Paylaştığım kitabım burada hazır hâlde. Konusu, başlıktan da tahmin edebileceğiniz üzere tamamen insan ve insanlık üzerine.
https://1000kitap.com/hikaye/gercek-insan-bu-degil--4781
Burada da konu başlıkları hâlinde. İkinci kitaba ait inanç konuları da mevcut.
insanveisleri.blogspot.com
Kendinize iyi bakın güzel insanlar.
Giriş Bölümü: Ben ve Benlik Üzerine
Ben kimim? Ailemin bellettiğine göre Türk’üm, Müslüman’ım, Alevi-Bektaşi’yim. Yakın zamana kadar Galatasaray taraftarıydım bir de, ama onu ailem belletmiş değildi, tamamen özgür irademle gerçekleşti, irade ne kadar özgür olabilirse işte. Ortalama, sıradan, vasat bir İç Anadolu vatandaşıyım. ‘Gardaş’ diye konuşmuyorum ama çünkü doğduğum il yerine Batı medeniyetine ve kültürüne daha entegre olmuş insanların ikamet ettiği bir bölgede büyüdüm, dolayısıyla şivem yok, İstanbul ağzıyla konuşuyorum. Lise hazırlıktayken müzik öğretmenimizin sınıfta “Kimler türkü dinliyor?” diye sorduğunu hatırlıyorum, yalnızca üç çocuk el kaldırmıştı, sınıf mevcudunun %10’u bile değil. Diğerleri hep yabancı müzik dinliyordu. Hatta müzik öğretmeni bir kızın “metal” cevabını duyduktan sonra, “Neden dinliyorsunuz öyle şeyleri, civciv eziyor onlar.” demişti. Mesleği metal müzik çığırmak olan bir şarkıcının sahnede civciv ezdiği dedikodusu gerçekten dolaşıyordu o dönemler, bugün de devam ediyor mudur bilmem. Bu söylenti gerçek miydi değil miydi onu da bilmiyorum ama sonradan metal müzik dinleyen pek çok arkadaşım oldu, acil durumda ezmek üzere cebinde civciv taşıyanına denk gelmedim. Olur da öyle birine rast gelinirse Allah yarattı demeden sopayla dalıp bacaklarını kırmak insanlık adına küçük bir şiddet eylemi, civciv âlemi adına büyük bir kazanç olacaktır.
Ben de el kaldırmayanlar arasındaydım. Müzik dinleme hayatıma çevredeki arkadaşlardan etkilenip Iron Maiden kaseti alarak başladım. Sonra Metallica’ya geçtim. Oradan Lou Bega isminde bir arkadaşın aşırı neşeli ve eğlenceli klipine denk geldim, tek tek birtakım kadınların adını saydığı bir şarkısı vardı, Mambo No 5, çok hoşuma gitti, onu ve o türden müzikleri dinlemeye başlayıp böylelikle metalden keskin bir dönüş gerçekleştirmiş oldum. Bir öğle vakti MTV’de The Real Slim Shady klibine denk geldim ve Eminem’e geçtim; işte onun bildiğin fanı oldum, çok uzun zaman takılı kaldım, baskılı tişörtlerini giydim, hâlâ bazı şarkılarının büyük kısımını ezberden söyleyebilirim. Arada evde duran Orhan Gencebay kasetini dinlediğimi de itiraf etmem lazım, gizliden tabii, diğerlerinin sesini köklerken bunu kısıp dinliyordum. Türkülerin değerini fark etmeye ancak, Ankara’ya dönüş yaptıktan sonra, yine çevrenin etkisiyle lisenin devamında başladım. Mahzuni Şerif, Ahmet Kaya gibi isimleri dinlemeye başladım bu dönemde. Baktım tür ayırt etmeksizin hoşuma giden her müziği dinleme potansiyeline sahibim, ne çalarsa kulak uzatır, sevdiğimi repertuarıma ekler oldum. Bugün paganik folktan ilahiye, şamanik rock’tan rap’e, oyun havalarından arabeske çok geniş bir müzik yelpazem ve repertuarım var ama ısrar etmeyin, banyoda değilsem veya en az üç tane içmemişsem kolay kolay söylemem.
Büyüdüğüm şehir bahsettiğim üzere tamamen Batı kültürü etkisi altındayken sonra lise başlarında doğduğum şehre döndüm. Bizim oturduğumuz semt daha hem daha muhafazakâr niteliklere sahipti, Erbakan savunan insanı ilk defa lise 1’de gördüm, benim için ilginç bir tecrübeydi, sanki Atina’dan çıkıp İslamabad’a gelmiştim. Fakat fazla nüfusa sahip büyük bir yer olunca insanlar çeşit çeşit oluyor tabii; burada da koyu laik ile koyu İslamcı, ülkücü ile sosyalist iç içe geçmişti. Elbette bu karışıklık özellikle lisede bazı sürtüşmelere yol açıyordu ama lise öğrencileri zaten sürtüşmeye, kavga edip kendini göstermeye yer arayan ergenler olduğundan bunda bir tuhaflık yok. Taşınmanın benim için iyi olduğu inancındayım, farklı siyasî görüşlerden insanlarla arkadaşlık etmek, ortak sofrada oturmak, hatta kavgaya gitmek benim görüşlerimin çeşitlenmesini sağladı. Üstüne bir de üniversitede bölüm olarak siyaset bilimi seçince en aykırı denebilecek görüşleri dinleme ve üzerlerine düşünme fırsatı buldum. Bu sayede belli dar kalıpların etkisinden kurtulup hayata ve insanlara daha geniş bir bakış açışından (çılgınca perspektiften diyesim var) bakmaya başladım.
Konumuz neydi: ‘Benlik üzerine’. Peki, ben niye kalktım da üç paragraftır kendimi anlatıyor, goygoy yapıyorum? Öncelikle bunların hepsini anlattım ki eğer bende bir dengesizlik sezerseniz kaynağını anlayın. Fakat tek neden bu değil, biraz dinleyince hak vereceksiniz, umarım buraya kadar söverek okumayı kesen olmamıştır. Okumayı bitirince sövmek isteyen yine sövebilir tabii, kimsenin dilini tutmaya muktedir değilim.
Benim için en önemli konu inançtı. Çocukken bir öğretmenin sınıfa bir bütün hâlinde inancımızı sorduğunu hatırlıyorum, tüm çocuklar ‘Müslüman’ diye bağırmıştı. Sonra öğretmen kötü olmayan bir niyetle eklemişti: “Evde anne-babanıza sorun, öğrenin.” Ben de bunu sorduğumda annemin bana “Aleviyiz.” dediğini hatırlıyorum; aynı anda söylediğinden müthiş pişman olarak, çok tehlikeli bir bilgi vermişçesine kollarımdan tutup beni sarsmıştı: “Kimseye söyleme!” Gözlerindeki korkuyu hâlâ hatırlarım. Ancak bu bende ters tepti, öyle ki lise sondayken boynumda yıllardır asılı bulunan Zülfikar kolyeyi çıkartarak geziyordum. Ankara’nın muhafazakâr bir semtinde yaşamamıza rağmen bir öğretmenin “Okulda siyasi simge yasak.” diyerek elbisemin içine sokması dışında tepki görmedim, zaten o kadıncağız da bunu şefkatle yapmıştı. Muhafazakâr bir yapısı yoktu, muhtemelen annemin hissettiğine benzer bir korku hissetmiş, böylelikle beni korumak istemişti.
