Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

133 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
1 saatte okudu
Not1: Bu bir inceleme değildir. Tür olarak ne olduğunu henüz ben de bilmiyorum. Bir denizkızının ruh birikintilerinden fazlası da olmayabilir. Not2: (Hâlâ eserin konusu ya da işleyişi hakkında hiçbir fikri olmayanlar varsa) bol miktarda ipucu içerir. Not3: Eserde geçen ve denizkızı tarafından bozuma uğratılmış cümleler ' ' ile, doğrudan alıntı yapılan cümleler " " ile belirtilmiştir. Denizkızının yapmış olduğu sürç-i lisanlar yazara ya da çevirmene mal edilmesin. (Hasan Ali Yücel Klasikleri/XIII. Basım) Bir Denizkızı Güncesi Bir gün, bir denizkızı açtı gözlerini yarı aydınlık bir sabaha. Daha yeni uyumuştu oysa. Son günlerde fena alışkanlık edinmişti bunu da. Geceleri uyumak istemiyor; gözleri acıyana dek kitaplara gömülüyor, kitap okuyamayacağını anlayınca da tavandaki yıldızlarına dikiyor gözlerini. Işıklar kapandıktan bir süre sonra onların da ışığını yitirmeye başladığını yeni keşfetmişti mesela. Oysaki o her gece o yıldızların ışığı ile uykuya dalardı. Sabahları da uyanmak çok zor geliyor hal böyle olunca. O sabah da aynı duygu-suzluk-lar içinde giyindi, çıktı evden. Biraz hava almaya ihtiyacı vardı. Yeterince büyük bir nefes alırsa, tüm dertleri de verdiği nefesle çıkıverecekti sanki. Yolu biraz uzatıp yürümeye karar verdi. Attığımız ya da atmadığımız her adımın bizi nereye götüreceğini bilemeyeceğimizi düşünmeden, gökyüzüne baka baka yürüdü. Bir bu vardı elinde çünkü. Gökyüzü griliğe teslim olmamıştı henüz; çok şükür. Yürüdü bir müddet böyle. Derken, bir ses duydu. Sıcaklığını yüreğinde hissettiği bir sesti bu. Yürüdü sese doğru, bir amca çıktı karşısına. Kocaman yüreğini tek gözüne yansıtarak bakan bir amcaydı bu. “Bir simit alayım” dedi denizkızı. Açlığı o an aklına gelivermiş gibi. Midesi de hep bunu bekliyormuş gibi harekete geçti. Simit değil, can simidi belledi elindekini. Kavuşmak istedi bir an önce. Simidini yerken kitabından bir iki sayfa okuma fırsatı kaçırmamak için en yakın parka doğru yürümeye başladı farkına varmaksızın. O anda, parkları salıncaklardan ibaret sayan bir şehirde olduğunu unutmuştu bir an için. Parkın iki bankından güneş gelenini ve tek ağacına en yakın olanını seçti, oturdu. Güneş, olmazsa olmazıydı denizkızının. “Bir denizkızı olmasam güneşkızı olurdum herhalde” diye düşünürdü zaman zaman. Simitini daha yeni bölüyordu ki bir resim ilişti gözüne. Üç tane balık… Ama daha önce gördüğü/çizdiği/hayal ettiği hiçbir balığa benzemiyordu bunlar. İlk kez görüyordu asık suratlı bir balık. Bir de değil üstelik üç tane yan yana. Ne düşüneceğini bilemedi önce, arkadaşlarına yapılan haksızlığa kızdı. Kendini de onlara benzetti sonra. Daha çok kızdı. Bir müddet sonra çıkardı şu eli ayağı olan aleti, doğduğu/büyüdüğü şehrin fotoğraflarına baktı. Canı sıkılınca gidip sığındığı limanlara bakıp iç geçirdi. İçini döktü sonra, hiç tanımadığı insanlara. En yakınları görmüyordu çünkü nasıl boğulduğunu bu şehirde. Ama araya suretler girmezse daha mı kolay