Gönderi

Geri geldiğinde, masanın üzerine çıkmaya niyetli bir kara kedinin garson tarafından kovalandığını gördü. Sokak, kahkahalar, tabaklara çarpan çatal bıçak sesleri, kişisel kahramanlık hikâyeleri, acılar ve Çingene çocuğun darbukada kıvılcım çıkaran parmak darbeleriyle tutturduğu ritmin iç içe geçtiği bir ses âlemine dönüşmüştü. Oturup kadehine uzanan Sabri, "Hayır, hayır!" diye düşündü. "Tüm bunların O'nun eseri olduğunu düşünmek yaratıcılığına hakaret olur. O tüm bunların da gerisinde, bunlara rağmen var olmalı. Yıllardır zihnimi meşgul eden düşünceler bunlar. Gün geçtikçe olgunlaşan meyveler gibi gelişseler de, hâlâ yenecek kıvamda değiller. Belki hiç olmayacaklar. Ham, yabani kalacaklar belki de böyle hep. Neden böyle sürekli düşünüyorum ben? Dedeme mi çekmişim annemin dediği gibi? O da işine geldi mi dedene, işine gelmedi mi babana çekmişsin der. Başka türlü olamadığımdan böyleyim belki de. Cioran nasıl yıllarca Budist olmak istemiş ama olamayacağını, öfkeye eğiliminin Budist olmasına izin vermediğini fark etmiş. Öfke, sükunet, azgınlık, durgunluk... Belki hepsi vücut kimyamızın nihai çıktısı; belki, başka türlü olamayacağımız için olduğumuz haldeyiz. Başka türlü olamayacağımız için korkak, başka türlü olamayacağımız için beyefendi, sadık, katil, hırsız, asi, içine kapanık, dışa dönük, sosyal, haksızlık addettiğimize tahammülsüz, inatçı, boş vermiş... Eğer öyleyse, bizi önce böyle çeşit çeşit yaratıp sonra hep bir halli olmamızı istemek niye? İstese değişebilir mi insan? İnatçılığı bırakabilir mi mesela? Kimi zaman istesek bile başka türlü olamıyorsak, günah nedir? Kendi istediğinden başkasına benzeyeni cezalandıran bir Tanrımız mı var? O değil belki de bunu isteyen! Peki, öyleyse bir gün çalıp öbür gün sadaka veren, işçisinin hakkını ödemeyip cami, okul yaptıran, evladını öldüresiye dövdükten sonra sarılıp ağlayan, yani tutarsızlıklarının toplamından başka bir şey olmayan insandan belirli kurallara uyum sağlayarak yaşamasını isteyen, yaşamazsa işkence göreceğini söyleyen kim? Devlet ve Tanrı bu kadar mı benziyor? Halifeler, papalar, peygamberler... Yeryüzü temsilcileri!" Anneannesinin adını her söyleyişinde ağladığı Peygamber'i düşündü. "İnsanlara uğrunda ölmek zorunda kalacakları, öldürmek zorunda kalacakları kavramlar verdiklerinin farkındalar mıydı acaba? Sonuçları kestirebildiler mi? Gerçi sonuçların sorumluluğunu onlara yüklemek de haksızlık belki. Onlar isyan ettiler belki sadece. Yaşadıkları toplumun çarpıklıklarına, haksızlıklarına isyan ettiler. Peki, ne değişti? Kölelik sona mı erdi örneğin? Artık savaşılmıyor mu ya da? Belki de bu değişmezliğin içinde kimsenin bozmaya güç yetiremeyeceği bir denge, bir adalet vardır. Ya da yetimlik zor geldi. Babasızlık insanı peygamber yapar! Bir baba aradılar, sadece kendilerine değil tüm insanlığa, tüm kâinata. Fakat en sevilen evlat olarak da kendilerini gördüler." "Senin yaptığının bundan ne farkı var? Oturmuş kimsenin binlerce yıldır açıklayamadıklarına kafa yorup hakikati bulmak sevdasına düşüyorsun! İşine geldiği gibi yorumluyorsun her şeyi!" Sabri, karşısında oturmuş, kaşları çatık, yüzü asık Sabri'ye sessizce baktı bir müddet. Anason kokusu geceden süzülüp burnuna dolarken, "Ben kimseyi ikna etmeye çalışmıyorum ama," dedi. "Kendimden başka!" "Siktir!" diyerek güldü Sabri'nin önünde duran rakı kadehine uzanırken Sabri. "Kendin söylüyorsun işte, başka türlü olamadığın için böylesin. Genelce kanıksanmış