Anlaşılabileceği üzere Bektaşilik ömrümün uzun bir süresi boyunca kimliğimin en önemli parçası oldu; öyle ki üniversitede bazı arkadaşlarım Bektaşi diye seslenirlerdi. Fakat alışıldık Bektaşilere nazaran dindar kalıyordum, günde iki rekât namaz kılıyordum. Sünniler beş, Şiiler üç vakit kılar; seninki neden iki diye soran olursa tartışmalara hiç girmeden, uzun kılıyordum, iki bana yetiyordu der geçerim. Dolayısıyla Ali, Hasan, Hüseyin, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli benim için özel isimlerdi; fakat bunlar arasında özellikle Hüseyin (bu bilgi nasipse diğer kitabın bir bölümüne geldiğinizde okuyanları epey şaşırtacak), Mevlâna ve Hacı Bektaş Veli kimliğime en çok katkı yapmış isimlerdi.
Galatasaraylı oluşuma da değineyim. Futbol bu coğrafyanın erkeğinin yaşamında önemlidir. Çocukken babam beni çalıştığı yere götürdü. Orada bir adam –müdürdü sanırım- hangi takımlı olduğumu sordu. Annem Fenerbahçeli olduğu için Fener dedim. “Beşiktaşlı (veya Galatasaraylı mı demişti acaba, tam hatırlayamadım.) olursan sana bisiklet alacağım.” diye teklifte bulundu. Çok kârlı bir ticaretti, kabul ettim. Fakat almadı. Bunun yerine bir gün işten dönerken babam elinde güzel bir bisikletle geldi, zaten sözünü tutan, mert adamdı, üstelik yumuşak bir yüreği vardı. Aldığım bu transfer ücretiyle Galatasaray’a geçtim. 90’lardan bahsediyorum, Türk takımlarının ulaştığı ve belki de ulaşabileceği en iyi dönemden, UEFA ve Süper Kupa zamanlarından. Haberim olmadan kazanan tarafı seçmiştim, üstüne bir de bisiklet elde etmiştim. Elbette bir Neymar’ın transfer ücreti değildi ama bence gayet iyi kâr elde etmiştim. Zaten o yaşta bana Neymar’ın bonservis bedelini de verseler yine gider bisiklet alırdım.
Son olarak görüntümü de tarif edeyim de bu satırları okuyanların kafasında aşağı yukarı bir resim oluşsun. Orta boyluyum, koyu esmerim, lise başından beridir miyop yüzünden gözlük kullanıyorum, hiç de yakışıklı değilim, hatta tipsizin önde gideniyim. Ortaokuldayken Roman olmamalarına rağmen bir Roman mahallesinde ikâmet etmekte olan sınıf arkadaşım beni evine davet etmişti. Arkadaşım sarı teniyle yolda güneş gibi parlıyorken ben mahallenin dekoruna tam olarak uyum sağlamıştım. Yolda giderken iki kız da laf atmıştı karşıdan ama bana değil, bana niye atsınlar, ben her gün çevresinde gördükleri erkeklerin birebir aynısıydım. Fiziksel olarak babama çok benzemesem, huylarının bir kısmını birebir devralmış olmasam çocukken beni ağlatmak için söyledikleri “Seni çingenelerden aldık.” cümlesine o gün ihtimal verebilirdim.
Şimdi eldeki verileri toparlayalım. Kimliğimdeki en önemli ayrıntıyla başlayalım, görünüşüm, insanın kimliği her zaman görünüşü üstünü kurulu olmuştur; insan kendini suretiyle tanımlar. Diyelim bir gün banka hesabım bilinmez bir nedenden parayla doluyor. Artık zengin biri olduğumdan hâliyle kendime yakışıklılığı layık görüyorum, zengin biri olarak artık tipsiz kalamam. Baştan ayağa yenilenmek için ardı ardına estetik operasyonlar geçiriyorum; şanslıyım, uzman doktorlar beni bambaşka bir adama dönüştürüyor, adeta bir Kıvanç Tatlıtuğ olup çıkıyorum –gerçi bu ihtimal için bir zaman makinesiyle en az elli yıl sonrasından teknoloji transferi gerekli, ama olsun, öylesine sohbet ediyoruz şurada-. İnsan evladı güzelliğe düşkündür, dolayısıyla ben artık yakışıklı bir adam olduğundan bana mutlaka epey ilgi, alaka, sevgi ve arzu yönelecektir. Eminim ilk zamanlarda bu çok hoşuma gider, güzel gelmez mi ya, fakat ego-nefs-benlik dediğimiz yapı sevinçleri çabuk tüketicidir, aylar geçtikçe ben bu ilgiye alışırım ve ilgiye alıştıkça duygularım donuklaşıp değişime uğrar. İnsanların bana meyli arttıkça ben de kendimi bulunmaz Hint kumaşı sanmaya başlarım. Eskiden alçakgönüllü bir insanken -daha doğrusu yerimi bilirken- şimdi dünyanın bensiz dönmeyeceği sanrısına kapılabilirim, bu da müthiş kaprisli biri olmama yol açar, davranışlarımla insanları bıktırmaya, etrafımdan uzaklaştırmaya başlarım. Böylece ilgilerini de sevgilerini de yavaş yavaş kaybederim. Yıllar geçtikçe azalan güzelliğimle birlikte, bu sefer muhtemelen ilk hâlimden bile yalnız kalırım.
İşe bak, başa döndük! E o zaman niye girdik biz bu estetik işine, o kadar estetik ameliyat sancısı çektik, diye sormadan paragrafı konu üzerinde toparlayayım: Önce dış görüntüm değişti, görüntümle beraber duygularım değişti, duygularım değişince dünyayı algılayışım değişti, algılayışım değişince davranışlarım değişti; sonunda tamamen başka birine dönüştüm; öyle ki ilk hâlimden eser kalmadı. Kodlama üzerinden düşünelim: Input, yani bilgisayara girdiğimiz bilgi değişti, output, yani çıktı da değişti.
Hakikati anlamak istiyoruz, şu hâlde bize düşen şunu sormaktır: Madem her an Ömer’in Ezel’e dönüşümü gibi aynı bedende bambaşka birine dönüşme imkânımız var, öyleyse ‘Ben’ neyim? Daha doğrusu, ‘ben’ nedir?
Bilgisayar terimleriyle devam edelim. Bedensel akıl, yani beyin, vücudun yönetici organıysa bizim ‘ben’ diye adlandırdığımız ya bu organdır ya da beyin dediğimiz bu bilgisayara komutları giren şuurdur, hangisi? Nazarımca ilk seçenek tam doğru değildir, biz beyiniz de; ama asla tamamen beynin kendisi değiliz. Komada, beyin ölümü gerçekleşmiş hastalardan yıllar sonra uyanan bazıları çevresinde konuşulan her şeyi işittiklerini, o esnada bilinçli olduklarını söylemişlerdi. Hadi onları istisna kabul etsek, genel açıdan düşünsek, yine de komutları girdiğimiz yazılıma bir araç olduğundan dolayı ben diyemeyiz, bu sefer komutları girenin kim olduğu sorusu ortaya çıkar. Yani ben bir araç olamaz, aracı kullanan olmak zorundadır.
