“Ellerine bir şairin kitabını alanlara oturup o şairin şiirlerini uzun uzun anlatmayı, güzel bir konserden önceki uzun konuşmalar kadar sıkıcı bulurum.” der Ahmet Cemal ve ekler:
“Üstelik bu şair eğer Rilke gibi hep evrenin doruklarında kanat çırpanlardan ise sözü uzatmak daha da abes kaçar.”
Yirminci yüzyıl Batı şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir Rilke. Orta Avrupa kozmopolit kültürünün doruk noktasına varılan bir tarihte, çöküş atmosferini en derin hissedip yansıtan büyük isimlerle paylaşır dönemini. Zweig, Musil, Kraus, Kafka, Freud, Adler ve Salome. Yıkılışın izlerini yansıtırlar. Ucu görünmeyen karanlık, ruhlarının ilham kaynağı olmuştur her birinin. İlhamın getirdiği o kuvvet, duyguları ve hisleri depreştirip doruk noktasına çıkarır -ki bunu eserlerden anlayabiliyoruz. Bazen, ‘gerçek’ten kopuk yazanlar-Schopenhauer gibi- yanıltır bizi ama Rilke’nin sırf Malte Laudris Brigge adlı eseri için beş yıl boyunca şehri ve insanları sevmemesine karşın Paris’te yaşaması, kaleminin gücünü acılardan, karanlıktan ve sıkıntıdan aldığının kanıtıdır.
Orhan Veli, Didem Madak, Nilgün Marmara geldi aklıma ilk olarak. Kimi huzursuz, kimi beş parasız, kimi yasak aşkların peşinde binbir türlü heba olarak kötü bir sonla yaşamışlar yazgılarını. Böyle bir yaşamın içinde nasıl bulmuşlar kendilerini bilinmez ama bir gerçek var ki, yazınsal realistliği hayatlarının ta kendisinden almışlardır. Damarlarında kaynayan kanı yazarak durdurmayı tercih ettiler belki. Evrendeki acıları, hüzünleri, umutları, ayrılıkları, sevinçleri bütün şiddetiyle döktüler kağıda. Çocukluğun bütün saflığı anılarını süsleyip hatırlarına gelince büyük öfke duydular geleceğe. Kendini kurtarmak için yazdılar. Goethe de yazdı kendini kurtarmak için. Werther onun sancısını söktü aldı ipin ucundayken. Ama çok kişi kaldı o ipte. Kötü sondan arınmış olarak kendisiyle barışamayan, dünyayı affedemeyen milyarlarca insan topluluğu içinden sadece birileri. Yazarak aydınlattılar bir şeyleri, güdümlülüğe baş eğmediler ve kendi yoksunluğuna ‘evet’ diyebildiler. Kendilerini kurtarmak için kalkan kalemler, bizleri aydınlattı, kimilerini ise karanlığa gömdü, geride hiçbir şey bırakmadan.
“Duyguların deryası gerçek evren, işte bütün acılar, işte çocukluğun saf dünyası, işte bütün ayrılıklar, işte gerçek yaşam...”
Bazı güzel şarkıları dinlerken şiir gibi derim kendi kendime. Şarkı gibi dedim bu sefer okudukça. Ölüm ve korku ancak yaşanılırsa böylesine derin anlamı olabilirdi diye düşündüm.
Evet... Kendini toplumdan soyutlamış bir şair. Gelişen dünyaya ayak uyduramayan, yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendini özgür hisseden, içindeki hezeyanların meyvesini buradan alan bir şair.
Zweig şöyle der Rilke için:
“Rilke, şiirindeki ödünsü tutumunu büyük ölçüde kendi özgürlüğüne ilişkin ödün tanımazlığı sayesinde gerçekleştirebilmiştir.”
Gittiği şehirlerde duramaması, kendini hiçbir yere ait hissedemeyişinden ileri gelir. Döneminin büyük yazarları gibi o da vatansızdır. “Muhammed’in Yakarışı” adlı şiiriyle, Hz. Peygamber’den övgüyle bahseden birkaç batılı şairden biridir de Rilke. Bilge Kral Aliya’nın hapis günlerinde Rilke’nin şiirlerini istemesi, içinde anlatılamayanların telaffuzunu Rilke’de görmesidir belki de. Kendi ruhu içinde tutuklu olan şairi yakın hissetmesi, kendini anlayan birinden teselli umması gibidir kim bilir...