yargılar sana ve yaşantına uymadığından işine gelecek şekilde bir kurgu oluşturmak değil mi seninki de? İçten içe de gururlanıyorsun bu eyleminle. Başka türlü olamadığımız için böyleysek; tam da bu nedenle, olduğumuzla övünmek, yerinmek, olduğumuzu değiştirmeye çalışmak anlamsızsa, niye sana benzemeyenleri eleştiriyorsun? Sen kimseyi ikna etmeye çalışmıyorsun çünkü üşeniyorsun ve korkuyorsun da. Bir balkondan boşluğa sallandığın günden beri, ya da bir balkondan boşluğa sallandığın sana söylendiği günden beri, yüksek yerlerden, yükselen düşünceden, yükselen insandan, hepsinden korkuyorsun. Korkmayansa başka türlü olamadığından korkmuyor. İşin garibi, başka türlü olamadığımız için şeklini aldığımız bu halleri ya övgüye boğuyor ya da zararsız görüyoruz. İffetsiz addedilen ya namusun bacaklar arasında olamayacağını söyleyerek savunuyor kendini ya da özgürce yaşamaya cesaret ettiğini belirterek övünüyor. Sen diyorsun ki övünülecek bir şey olmadığı gibi, bu davranışlar yüzünden acı çekmeye de gerek yok. Ve bu insanlara, oldukları halin iyi, hoş, ödüllendirilebilir olmadığını söyleyenlerden de, onları cesaretlendirenlerden de korkuyorsun. Sen onu bunu bırak da, bir an için tüm insanların, başka türlü olamayacakları için, mesela bir kimyasal denklemin sonucu olarak o halde bulunduklarını, tam da bu nedenle başkalarını da oldukları gibi kabul ettiklerini, onları düşman, hain, eksik, zararlı gibi binlerce olumsuz sıfatla nitelemediklerini düşünsene. Dünya nasıl bir yer olurdu o zaman?" Kadehi bırakıp bir sigara yakan Sabri, düşüncelerine epeyce hak verdiği adaşını takdir ettiğini belli eden bir çehreyle konuşmaya başladı. Fakat soruya yanıt vermedi. " "Haklısın belki de," dedi. "Ben yükselen her şeyden korkuyorum; en çok da yükselip başkalarına nasıl yaşamaları gerektiğini dikte edebilme hakkını kendinde bulanlardan. Üniversiteyi bitirdiğimde bir iş görüşmesine gitmiştim. Patronun odasına aldılar beni. İçeri girip adamın karşısına oturdum. Süzdü, 'Ne içersin?' diye sordu. Teşekkür ettim, bir şey istemedim. O da umursamadı zaten, özgeçmişimi aldı önüne, orada yazan şeyleri tekrar sordu, ifade tutanağı elinde dururken tekrar sorguya çeken polis gibi. Neyse, sorulara cevap verdim ben. Görüşmenin bir yerinde adam bana, 'Atatürk'ü sever misin?' diye sordu. O an göz göze geldim, adamın arkasındaki duvarda asılı Atatürk fotoğrafıyla. Masasında dersine çalışan oğlunu kontrol eder gibi tepeden izliyordu patronu. Soru sorulunca algım açıldı. Masada Atatürk temalı bir takvim de gördüm, firmanın adı yazılıydı üzerinde. Belli, patron hazırlatıp eşantiyon olarak dağıtmış. Masada bir de Cumhuriyet vardı. Verilmesi gereken yanıt zihnimde belirdi ama söyleyemedim. Nedendir bilmem, 'Bilmem,' dedim. Patron önce biraz şaşırdı, sonra öfkesini açığa vuran bir suratla baktı bana. Ben kalkıp gitmenin, sokağa çıkıp bir nefes almanın, bir sigara yakmanın hayali içindeyken, o bir çözüm bulmuş kurnazların suratıyla bu sefer de, 'Peki, Peygamber'i sever misin?' diye sordu. Benim yerime yanıt vermiş, zihninde meseleyi çözmüştü. Ben bu sefer hiç düşünmeden, 'bilmiyorum,' dedim. Ses tonum sıkıldığımı, kızdığımı, görüşmeyi bitirmek istediğimi ele veren cinstendi. Adamın ezberi bozuldu sanırım. Birinden birini sevmeliydim. Belki ikisini sevsem, o da olurdu. İkisini de sevmesem en azından bir kesinlik olurdu alıştığı cinsten. Fakat bilmemek, işte bu kabul edilemiyordu, anladım. Adam bana, 'Bize bilenler lazım