“Araç nedir kardeşim?”
Eğer beyni bilgisayar kabul ettiysek komutların girildiği açık kodlu yazılım programı zihindir. Zihin demek asla şuur, yani ben demek değildir; bu farklılığı kafamızdaki düşüncelerin varlığından çıkarırız. Hepimizin kafasında neredeyse her an bir şeyler fısıldayan bir ses bulunur. Meditasyon sağolsun, biraz gün içinde durup zihni gözlemleyince o sesi de uçuşan düşünceleri de fark etmek mümkündür. Eğer ben ve zihin ayrı değilse, bu düşünceler nereden doğar, kimi ikna etmeye çalışır? Tek bir organ kendi içinde çelişkiye düşemez, kimin midesi, ‘şunu mu yapayım, bunu mu yapayım’ diye ikilem yaşar; yiyeceği gönder, sindirsin, işi budur.
“Fakat beyin yapısı itibariyle farklı bir organ.”
Değil. Kediler, köpekler, eşekler, maymunlar, balıklar, kuşlar; doğadaki her canlıda beyin bulunur ancak diğerlerinin beyinleri mideleriyle benzer şekilde tek boyutlu işlev görür, düşünce falan üretmez, çelişkiye düşmez.
“Nereden biliyorsun, hiç hayvan olmadın ki?!”
Aslında hepimiz tekâmülümüzün bir noktasında hayvan olduk, fakat bu konu buraya ait değil. Şöyle düşünün, biz köpek dediğimizde yalnızca belli bir görüntüyü kast etmeyiz, belli bir davranış kalıbını da kast ederiz. ‘Sadık olmayan, bölge anlayışı bulunmayan, evrensel köpek’ diye bir köpek tanımı yoktur. İşte kedide, köpekte, güvercinde bu tek boyutluluğu sağlayan yine aynı beyindir. Fakat konu insan olduğunda davranış biçimleri o kadar çeşitlenir ki ortaya tanım koymakta zorlanırız. Zaten bu nedenden kitapta ‘insan nedir’ diye bölüm var. Bizim standarttan kurtulmamızı sağlayan da işte bu araştırdığımız ben’dir. Eğer insanda bu ben dediğimiz bilinç olmasa ondaki beyin de onu diğer hayvan türleri gibi belli bir davranış kalıbına sahip, tek boyutlu hareket eder kılardı.
Buradan ortaya çıkar ki ben dediğimiz ne beden olabilir ne de zihin, olsa olsa bu araçları kullanandır. Zaten insanı beden veya zihin kabul etsek bunları kullananın, gözleyenin ve komutları girip geri dönüşlere göre yeni komutlar girenin, yani standart davranış kalıplara sahip olmak yerine belli davranışlarda bulunmaya karar verip karşılığını tecrübe ettikten sonra bunları değiştirebilenin kim olduğu sorusu cevap bulmaz. O zaman beyni araç olarak kullanan kimdir?
İşin tuhaf yanı şudur ki insanlar ben diye en çok çıktı almayı sağlayan yazılımı, yani üzerine veriler işlenmiş zihni, sahiplenir. Zihin denen yazılım Python programı gibi önden kaydedilmiş komutlara sahiptir: ‘Ben’ yazarsın, çıktı olarak ad, görüntü, ırk, din; bunlar sana önden belletilmiş bilgilerdir, hepsini birden verir. Böylelikle ben oluşuverir işte. Zihin denilen yazılımda kodlama olanakları çok geniştir fakat bir kere önden kaydedilince, otomatik olarak önüne hep o çıkacağı için değiştirmek çok zordur. Türk olarak doğdu isen ‘ben’ yazınca Yunan vermez, yani olayları bir Yunan’ın bakış açısıyla göremez, onun gibi anlayamaz olursun veya Yunan olarak doğdu isen ‘ben’ yazdığında Türk vermez, işleri, olayları Türk’ün algıladığı gibi algılaman artık mümkün değildir. Veya ben’i annen-baban önden Müslüman olarak kaydeder yazılıma, ‘ben’ yazdığında Müslüman ahlak değerleri önüne serilir, ahlakı bir Hristiyan gibi algılayamazsın. Veya yine tersi için de aynısı geçerlidir, ben Hristiyan olarak kaydedilince artık işleri Müslüman gözüyle göremezsin. Böylelikle yazılım insanda bir bütünlük duygusu oluşturur ama bu bütünlük duygusu da parçalar arasında bir paravan işlevi görerek onları birbirlerinden ayırır. Fakat bugün Müslüman doğanı dün kimliğe Hristiyan olarak kaydedip bebeklikten beri Hristiyan ahlakının değerlerini yükleseler, elimizde bambaşka bir çıktı olacaktı; yani bambaşka bir kişi çıkacaktı ortaya. Fakat kişi aynı kişi, yani ben’inin değişmemesi gerekli, değişen ben gerçek ben değildir, biz gerçek ben’i arıyoruz. Bu yüzden yanıt, yazılım da değildir, olamaz. Zihin insanın gerçek ben’i olamaz. Bize, ilk var olduğumuz hâl gereklidir, ancak o gerçek ben olabilir. Kimliklerle çarpılmamış, esas ben.
Dolayısıyla biz şöyle sormalıyız kendimize: “Dinim, ırkım, mesleğim, tuttuğum takım olmasa, ben kimim?” Bizim yanıt aradığımız soru budur.
Kimileri de kişiliğin, yani zihne düşünceler yoluyla komut verdiğimizde sağladığımız çıktının ben olduğunu öne sürebilir. Şöyle diyebilirler: “Biz insanı özellikleriyle ve yaptıklarıyla tanımlarız, öyleyse kişilik insanın kendisidir.” Ben de buna karşılık derim ki “Bu durumda insanın sabit bir ben’i olamaz. Çünkü konuştuğumuz üzere zihin komuttan komuta farklı çıktı sağlar, komut verme işlemi ise günlük bile olabilir. Bizim kişilik dediğimiz bu işlemin standartlaşmasıdır, yani insanlara yardımda bulunmayı alışkanlık hâline getirmiş birini cömert olarak tanımlarız, onun kişiliği budur. Fakat bu kalıcı değildir, dolayısıyla ben olamaz. Cömert, yardımsever bir adamı ele alalım. Varsayalım adamımız bir gün sarsıcı bir olay yaşıyor, ‘benim’ dediği her şeyi kaybetmenin kıyısına geliyor. Bankalar peşinde, eskiden cömertliğini esirgemediklerinden hiçbiri ona yardım etmeye yanaşmıyor –ki genelde böyle durumlarda hep yalnız kalır insan. Fakat dalgalar duruluyor, adamımız eski maddî gücüne tekrar kavuşuyor, ancak kendisine yaşatılanları unutmuyor, insanlığa küsüyor, en cimrilerden bile daha cimri biri olup çıkıyor.
