bizi anlatalım ama sözümüzü aksırmak için bile kesmeyeceksin, çünkü sizin dünyanız bizim yaşam hakkımızı hep kesmekle meşgul. Biz böyle doğmayı elbet istemedik. Hepiniz cüce olsanız biz uzun olsak yine istemezdik. Ama sıradan olmadığımız kesin. Sizler Tanrı'nın sıradan yarattığı seri üretimlerlerken, biz el yapımı orijinal insanlarız. Bunu çözmen zaman alacak, ama çözünce bizi net anlayacaksın. Bizim besin kaynağımız ilkokul sıralarında başlayan acılarımız olurken, sizinki normal gıdalardaki vitaminlerdi. Elbet güzel tarafları da vardı. En ön sırada oturmak gibi. Ucunda bir hakim yada Savcı olamayacağımı bile bile büyüyünce ne olacaksın sorusuna hiç büyümeyeceğimi bile bile Savcı olacağım dediğimizde duyduğumuz kahkahalar seni uçuruma sürüklerken, biz sadece gülüp geçmeyi çok erken öğrendik. Üniversite yıllarında herkes sevgilisi ile el ele gezerken biz sadece terk edilen sevgililerin sığındığı kankalar olmayı hayatın normalliğine yazdık. Hiç otomobil kullanamayacak, bir mağazanın çocuk reyonu dışında kıyafet tercihimiz olmayacağını çok erken öğrendik. Bir meyhanede içip içip "heyet ulan yakarım bu dünyayı" naraları attığımızda herkesin kahkahalarla güleceğini bile bile içimizde haykırdık naralarımızı "Yıkarım bu dünyayı". Adam akıllı dayak yemedik zaten dayak ta atamazdık. Tarkan kadar güzel sesimiz olsa bile Ünlü bir şarkıcı olup duvarlarda posterlerimiz olmayacağı da aşikardı. Yok üzülme.. her şey bu kadar kötü değil.. Örneğin iş bulmamız daha kolay, kamyon kullanırken direksiyon başında uyuyakalıp ölme ihtimalimiz sıfır. Bir pavyonda kavga sırasında ölme ihtimalimizde yok. Trafik cezası derdimiz hiç yok. Taşınan komşunun buzdolabına el atmamızı kimse beklemez. Bizim gibi olan eşimizin Eve neden geç geldin diye hiç kaygısı olmayacak, çünkü gidecek yerimiz olmayacak. Biz boyumuzdan dolayı eş olurken, siz sadece karı koca olabileceksiniz" Bütün bunları tek tek anlatırdı. Sorsaydım eğer. Soramadım. Sorsam ters bir bakış atıp "herkes gibi sorular mı soracaksın bu iki özel el yapımı insana" der diye korkmuştum. Korkularım hayatımın duvarlarını belirleyen demir iskeletlere benziyordu. Nazifin Cezaevi macerası anlamını yitirmişti bile. "Bir insan kurtardım işte daha ne istiyor insanlık benden" edası az önce önümden kaybolup giden cüce çift için de geçerli olur muydu? O çift için de birine acımadan saplar mıydı bıçağın soğuk çeliğini. İki çayı arka arkaya içip bir sayfa bile okuyamadan evin kapısında soluğu aldım. Kapıda bekleşen kedileri bu defa unutmadım. Kedilere her süt verdiğimde aklıma gelen Hasret'ten uzun zamandır haber alamadığımı hatırladım. Kim bilir yine hangi hüznün ve zulmün başrol oyuncusu olmuştu. Mustafa Düzenli/ İM
·
43 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.