delikanlı, sana başarılar,' dedi, oradan anladım. Elini uzattı 'hadi git' dercesine; tokalaşıp çıktım yanından. Bu mesele aklıma takıldı, zaman içinde tekrar tekrar o günü yaşadım zihnimde. O gün bulamadığım yanıtı, çok sonra bulup çok sonraları hayalimde verdim o adama. Anladım ki ben, başkalarının iyiliğini düşünerek bile olsa, büyük işlere kalkışan insanlardan korkuyorum. Onlara karşı beslediğim his, sevgi ya da nefret değil, korku. Sadece liderlerden, generallerden, siyasetçilerden, peygamberlerden, devlet adamlarından değil, yoksulluğu bitirmeye çalışanlardan, gelecek kuşakların yaşam hakkı adına söz söyleyebilenlerden, resmi bırakıp matematik çalışmayı öğütleyenlerden, hata yaptığımızı söyleyenlerden, sağlıklı yaşamadığımız için bize ne tonda olursa olsun nasihat edenlerden, sokak hayvanlarını evimize almadığımız için bizi kınayanlardan korkuyorum." "Şimdi aklıma geldi, Atatürk de küçük yaşta yetim kaldı," dedi Sabri. Alkol bünyeyi ele geçirmiş, alakalı alakasız düşünceler, yemeğin sosunu oluşturan farklı malzemeler gibi iç içe geçmeye başlamıştı. Sabri, "O da kendince bir inanç sistemi kurup bağlı kalınmasını emretmedi mi?" dedi. "Belki de kimi isyanlar, isyancının isyan ettiğinden kabul görme arzusunun tatmin edilememesi neticesinde çıkıyor. Belki tam da bu nedenle, her muzaffer isyankâr, bir süre sonra devirdiği selefine benziyor. Benim sorunum bu belki de; eğer ben de kolay olduğunu düşündüğüm yolu seçsem, yani bu büyük addedilen adamların eylemlerini, eylemleri sonucunda ortaya çıkan durumun benim üzerimdeki etkilerine göre değerlendirsem ve ona göre övsem ya da övmesem bu insanları, sorun olmazdı. Fakat büyük resme bakınca başka bir şey görünüyor. Büyük resme bakınca, Büyük Ressam görünüyor. Öteki türlü ise, O'nun tarzından etkilenmiş ama hep O'nun gölgesinde kalan eserler vermiş diğerlerinin resimleri... Bazıları resimlerinin altına da O'nun imzasını atıyor. Sırf bu yüzden bazen bizler, ressama değil, hiç hak etmediği halde, resmin altındaki imzaya isyan ediyoruz. Kimisi daha da ileri gidip O'nun ağzından konuşuyor. Ben, O'nun bizlerle konuşmaya ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. Belki sesini duyarız; ses çıkaranın amacı duyurmak olmasa da. Keşke duysak. Şah neyden yükselen bir nevaya benziyordur belki, dediği anlaşılamasa da sesi huzur veren, saygı uyandıran. İlahi olan, insan eli değdiğinde kesilen bir sütten başka bir şey değil belki de. ... Sabri yine tuvalete gitme ihtiyacı içinde olduğunu fark edince, normalden çok daha ağır hareketlerle yerinden kalktı. Baş dönmesi geçsin diye bir müddet bekledikten sonra yavaş adımlarla yürümeye başladı. Düşüncelerini metaforların, alegorilerin sosuna bulayan bir yazar gibi, sarhoşluğunu yavaş hareketlerin ardına gizlemek istiyordu. Tuvaletten çıkıp masasına yürürken hızlandı, hemen yerine otursa iyi olacaktı. Masasına oturduğunda servisin yenilenmiş olduğunu ve bir meyve tabağı bırakıldığını gördü. "Kahve istesem mi?" diye geçti aklından. Garsonu arayan gözleri, simsiyah saç ve sakalın çevrelediği bir aydınlığın içinden, sitemle bakıyor olmaktan hicap duyan gözlerle bakan bir adama rastladı. "Sana zorsa, yanmaya razıyım. Kolaysa, affı esirgeme," dedi naif bir sesle ve ekledi: "Büyük Ressam'ı taklit mi etti diye düşündüğün üzerinden O'na ulaşıyorsam..." Sözlerini yarım bırakarak erkenden ayrıldı masadan ve bir yabancı geldi oturdu şairden boşalan yere. "Ben de senin deyiminle taklidin verdiği ilhamla