Söz konusu kahramanımızda input değişti, yani yeni yaşadıkları, yeni tecrübeleri var, output da değişti, insanlar hakkında farklı düşüncelere sahip ve eli epey sıkı artık. Ne oldu, ben değişmiş oldu yani? Bu anlayışa göre ben dediğimiz dünyayı algılayışımız ve ona göre ürettiğimiz tepkilerdir. Fakat ben olayların tesiriyle değişiyorsa, kişi ne olduğunu nereden bilebilir? Yani kendisi cömert mi cimri mi, nereden bilebilir? Sabit sıfatları olmazsa kişi kendini nasıl tanımlayabilir? Böyle olmamalı, cömertlik, cimrilik veya diğer sıfatlar ancak beni tanımlamakta kullanılabilir, çıktının kendisidir. Yani önümüzde meşe rengi bir masa varsa, masanın siyaha boyanması niteliğini değiştirmez, dolayısıyla masaların sıfatları genel olarak masa dediğimiz nesnenin varlığını tanımlama açısından birbirine bağdaştırılamaz.
Bakın birkaç cümle önce dünyayı algılayışımızdan bahsettim, ‘algılayışımız’ dedim, dolayısıyla bir algılayan, yani tüm sıfatların betimlediği bir varlığın bulunması gerekli. Gerçek ben de işte ancak bu ben olabilir, yani algılayan, yaşayan, tecrübe eden ve vücudu ve azalarını kullanarak hayata karşı tepki ve davranış üreten bilinç. Ben dediğimiz çıktı olmayı deneyimleyen daha derinde bir ‘ben’ olmalı, gerçek ben de olsa olsa budur.
Sözün özü kişilik ben olsaydı, hepimizin ben’i andan ana bile değişebilirdi. Bu durumda çoğumuz dengesiz bireyler olup çıkardık, bir anımız bir anımızı tutmazdı. Herhalde kimse sabah ‘ben bugün bunu düşüneceğim, böyle davranacağım’ diye kalkıp gününü bilinçli şekilde o plana uygun olarak sürdürmüyordur. Gerçi şimdi de ruhen gelgitli, melankolik kimseler çoktur ama eğer bu öneri doğru olsaydı çok az istisna hariç hepimizin aynı şekilde, dengesiz bireyler olması gerekirdi. O zaman ‘dengesizlik’ diye bir kavram olmazdı da zaten, tuhaf karşılanan dengeli ruh hâline sahip bireyler olur, muhtemelen de toplumdan dışlanırlardı. Regl dönemindeki kadınlar topluluğunun her yanı doldurduğunu hayal edin, işte öyle bir hayat hüküm sürerdi dünyada. Koca koca ülkeler bir gün birbirine nükleer füzeler fırlatır, ertesi gün liderleri gözyaşları içinde sarmaş dolaş pozlar verirlerdi. Bir liderin diğerinin kıyafetini beğenmemesi savaş sebepleri arasında yer alırdı. Düşüncesi bile korkunç.
Bu savlar anlatmak istediğimden farklı anlaşılmasın, insanların değişmemesi gerektiği hakkında konuşmuyorum. Hani Süt Kardeşler filminde Tellioğullarının aile reisi kafasından travmaya uğramış, zihni çocukluk ayarlarına dönmüştü. Bunun hepimiz için mümkün olduğunu biliyoruz. İşte o zaman da şöyle düşünmek gerek: Bu adam altmış, yetmiş yıl yaşadı, onca tecrübe biriktirdi, belli özellik ve niteliklere sahip, insanların tanımlayabileceği bir ben oluşturdu ve bir sarsıntıyla o ben algısı kayboldu gitti. Bu adamcağız bir gün önce olduğu kişi olmadığına göre artık kimdi? On yaşındaki çocuk mu? O öyle inanıyor, kim yanlış olduğunu söyleyebilir? Elli yıl önce o on yaşındaki çocuk değil miydi zaten? Altmış yaşındaki kişiliği yok olduğuna göre kendisi de yok olmuş sayılır mı? Ama hayır, yok olmuş da değildi, ailesinin karşısında bedensel olarak sapasağlam duruyordu işte. Zihnen on yaşında bir çocuk olarak! Yani ne diyeceğiz şimdi, insan kendinin olduğuna inandığı şeydir, mi? ABD başkanı olduğuna inansaydı ABD başkanı mı olmuş olacaktı? Ona göre öyledir elbet ama reelde mümkün değil, değil mi? Öyleyse olduğumuz kişi olabilmek için diğerlerinin onaylamasına mı muhtacız? Bu doğru olamaz, insanların çoğu peygamberlere inanmadı diye peygamberlerin peygamberlikleri iptal mi oldu? Aksine şehirler yerle bir oldu inanmadıkları için. Veya ters yönden bakalım, tımarhanelerde peygamberlik iddia edenler var, hepimiz onlara inansak peygamberlik mi kazanacaklar? Bildiğim kadarıyla peygamberlik öyle verilmiyor fakat CEO’luktan daha yüksek kariyer basamakları düşleyenler bu ihtimale bir şans verebilirler de.
Bir de şöyle inceleyelim: Çok iyi biri var, elinden iyilikten başka şey çıkmamış. Bir gün birisi bu adama iftira atıyor ve adamın üstüne yapışıyor, artık herkes onun çok kötü bir adam olduğuna inanıyor. İnsanların onun hakkındaki inançları değişti diye o değişmiş midir? Eğer huylarında sabit kalırsa hayır, öyle diyemeyiz, fakat olduğunu söyledikleri adama dönüşürse evet. Fakat başta öyle biri değildi? “Onu öyle yaptılar.” diyeceksiniz. Şu hâlde o kişilik onun gerçek ben’i değildir. Çünkü gerçeğe, hakikate ait olan değişemez, değişenler ise hakikate ait değildir. Bu şahıs bambaşka biri hâline gelse de özünde yine aynı varlık olmayı sürdürecektir; işleri, olayları, başına gelenleri deneyimleyen ve buna göre davranan varlık olarak. İşte bu şahsın gerçek ben’i odur, göründüğü kişi, daha doğrusu kişilik değil.
Bu noktada çok önemli bir sorunun da sorulması gerekir: Peki, ya bizi de bu şahıs gibi bir anda değil ama benzer şekilde hayatımız boyunca yumuşak ve/veya sert telkinler aşılayarak olduğumuz kişi yaptılarsa? Ya biz olmamız gereken kişi değilsek, daha doğrusu olduğumuz kişi değilsek de ‘oldurulduğumuz’ kişiysek? Bunun üzerine hiç düşündünüz mü? İşte bu kitabın amaçlarından biri de bunları düşündürmek zaten. İçte sürekli devam eden bir huzursuzluk mu var? Özden kaynaklanıyor olma ihtimali yüksek. Muhtemelen gerçek ben’in isyanıdır, sonradan oldurulduğu gibi değil de yaratıldığı, yani gerçekte olduğu gibi davranmak istiyordur. Depresyondan çok çekmiş biri olarak belirtiyorum, bu sorun depresyon kaynaklarının başında gelir. Depresyonun tek sebebi olmayabilir ancak en büyük sebebidir, bunun üzerine düşünün.