oluyordu bir insanı anlayabilmek? Yahut içini döktüğü insanların her biri, kendini kitaplarda bulmuş insanlar olduğu içindi belki de bu anlaşılabilirlik. Mutlaka tanık olmuşlardı bir kitabın sayfalarında, denizinden uzak kalan bir denizkızının yakarışlarına. Bilemedi, durmadı da üstünde. Yalnızca içini dökmek istedi. “Suskun insanın içi sözcük kuyusudur derler.” Diye sesleniyordu üstelik Hasan Ali Toptaş elindeki kitaptan. İyi geldi içini dökmek. Ne yapması gerektiğini anlamıştı kalbi. Ayağa kalktığını duydu sonra kendinin. Belli ki kalbi, aklına anlatmamıştı henüz, mani olmasın diye. Yürüdü, yine düşünmeden. Mümkünmüş gibi. Koşar adım geçiyordu bu defa az önce dalgın dalgın yürüdüğü sokakları. Biri görür de gitmesi gerekenin tam tersine gidiyor diye yolundan çevirir diye korktu galiba. Soluk soluğa kalmıştı, durakta bekleyen otobüse atladığında. Yanlış bir gündü oysa; çantasındaki kitap daha yol bitmeden bitiverdi. “En az iki kitapla çık bundan sonra yola” diyerek payladı kendini. Otobüsten iner inmez, sahile varmadan önce kitapçıya koştu. Aklında yoktu ama görür görmez alıp bağrına basacağı kitap onu bekliyordu. “Ah Romeo, neden Romeosun sen?” diyordu bir ses. Kayıtsız kalamadı sese. Ama akıllanmıştı, iki kitap aldı oradan. Koşar adım sahile indi sonra. Az önce içini döktüğü mecradaki profil resminde, kucağında kitaplar ile kıyısında oturup hayallere daldığı sisli bir Akdeniz çok uzaktı belki o anda ama kapak fotoğrafındaki kuşlarla bezeli Ege tam karşısındaydı. Tam o noktada, fotoğrafı çektiği noktada, durdu. Nefes aldı. Gerçek bir nefesti. Bugüne kadar aldığı her nefesi haklı kılan bir nefesti bu. İndi denizkızı kayalıklara, rahatça oturabileceği bir yer aradı. Hava da öyle güzel... Oturdu sonra, sarıldı kitaplarına. Bir satır okuyup bir kafasını kaldırıp martılara bakıyordu denizkızı. Aklının kapılarını ve kulaklarını diğer tüm seslere kapadı, yalnızca deniz ve martılar vardı. Bir de Romeo’nun yakarışları. Aşka mı aşıktı Romeo? Bir anda önündeki deniz ‘aşıkların gözyaşları ile beslenen bir deniz oluverdi’ sanki. ‘Kederli saatlerin’ zaman dilimine girdi denizkızı. Amma da uzundu kederli saatler. Onları kısaltmak mümkün müydü? Mümkündü elbet fakat ne Romeo ne de denizkızı sahipti onları kısaltacak olan şeye. ‘Her şeyi gören güneş, o anın benzerini görmemiştir dünya yaratılalı beri’. Öyle sanıyordu denizkızı. Romeo da öyle sanmıştı, görene kadar Juliet’i. Oysaki engellenemez an gelip çattığında şu sözler dökülüyordu dudaklarından: “Gönlüm hiç sevdi mi bugüne dek?/Sevdiyse, yalanlayın gözlerim. Görmedim çünkü/Bu geceye dek gerçek güzelliği.” Yakarıyordu Romeo’nun dudakları, inanç dönmesin umutsuzluğa diye. Juliet’in kalbine de bir kez düşmüştü tohum. ‘Biricik sevgisi, biricik nefretinden doğuyordu.’ Ürperdi denizkızı nereden geldiği belli olmayan bir rüzgâr ile. Kalktı kayalıklardan. Biraz daha yürümeli, yalnızca denizin değil denizin çevresinde hayat bulan her şeyin tadını çıkarmalıydı. İlerledi biraz. Küçük bir çocuğu sevdi, güneşte dinlenen kedilere bakıp uzun uzun gülümsedi, bir köpeğe selam verdi. Oysaki aklı hep Verona’daydı. Köpeğin gözlerinde bile görüyordu o soruyu: sevgi atlatabilir mi her engeli? ‘Dönüp gidebilecek miydi Romeo yüreği oradayken’? Bir an önce koşup şahit olmalıydı o ana; bir aşığın dudaklarından dökülen aşk tiradına. Diğerinin gönlünde filizlendirdiği o muhteşem çiçeklerin kokusunu eklemeliydi deniz kokusunun yanına. Koştu, denizler aşıp vardı Verona’ya. ‘Aramak boşunaydı bulunmak istemeyeni.’ Fakat aşk saklayamazdı bir türlü kendini. Juliet, o gencecik yüreğinde nasıl derin bir aşkın başlangıcıydı böylesi, şaştı denizkızı. Rahip Lawrance okudu denizkızının aklından geçenleri. “Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulur” diye düşünüyordu denizkızı da kayalıklara vuran dalgalara bakarken. Saymaya kalkacaktı az daha denizkızı, o an’ı an yapan ne varsa; Juliet uyardı: “Dilencidir ancak servetini sayanlar” diyerek. Anladı denizkızı, öyle büyüktü ki serveti, söze gerek yoktu. Acıktığını duydu yine denizkızı. Devam etmeliydi başladığı yola. Biraz daha yürüdü yolun götürdüğü yere. Tüm yolculuğun buraya ulaşmak için olduğunu bilmiyormuş gibi yaptı o an. Yiyecek bir şeyler söylerken bile kendi açlığından çok balıklar vardı çünkü aklında. Kendi bir ısırıyorsa, balıklara üç atıyordu. Gülümsediklerini en içinde hissediyordu onlar ekmekleri kapışırken. O sırada Romeo ve Juliet evlenmiş, bulutlarda geziyorlardı. Fakat uzun sürmedi bu mutluluk. Romeo ne kadar aksini anlatmaya çalışsa da ikna edemedi Tybalt’ı. Aklını isimle bozmuş, kavganın tek çözüm olduğuna inanıyordu çünkü. Kulaklarını tıkamıştı egosu. Durup dinleyemezdi, dinlese de anlayamazdı Romeo’nun niçin ‘onun adına da kendi adı kadar değer veriyor’ olduğunu. Son nefesini verirken ne düşündüğünü merak etti denizkızı. O sırada bir çiçek kondu masaya. Balıklar hâlâ ekmeklerin peşinde. Kendi geçiminin derdinde bir çocuk; çok uzaklarda olduğu belli olan bir denizkızına bir barış çubuğu uzatıyor. Elbet, onun da beklentisi var. Çiçek ikram ama selpak paralı. Gülümsüyor denizkızı, aklı Verona’da. Romeo sürülünce çok uzaklara, taze evli Juliet nasıl kaldıracak bunca acıyı? Bulacak elbet bir yolunu. Rahip Lawrance bulur elbet en doğru yolu. Juliet rahibin hücresine doğru yola çıkmışken denizkızı da kalktı masadan. Daha bitmemişti yol. İki perde daha vardı. Görülecek yerler, alınacak nefesler vardı. Yürüdü kaleye doğru her adımın tadını çıkara çıkara denizkızı. Bir dahaki sefere kediler için yiyecek getirmeyi aklının bir köşesine yazmayı ihmal etmedi. Bu defa sola dönüp tavuskuşlarını en sona –ve aceleye- bırakmak istemedi. İlk onların yanına gitti. Uzun uzun baktı, içini döktü onlara. Boyunlarını uzata uzata, kuyruklarını sallaya sallaya dinledi onlar da. Bir de özür mırıldandı bu defa yiyecek bir şey yok diye. Çok hazırlıksız gelmişti çünkü. Ama onlar daha cömertti bugün. Uzun zamandır aradığı tavuskuşu tüyüne kavuşmuştu denizkızı. Bir süredir kuş tüyleri biriktiriyordu. Günün birinde denize açılıp kaybolamazsa diye yedek bir plan. Yeterince kuş tüyü biriktirirse uçabileceğine inanıyordu çünkü. Bir denizkuşu! O