yaptım eserimi," dedi. "Bitiremedim belki ama bitmemiş halinin, hem de neye inanırsa inansın, hatta inanmasın, insana neler hissettirdiği ortada. Sen eserimin sadece resmini görerek kendinden geçmiyor musun? Bir de içinde bulunsan..." Sabri kendisini La Sagrada Familia'da yürürken gördü. Masa gitgide kalabalıklaşıyor, Sabri ezildiğini hissediyordu. Kendini savunmak istedi: "Ben bunların hiçbirini inkâr etmiyorum," dedi. "Fakat size bu eserleri ortaya çıkarma ilhamını verenler, başkalarına da kötülüğün ilhamını vermiyor mu? Hatta sizin eserleriniz, diktatörlüklerin kurulması sürecinde kullanılan semboller olmuyorlar mı? Güç, şan, şöhret, azamet gösterilerinin bir simgesi olmuyor mu eserleriniz?" Sabri, saçından tutulup başının iki yana şiddetle sarsıldığını hissetti. Tanımadığı bir adam, köpüren ağzını alabildiğine açmış, masanın etrafındaki kalabalığı da vurmaya davet ediyordu. Susması, etraftakilerin huyuna gitmesi gerektiğini bilen Sabri, kendisine engel olamıyordu. Neden engel olamadığını da anlayamıyordu. Birden herkesin susmasını sağlayan ama nereden geldiği belli olmayan bir ses yayıldı ortalığa: "Rahat bırakın çocuğu," diyordu. "Kötü bir şey söylemiyor, düşünüyor sadece, soru soruyor." Sabri, dünyaya tertemiz bir çarşaf gibi geçirilmiş kar kaplı düzlüklerde donmak üzereyken, birdenbire karşısına camlarından sarı ışıklar süzülen, sobası gürül gürül yanan bir kulübe çıkmış gibi sevinmiş, var gücüyle kendini kulübenin kapısına atmıştı. "Çok kişi sordu bu soruyu! O da soruyor işte! Kendisinden başkasını belirli bir eyleme sevk etmek için gayret edenler, seslendikleri kitlenin başına gelenlerden sorumlu tutulacak mı? Halkı dayanışma için, özgürlük için, hakların alınması için meydana çağıran, meydanda haince katledilenin sorumluluğunu, katleden gibi taşıyacak mı? Tekdir ile uslanmayana vurulacak her darbede, bunu nasihat edenin de vebali var mı? Sabri, sade bir kahve istedi. "Onlar iyi mi yaptı kötü mü, onu bilmem mümkün değil," diye geçti aklından."Sorularıma bir yanıt bulmam da mümkün değil. Tek bildiğim benim böyle bir şeyi asla yapamayacağım. Çocukken kelimenin her anlamıyla büyük bir adam olmak isterdim. İnsan büyüdükçe devasa işler yapıp herkesi kendisine hayran bırakıyor belki ama o devin iri kolları, bacakları, göğe uzanan bir başı da oluyor. Gözler ise hep küçücük kalıyor. Küçücükken etrafa kocaman kocaman açılan, her şeyin ayırdına varan gözler, insan büyüyüp devleşirken küçücük kalıyor. Dev bedenin hiç farkına varmadan ezdiklerini, yıktıklarını göremez oluyor. Tüm devliğini insanın iyiliğine adayan bir dev bile olsa... Dedem de aynen böyle düşünmemiş mi? İktidar, elde edildiği anda yıkıp geçmeye başlıyor. Belki muktedir bile arada bir haline şaşırıyor ama kontrolün artık kendisinde olmadığını da görüyor. Bu yüzden korkuyorum büyük adamlardan. Belki kendileri de farkına varsalar..." ... "Reddetmek kolay! Hadi cevap ver, ne olacak bu en kutsal hakları ellerinden alınanlar. Masaya daha kimler gelecekti de ben mâni oldum. Hadi başkasının canını kurtarırken ölene ödül yok! Ne olacak kafasına bomba parçası isabet eden küçük kızın hesabı, açlıktan ölenin, iftiraya uğrayanın, ırzına geçilenin, işinden edilenin? Sayayım mı daha? Bir gün hesap görülmeyecekse, haksızlık yapanın yanına kâr mı kalacak? Adalet yok! İlahi adalet de mi yok?" Düşünce denizinin dibine serili sert yüzeye çarpmıştı başını. Ne diyeceğini bilemiyor, ellerini o sert zemin üzerinde gezdirip daha