Bir de algılama hakkında şöyle bir sorun var: Her insanın baktığı aynı nesne olsa bile gördüğü farklıdır. Bir kedi ele alalım. Siyah tüylü hayvancağız bir bina duvarı üstünde serilmiş, uyukluyor. Birisi onu görür, sevimli bulur, içine sıcaklık yayılır, sevmek ister. Başkası tüylerini görür, siyah kedinin uğursuzluk getirdiğine inandığından içine soğukluk yayılır, uzaklaşır. Bir veteriner ona baktığında vücudundaki anormallikleri, hasta mı sağlıklı mı fark eder. Bir adam bakar, gece kedi seslerinden uyuyamamıştır, “Bunlar da her yanı sardı” diye düşünür, bir istilacı görür. Camı önündeki muhabbet kuşlarına saldırmaya kalktığı ev hanımı baktığında potansiyel bir katil görür. Balığını yürüttüğü hal balıkçısı bir hırsız görür. Mikrobiyolog bakar, doğanın bir mucizesini görür, karmakarışık ama düzenli bir organizma. Her şeyde Yaratıcı’nın özelliklerini araştıran biri bakar, bir zanaatkâr edasıyla surete döktüğü harika bir sanat eseri görür.
Kedi aynı kedi. Ama her bakan farklı görür. Farklı özelliğini görür, farklı özelliğiyle özdeşleştirir. Kedi bu özelliklerden hepsine sahip midir? Evet. Fakat onu katil olarak gören ev hanımı, sevimliliğini nasıl görebilir? Sevimliliğini görebilmesi için zihninde farklı bir kodun çalıştırılması gerekmektedir. Ha, onu çalıştırmışsa hem sevimli hem katil olarak görebilir, o zaman hakikate daha yakın bir bakışla bakıyor olur. Peki, işin hakikati nedir? Hakikat kedinin bu özelliklerin hepsine sahip olduğudur. İşleri, olayları ve nesneleri evrensel bakış açısıyla görmek isteyen tüm o özellikleri göz önünde bulundurmalıdır. Bu durumda ne kötü niyetli bir tavırla kedinin sevimliliğini inkâr etmek doğrudur ne de aşırı iyi niyetli bir yaklaşımla kedinin katillik özelliğini göz ardı etmek. Aklı olan kediyi sever fakat kuşlarına yaklaştırmaz, camın arkasında tutar. Zaten nazarımca akıl bu ayrımı yapabilmesi için verilmiştir insana.
Konuyu kendimden devam ettireyim: Babam beni çalıştığı yere götürmese veya oradaki adam verdiği sözü tutsa muhtemelen başka takım tutuyor olacaktım. Peki bu küçük detay beni şu ankinden farklı biri hâline getirecek miydi? Galatasaraylı olmak kişiliğim üstünde ciddi bir etkide bulunmuş mudur? Derecesini bilemem ama kesinlikle etkisinin olduğuna inanıyorum. Detayın küçüklüğü komik gelebilir ancak çocuklukta edinilen kimlik algısı onun geri kalan hayatında kim olacağını belirlemede çok baskın olduğundan her detay önemlidir. Küçükten zihne atılan küçük bir tohum, egonun kendini koruma veya acıdan kaçınma dürtüsüyle sulandığında çeşitli davranışlar olarak meyve verir. Çocukluğumdan beri bir takımın taraftarı olmak beni belli kimselerle daha yakın kıldı, dolayısıyla mutlaka beni değiştirdi. Şurası kesin, Ankaragücü taraftarı olsam şimdiki ile aynı olmayacaktım, buna gönülden inanıyorum.
Diyelim bir çocuğa ailesi veya arkadaş çevresi bir nedenden, sebebi para olarak seçelim, baskıda bulunuyor. Bu çevrenin etkisi yetişkinlikte de devam edecek, muhtemelen bu çocuk birkaç liranın bile hayatın devamı açısından çok önemli olduğu fikrini yaratarak ömrününün tamamını cimrilik düzeyinde para tutma odaklı geçirecektir. Ya çocuk o çevrede büyümese? Tepki veya karşı-tepki olarak yine aynı davranışı üretmeyeceğine göre cimri biri olmazdı, değil mi? Yani farklı bir kişiliğe sahip, farklı bir kişi olacaktı. Tanıdığınız cimri bir adamı cömert olarak düşlemeyi deneyin. Bambaşka biri oldu artık, aynı kişiyi düşlüyor değilsiniz. Demek ki küçüklükte yaşanan en küçük olaylar bile insanın farklı kişi olmasına yetebiliyor. Dolayısıyla basit bir takım seçiminin bile insan üstümde ama az ama fazla bir etkiye yol açtığı muhakkak. Öyle ilginç iş ki bu, geçmişte bir adımın farklı atılması bile bir insanı başka biri yapabiliyor. Düşününce ‘ben şöyleyim, ben böyleyim’ diye kendini övenlerin aslında ne anlamsız, ne boş iş yaptığını anlamış oluyorsunuz. O ‘ben’ bir sevdiğinin söyleyeceği tek sözle bile anında yokluğa karışabilir, bir gecede eski ben ile taban tabana zıt yeni bir ben ortaya çıkarabilirsin, ne ben’i?!
Buradan çıkardığımız kadarıyla ben yaptığımız seçimler sonucunda anlaşılır oluyor değil mi? “Öyleyse ben, karşılaştığımız iyi-kötü her olaya, söze, davranışa bilinçli veya bilinçsiz olarak getirdiğimiz yorumlar sonucu ürettiğimiz otomatik davranışlar bütünüdür.” diye bir yorumda bulunulabilir mi? Basitçe kelimelere dökmek gerekirse: “Ben davranışlarımdır, bundan fazlası değildir.” mi acaba? Fakat bu önermede daha önce de bahsettiğimiz sorun hâlâ geçerli: Konu hakkında konuşurken cimrilik-cömertlik sıfatlarını kullanıyoruz her seferinde, kişinin zatı yani kendisi konuda hiç geçmiyor. Örnek olarak ele alınan cömertlik-cimrilik bir sıfattır, bunun gibi cesurluk-korkaklık, güzellik-çirkinlik, iyi huyluluk-kötü huyluluk, hep sıfatlardır. Fakat sıfatlar asla objenin kendisi değildir, yalnızca betimlemede kullanılır, öyleyse sıfatların betimlediği bir de esas kişi, varlık, bilinç olmalıdır. ‘Kırmızı kadife mont’ dediğimizde montu anlatmış olmayız, yalnızca rengini ve türünü tarif etmiş oluruz. Ancak montun ne olduğunu bilmek için daha önce ister fotoğrafta olsun ister karşımızda dursun bir mont görmüş olmak gereklidir. Yani bilişin aslı görmektir. Dolayısıyla da ben dediğimiz bir suret veya fiziksel özellikler olamaz, çünkü bunlar değişebilirdir, ben’i tanımlamaya yetmez. Huylar, davranışlar, karakter de olamaz, bunlar da ancak sıfatlardır. Öyleyse buradan ortaya çıkar ki ben ancak form ve şekille sınırlandırılamayacak, forma, şekle sığmayan bir bilinç olmalıdır. Nesimi Sığmazam nefesini yazdığında anlaşılan o ki gerçek ben’i tarif ediyordu:
Mende sığar iki cihan, men bu cihane sığmazam
Gevher-i lâ mekan menem, kevn-ü mekâne sığmazam
Şöyle diyor: İki cihan bendedir, ben bu cihana sığmam. Yokluğun cevheri benim, kâinata sığmam.