sırada Juliet de rahip ile bir plan yapmış, ölümü kandırırsa herkesi kandıracağını düşünmüştü. Sevgisi söz konusu ise her şeyi göze almıştı Juliet. Romeo’ya haber ulaşmamıştı henüz. Onun gözünde yaşasın güzel Juliet diyerek kapattı kitabı denizkızı, yürüdükçe yürüdü. Son perdeyi okumamaya karar verdi. Onun da zamanı gelecekti elbet. Esen bir rüzgâr, içindeki tüm duygu kırıntılarını ortalığa saçıverecek diye korktu, düzene koyması gerekiyordu önce. Oturdu deniz kenarında, balıkları görebileceği bir masaya. Kitabın 134. Sayfasını açtı ve başlık attı: Bir Denizkızı Güncesi. (Denizkızı, bu günceyi yazmaya başlarken eve döndüğünde masasında mavi bir unicorn bulacağını bilmiyordu. Günceyi yazdığı kalemle aynı renkte; denizin ve gökyüzünün en güzel tonunda. Bu unicorn ona çok şey anlatacaktı. Değişim anının, ben geldim demeden geldiğini anlatacaktı sözgelimi gözleriyle. Ya da hava değişimine değil, manevi değişime ihtiyacı olduğunu ve bu anın tam da eşiğinde olduğunu. Oturdu ve beşinci perdeyi okudu denizkızı, kararmaya başlayan hava ile birlikte ışık saçmaya başlayan yıldızların altında.)
Romeo ve Juliet
Romeo ve JulietWilliam Shakespeare · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202260,7bin okunma
··
197 görüntüleme
Esther. Sema okurunun profil resmi
Ben çok sevdim denizkızını. Hangi kitap ne şekilde etkiler insanı hangi ruh haline sokar bunlar hep kitabı okuduğumuz anki ruh hali ile bağlantılı aslında. Kitap bitince insanın içinde birikmiş olan duygular sel olup taşar bazen. Bende de birkaç kitap aynı etkiyi yaşattı. Her kitap herkese aynı duyguyu vermez her şey gibi bu da göreceli. Ama çok güzel taşırmışsınız o zamanlar. Yüreğinize sağlık.:)
Roquentin okurunun profil resmi
Shakepspeare okusa gözü yaşarır bu muhteşem ilaveye :)
Meltek okurunun profil resmi
Haha yaa Elif daha neler :))
Bu yorum görüntülenemiyor
Esra Koç okurunun profil resmi
"Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulur " Westworld 'ü ne kadar özlediğimi hatırlattı :// Peki bu mükemmel incelemeyle çıtayı ne kadar yükselttiğiniz in farkında mısınız?
Meltek okurunun profil resmi
Estağfirullah, çok teşekkür ederim. :)
Li-3 okurunun profil resmi
Kitap, hayaller,yaşam, biraz white moka çaklıt, az da bademli süt ile miksere giren dondurmalı çikolata parçacıkları gibi olmuş. Yanii şahane olmuş. Kitabın bilmiyorum içeriğini ama okuyunca bu kadar haz verir mi ondan da şüpheliyim. Hoş olmuş eline sağlık :) klavyene, telefonuna ve sarj aletine zeval gelmesin :))
Meltek okurunun profil resmi
Toptaş bir kitabında "Bazen bir ağacı anlatacağız diye tutup koca bir ovayı anlatırız." Diyordu. Ben de manevi değişim anını anlatacağım diye tutmuş neler neler anlatmışım:)
MAHMUT AKINCI okurunun profil resmi
Emeğinize sağlık
Meltek okurunun profil resmi
Yorumu bu kadar geç gördüğüm için çok özür dilerim, teşekkür ederim :)
1 sonraki yanıtı göster
Ebru Ince okurunun profil resmi
Kıskanılası bir şey olmuş bu :)
Meltek okurunun profil resmi
Estağfirullah hocam, teşekkür ederim:)
3 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.