Kimileri bu formsuz varlığa gerçek ben demişler, kimileri ruh diye isimlendirmiş kimileri evren, kâinat demiş. Şu işe bakın ki onca yazdım, bilgisayar terimleriyle örnekler verdim, fakat bir türlü bedenden dışarıyı izleyen, gözleyen, yaşamı tecrübe eden varlığın ne olduğunu sıfatlar olmaksızın tanımlayamadım. Bu bir dramdır. Fakat yalnızca benim dramım değil tüm insanlığın dramıdır; çünkü ancak çok çok az kişi yukarıda anlattığım üzere ben sandıkları, anlattıkları ve algıladıkları kendilerinin aslında gerçek kendileri olmadığını anlamıştır.
Neticede sözü şuraya getirmek istiyorum: Orta boyluyum, esmerim, gözlüklüyüm, Türk’üm, Müslüman’ım, Bektaşi’yim, Galatasaraylıyım; ama ben kimim? Şu saydıklarım dışında bana beni tanımlayabilecek olan var mı?
“Korkma, yettim! Bizim inancımız söylüyor bunu. Sen ruhsun!”
Yeşilçam filmlerinde “Durun, siz evlenemezsiniz, çünkü siz kardeşsiniz.” diye nikahı basan adam hızında yettiğin için öncelikle teşekkürü borç bilirim. Fakat Arapçada ruh, Türkçede nefes, can olan bu kelimenin ortalama insan tarafından, yalnızca tanımladığımız kişinin şeffaf şekilde görünmesi olarak algılandığını anlaman gerek, yani temelde bu kelime bize hakikatle ilgili hiçbir şey bildirmiyor. Gerçi kelimeler zaten genellikle hakikatle ilgili haberler vermezler, yalnızca hakikatin birileri tarafından nasıl algılandığını bize haber verirler. Dolayısıyla ortaya çıkıyor ki bizim bu ben dediğimiz öğrenilmiş, tepkisel, tepkilere bağlı ben aslında gerçek ben’i keşfetmede en büyük engeli teşkil ediyor. Zaten böyle bir rivayet vardır bildiğim kadarıyla: Velilerden birine kendisinin hakikate ulaşmadaki en büyük rehberini soruyorlar. Nehirdeki yansımasından korktuğu için tüm susuzluğuna rağmen suyu izlemekle yetinen bir köpek olduğunu söylüyor. Köpek sağa dolanıyor, karşıdaki de, sola dolanıyor, karşıdaki de. Bir yerde susuzluk baskın geliyor, köpeğin canına tak ediyor ve karşısında düşmanı sandığı kendi yansımasının üstüne atlayarak suya kavuşuyor. Yani köpek için o ana kadar hakikate ulaşmada en büyük engel gerçek bile değil, bir yansıma olan kendisi. Velimiz bu olaydan hakikate ulaşmada en büyük engelin kendisi olduğunu anladığını söylüyor.
Bu arada bir not düşeyim. Yerine oturduğundan böyle anekdot aktardım ama geçmişin öykülerini anlatmaktan fazla hoşlanmıyorum; bu yöntem genelde tecrübe edenlerin, bilenlerin, görenlerin değil ezberci, aktarıcı tayfasının tuttuğu yoldur. Kendisi hakikatten haber alamayan, veremeyenden de kim, ne kadar faydalanabilir ki? Elbette arada yeri geldikçe geçmişin sözlerinden, öykülerinden alıntılar yapacağım fakat burada satırlara döktüklerimin geneli Yaradan’ın bu kuluna bahşettikleri, tecrübelerim ve bunlardan hasat ettiğim çıkarımlarım olacak. Hem ne demiş Mevlana: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek gerek.” Alın size tek cümlede paşalar gibi paradoks!
Bakın, boyum, tenimin rengi, milletim, dinim, mezhebim, takımım falan asla gerçek ben değildir, benim ikincil, bu dünyada kendimi tanımlamamı sağlayan kimliğimdir. Bu kimlik bu dünyaya aittir, ruha değil. Ruhta ırkların olması mümkün mü? Millet dediğin belli toplulukların, belli boylardan, belli aşiretlerden çoğalmasıyla oluşur ve bu iş tamamen bedene, bedensel çoğalmaya, maddesel dünyaya aittir. Ruhta böyle bir çoğalma çeşidi yoktur. Ruhta din veya mezhep var olabilir mi? Dünyaya inmeden önce Muhammed’in, İsa’nın, Musa’nın dini üzere mi yaşıyorduk? Ayrımlar bu peygamberleri dünyada tanımamızın ardından gerçekleşmedi mi? Dünyaya inmeden önce nasıl din var olabilirdi ki; kim kime neden zekât verecekti, kim neden oruç tutacaktı, kim Kâbe’ye, hacca gidecekti; daha ortada Mekke yoktu! Din dediğin zaten Müslümanlık jargonunda vatana, Hrsitiyanlık jargonunda eve, yani ruh olarak bulunduğumuz hakikat âlemine geri dönmeyi başarmış bir kimsenin diğerlerini de geri döndürebilmek için dönüş yolunu tarif etmesi ve bu yolun sınırlarını tıpkı yeni dökülen asfalt üzerinde çizilen işaretler gibi belirlemesidir. Öyleyse Hakk katında dinin gereği ne? Gerçek ben’in dine ihtiyacı yoktur, madde âleminde gerçek ben’i bulmaya çalışanın ihtiyacı vardır dine. Gerçek ben zaten aranandır, ulaşılmaya çalışılandır. Din onu bulmak için gereklidir ve ancak bu dünyaya özgüdür, bu dünyada lazımdır. Yoksa insanlar ne sanıyor, cennette gidince oruç mu tutacaklar? Oruç dediğin bu dünyanın yiyeceği karanlıkla karışık ve dibe çökertici özellikte olduğundan tutulur, böylelikle ruhu, yani gerçek beni tutan bağlar zayıflatılır ve yuları otomatik işleyen bedenin elinden almış olursun. Oysa o âlemde hiçbir şeye karanlık bulaşmamıştır, oranın yiyecekleri ışıktandır ve bu dünyadaki gibi ağırlaştırıcı, dibe çökertici değildir. Oraya ulaştıktan sonra dilediğini, dilediğin kadar yersin, zaten sonsuzdur, bitip tükenmez de.
Sonuç olarak bizim kendimizi tanımladığımız her şeyin bizim gerçek benimize değil dünyaya ait ikincil kimliğimize ait olduğu ortaya çıktı, fakat hâlâ ortaya gerçek ben’i tanımlayıp koyabilmiş değiliz. Bu yalnızca benim eksiğim değil, insanların neredeyse tamamı gerçek beni bilmez, bulamamıştır, hatta baskın çoğunluğun bundan haberi bile yoktur, dünyaya ait ikincil kimliği kendileri olarak algılarlar, demiştim. Bu nedenle de insanın kendini tanımladığı kimliklerde dikkatli olması gerekir. Demek istediğim bazı kimliklerin tehlikeli olduğu değildir, hayır, kimlik dediğimiz kavramın bizzat kendisi tehlikelidir. Çünkü ister bebeklikten başlayarak insanın ana-babasının bellettiği ister yakın çevreden edinilmiş isterse insanın sonradan kendini tanımlamakta kullandıkları olsun, kimlik gerçek benin üstüne lateks gibi yapışıp gizleyebilir. Bir de üstüne çocuklukta geçirilen travmaların falan etkilerini eklersek -ki bunlar çocuklukta sağlanan şartlandırmalardan da ağır ve kurtulması zordur, dünyada insan belli bir süre geçirince mutlaka kendine yabancılaşır; git gide öyle bir hâle bürünür ki sanki yaşamıyordur da bir tiyatro oyununda performans sergiliyordur, o derece yabancılaşır. Hepimiz buna benzer bir merhaleden geçeriz. Karl Marks yabancılaşmayı insanın emeğine olan yabancılaşması olarak algılamıştı, bir noktaya kadar doğrudur da, uzun çalışma saatleri ve ağır şartlar insanları hissizleştirir, robota çevirir; gelgelelim yabancılaşmanın esası insanın kendisine hissettiğidir ve buna en zengin, en özgür, en ünlü insanlarda bile rastlanır, hatta daha çok rastlanır. Gerçi bu dünyanın insanları arasından nadiren bu cendereden azade, kendi olarak kalmayı başarabilenler çıkar. Dünyanın bu yönü yüzünden her şey böyle yapay, insanlık böyle mutsuzdur; çünkü insanların sahip olduğu ben algılayışı gerçek ben değildir, çarpık ve her an değişebilir olan bu dünyaya ait bendir. İnsanlar kalkar da bu dışta görünen bene tutunmaya çalışırlar, ikincil kimlikleriyle hareket ederler, kendileri olarak değil. Oysa bu ben düşünceden düşünceye değişebilir, her an değişmeye meyilli bir şeyi tutmaya, sabit kılmaya çalışmak ve bu şeye tutunmakla uğraşmak epey yorucu bir iştir; bu da elbet mutsuzluğa yol açar. Üstelik bu ben değişmiyorsa, yani insan kendine artık asla değişmeyecek bir karakter oluşturduysa bu daha daha kötüdür çünkü oluşturulmuş ben basbayağı gerçek ben’i esir almış demektir. Oluşturduğu bende toplu iğne başı kadar gedik açabilecek en masum, en samimi söz bile böyle kişilerde büyük öfke yaratır; aslında öfkelenen o değildir, oluşturulan ben bu dünyada var olan her nesne ve her canlı gibi kendi varlığını koruma altına almış demektir. Tüm türden yobazlar işte bu sınıftan kendi oluşturdukları veya kendilerine oluşturulan ben’e tapan kimselerdir.
Kimliklerimizi oluşturduğumuzu söyleyip duruyorum, ama kimliklerimizin baskın kısmı bizim tarafımızdan oluşturulmamış, bize atanmıştır. Önce annemiz-babamız, akrabalarımız, sonra okulumuz, arkadaş çevremiz biz gerçek ben kimim diye düşünebilecek yaş ve yetkinliğe erişinceye kadar kimliğimizin ezici oranda büyük kısmını üstümüzde oluşturmuşlardır bile. Neden belli kişileri, duyguları, inançları sever, sayar, hatta neden belli bir varlığa, belli bir şekilde tapınırız? Bize öyle öğretildiğinden. Öyle öğretilmemiş olsa bedenimiz aynı kalsa da farklı biri olup çıkacaktık. Şöyle bir örnek ele alalım: Müslüman, aşırı muhafazakâr, şeriat yanlısı ve isteklisi ailelerden birine doğmuş, kendisi de öyle olmuş beyaz tenli bir arkadaş buluyoruz, zaman makinesiyle bebekliğine gidiyoruz, beşiğinden alıyor, batıya götürüp İskandinav ülkelerinden birinde yaşayan, aşırı sağcı, İslam düşmanı ailelerden birinin bebeğiyle değiştiriyoruz. O bebeği de alıp diğerinin beşiğine bırakıyor, yakalanmadan önce topuklarımız kıçımıza vura vura kaçıyoruz. Neden böyle bir hainlik yaptık? Çünkü gözlem yapmamız gereken bir deneyimiz var ve böyle önemli deneyler her zaman fedakârlık bekler. İki bebeği de hayatları boyunca izleyeceğiz. Sonra %99 ihtimalle şunu göreceğiz: Eskiden şeriatçı olan arkadaş İslam düşmanı, İslam düşmanı olan arkadaş da şeriat yanlısı birisi olmuş. Çok nadirdir, çocukluğunda kendisine aşılananların etkisinden kurtulup objektif bakış açısıyla yolunu çizebilen. Bu yüzden çoğunluk bir üretim bandından çıkmış gibidir. Kişiler aynı, fakat onlara bebeklikten beri belletilenler taban tabana değişti, böylece onlar da kendilerinin taban tabana zıt versiyonları olup çıkıverdiler. Öyleyse bu adamların ben diye tanımladıkları bir imgeydi en başından beri, yoksa kalıcı olan nasıl değişebilir ki? Aileden aileye değişen gerçek benlik mi olur Allahınızı severseniz? Bir şey sürekli form değiştiriyor ise nasıl gerçek, yani hakikate ait olabilir? Değişim ruh âlemine ait değildir, o âlemde her şey kalıcıdır, o kat Allah katıdır, Allah’ın kendisinde nasıl değişim olabilir? Değişim maddesel âleme aittir, maddesel âlem değişimin kendisi üzere vardır, var olmuş veya var edilmiştir. Hangisini tercih ederseniz.
Bakın, kalıcı olan gerçek ben değişmez olmalıdır, değişip dönüşmediği için de ilk yaratıldığı hâliyle bulunmak, durağan, stabil, saf, arı ve duru olmak zorundadır. Dolayısıyla gerçek bende duyusal zihindeki gibi gelgitler bulunamaz. Böylece de işleri, olayları, kişileri, her şeyi düşünce ve yorumla çarpılma olmadan, doğru hâlleriyle gözlemleyebilir. Dolayısıyla esas öğrenmeyi yapan, esas gözlemci bu bendir. Öyleyse bu benin öğreniş süreci düşünceler, duygular, birtakım inançlar yoluyla engellenmemelidir, çünkü bunlar bedensel aklın saf gerçeğe müdaheleleridir. Duyuların ve duyguların tutsağı olan, güzel bir ağacın yapraklarının dökülüşünü izlerken üzülüp ağlayabilir fakat saf gerçek, eski yaprakların yerine yenilerinin gelmesi için gerçekleşen bu işin bir ölüm değil dönüşüm olduğu ve bu dönüşümün doğanın varlığını sürdürmesi açısından zorunlu olduğudur. Gerçek akıl bütüncül bakabildiğinden bunu kavrar; ancak duygular dokunmazsa, yoksa yargısı duygularla çarpılır. Dolayısıyla gerçek ben duygularla, düşüncelerle rahatsız edilemeyen, çalkalanmayan bir yapıda olmalıdır.
Gelgelelim bu sonuçlara öylelikle havadan, ön kabulsüz varamayız; öncelikle dünyanın varlığının bilincin, yani gerçek benin öğrenme süreci için olduğu kabülüyle hareket etmemiz gerekir. Eğer dünyanın rastgele oluştuğunu, rastgelelik üzere işlediğini düşünüyorsak bu sonuçları elde edemeyiz. Elbette bu çıkarıma ulaşmak için de önce yaşam nedir, üzerine tefekkür etmek gerekir. Ama önce insanı anlamak gerek ki yaşamı anlamak mümkün olsun. O yüzden sonraya kalıyor.
Son olarak ‘ben’ dediğimizi beden içerisinde de arayarak konuyu kapatalım: Beynimiz için kendine isim veren ve kendini anlamaya çalışan tek organdır, denir. Bedenin de beyin için biyonik bir makine olduğu söylenir. Yani bilime göre beden dediğimiz makine olsa bile insan dediğimiz yalnızca beyindir. Hani Ninja Kaplumbağalardaki o yaratık gibi, ismi de öylece ‘beyin’ gibi bir şeydi, hiç zorlamamıştı adamlar. Fakat bizim ‘ben’ dediğimiz bilinç bu etten yapının neresinde yer alıyor, bizim için önemli olan bu. Beynin dört lobundan hangisinde? Veya hepsinde mi, yani dört lobun hepsi birleşince benlik mi elde ediliyor? Öyleyse beyin öldüğü anda bizim varlığımız da yok olur. Yoksa söylenildiği aksine beyinde değil de başka yerde mi gizli bu ‘ben’ dediğimiz? Öyleyse beyin öldüğünde varlığımız devam eder, ancak o organ hangisiyse, örneğin kalp diyelim, o ölünce yokluğa karışırız bu sefer de. Yani ‘ben’ dediğimiz bilinç etten bir organa bağlı ise sonumuz her şekilde yokluk olup çıkıyor.
Beyne bakalım önce: Üstünkörü incelediğimizde görürüz ki beynin belli parçaları belli işlevleri yerine getirir, vücut içi faaliyetleri denetleyen ayrı kısımdır, hareket etmeyi ve dengeyi sağlayan ayrı kısımdır, yaşanıp tecrübe edilenlerin saklandığı hafıza ayrı kısımdır. Beynin bir parçası duyguları denetler, duygusal zekâyla ilişkilidir, başka parçaları dünyayı algılayışımızı sağlayan akılsal zekâyı işletir. İşte tüm bu parçalar bir arada, koordinasyon içerisinde işlediğinde ‘benlik’ duygusu oluşur. Yani beyindeki ayrı ayrı birimlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir bütünlük hissiyatımız vardır. Zaten beyin vücudu bütün ve işler hâlde tuttuğu gibi ‘benlik’ algımızı da bütün hâlde tutar.
Fakat binyıllardır bilinç kalbe de bağlanıyor, ‘kalp gözü’ dedikleri bir şey var. Üstelik bu son dönemde bağırsakların ikinci beyin olduğu söyleniyor, hisler ve duygular üstünde çok etkili olduğu ortaya çıktı –ki anksiyeteden veya depresyondan mustarip olanlar bağırsağın ve midenin bu durumlarda nasıl etkili olduğunu ve nasıl etkilendiğini de iyi bilirler. Birtakım mistiklerin her organı başka hislerle ve duygularla ilişkilendirdiğini biraz araştırırsanız görürsünüz.
Fakat bu bahsettiklerimiz duygulardır ve biz ‘ben’ dediğimiz duygular değil onları tecrübe eden bilinç olduğu üzere anlaşmıştık. Üstelik biz felç gibi durumlar yaşandığında, hatta kalp durduğunda bilincin açık, yani tecrübe edenin hâlâ orada bulunduğunu biliyoruz.
Şu durumda geriye tek seçenek kalıyor: Ben dediğimiz beyinle ilişkilidir. Yani ilk önerme doğru, beynin tüm parçalarının uyum içinde çalışması bizim ‘ben’ dediğimiz algılayışı oluşturuyor. Gel gör ki beynin bir kısmına inme indiğinde, ‘ben’ yine orada, onu tecrübe ediyor. Öyleyse ben dediğimizi oluşturan beynin ancak belli parçalarının uyum içinde çalışması. Geriye başka seçenek kalmıyor.
Şu hâlde nereye varıyoruz, gördünüz mü: Ben dediğimiz algı beynin belli başlı parçalarının düzenli ve uyumlu çalışmasıyla ortaya çıkıyor ise, özünde ‘ben’ diye bir şey yoktur, bu algı bize beyin tarafından yansıtılır. Aslında biz gerçekte her ’kim’ veya ‘ne’ isek, beyin dediğimiz bize bir kişilik hissiyatı ve kişi deneyimi yaşatmak üzere emrimize sunulmuş bir makinedir. Fakat aynı zamanda, bize ‘ne’ veya ‘kim’ olduğumuzu projeksiyon olarak yansıtıyor ise yanılsamanın kaynağı da beyindir.
Yani sonuç olarak: ‘Ben’ yok. Evet, öyle bir şey yok! ‘Ben’ varsaydığımız, bize beynin sunmuş ve sunuyor olduğu bir ilüzyon sadece.
Öyleyse esas soru şu ki bu projeksiyonun yansıtılması durduğunda geriye ne kalacak? Tek önemli soru bu çünkü geriye ne kalacaksa gerçek ben odur, o biziz. Yani şu anda beyinlerimiz tarafından yansıtılan projeksiyonu izleyen ‘ben’ gerçek ben, o yansıtılan değil. Bizim ne olduğumuza dair başka cevap yok, geri kalan, söylenecek her şey detaydır, betimlemedir, asılın kendisi değildir.
Şundan daha net anlatabileceğimi zannetmiyorum: Yaşam dediğimiz sanal filmi veya oyunu beyin dediğimiz sanal gerçeklik gözlükleriyle deneyimleyen ve oyun bittiğinde, gözünden sanal gerçeklik gözlüklerini çıkaracak olan her ‘kim’ veya ‘ne’ ise biz oyuz; gerçek benliğimiz o. Diğer tanımlamalar gözlükten ve oyundan kaynaklı.
Maalesef onca çabaya rağmen gerçek ben nedir, tanımlayamadık. Öyleyse bu oyundaki karakterlerimiz olan insan üstünden gidelim, insan nedir, diye bir tanımlamaya çalışalım bakalım.
·
1.247 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.