derine inebileceği bir geçit arıyordu. İlk kez ulaşmıyordu buraya. Kaç kez inmişti bu derinliğe ve kaç kez, nefesinin yetmeyeceğini fark edip hızla yüzeye çıkmıştı. Neden pek çok insan gibi, verileni kabul edip rahat edemiyordu? Neden sorgulamak istemese de sorgularken buluyordu kendini sürekli? Neden, bahtına tankçı olmanın düştüğünü öğrendiği anda, asker ocağındaki en şanlı sınıfın tankçılar olduğunu inanarak savunan gibi olamıyordu? "Adalet denince aklımıza kısasa kısasın gelmesi değil mi zaten sorun? Onlarca inanç sistemi, binlerce yıldır yerinde duruyor da dünyada değişen ne var?" Sabri itiraz etti: "Niye? Allah'tan korkup da kötülükten uzak duran ya da O'nun rızasını kazanmak için iyiliğe yönelenler yok mu?" "Çoğu korkar görünüp korkmuyor olsa da, korktuğu için bunları yapanlar var mutlaka. Fakat korktuklarının ne olduğundan ben emin değilim. Yalnız bence sorun bunların hiçbirinde değil. Biz adalet isterken, adalet yok mu diye sorarken, bir gün hesabın toptan görüleceğini iddia ederken yokluktan, hep yaptığımız gibi, görmüyor oluşumuzla emin oluyoruz. Belki de adaleti var bu dünyanın. Belki de Büyük Ressam öyle bir resim çizdi ki, tüm hesap burada adalet içinde görülüyor. "Ve bunu bir tek sen anlayabiliyorsun," diyerek alay etti Sabri. "Sözümü kesme de dinle. Unuturum, bir daha da gelmez aklıma. Biz iki ön kabulle başlıyoruz işe, iki temel varsayımla. İlkin, insan yaşamı ve yaşam hakkı başta olmak üzere insana ilişkin her şeye, kimi zaman abartılı anlamlar yüklüyoruz. İnsandan başka canlıların yaşam hakkını dilediği şekilde elinden alan bizler, mesele bizim yaşam hakkımız olduğunda farklı düşünüyor ve davranıyoruz. İşte kimi zaman birisi çıkıp, bizi insan olmamıza rağmen bir sivrisinek gibi görebiliyor; canını sıkan, kulağının dibinde vızıldayan. O an geldiğinde, inancı da, adaleti de bir yana bırakabiliyor kimimiz. Belki de kutsal ve mutlak kabul ettiğimiz yaşam hakkımızı da kapsayan pek çok hakkın dokunulmazlığı, bizim bu dünya ile ilişkimizi koruyabilmek adına bir icadımız. Haddimizi aşarak getirdiğimiz düzenlerden bir başkası belki de. İkinci varsayımımız ise, iyilik ya da kötülüğün muhakkak bir karşılığı olması gerektiği. Özellikle de haksızlığa uğradığımızda intikamımız muhakkak alınsın, adalet yerini bulsun istiyoruz. Adaletin yerine gelip gelmediğini ise yine gördüklerimizle değerlendiriyoruz. Bizi aldatan aldatılırsa, adalet yerine gelmiş oluyor, paramızı çalan çatıdan düşerse, 'Allah işte!' diyoruz. Eğer paramızı çalanın başına bir şey gelmiyorsa, kanun önünde de hesap sorulmuyorsa, hesabımızın öte dünyada görüleceğini düşünüyoruz. Yani kararı yine göze görünenle veriyoruz. Peki, ya göremediklerimiz? Madem göremediğimiz bir İlah'a tapınıyoruz, o zaman O'nun varlığını ispat için neden aracılara ihtiyaç duyuyoruz? Belki de O, bizim beklediğimiz adaleti yerine getiren doğal bir dengeden başka bir şey değildir. Biz zengin, güzel, başarılı, güçlü diye gördüğümüz herkesi mutlu addedip, onlar gibi değilsek, bu işte bir adaletsizlik olduğunu düşünüyoruz. Suç işleyenin cezasını gözlerimizle görmedikçe, suçun işleyenin yanına kâr kaldığını düşünüyoruz. Ben neye inanıyorum sana söyleyeyim mi? Ben tüm bu insanların, kim olurlarsa olsunlar, neye sahip olurlarsa olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar, herhangi bir insandan daha mutlu ya da daha mutsuz olamayacaklarına inanıyorum. Çünkü mutluluğumuz, bambaşka insanlardan geçerek bize varan bir yol gibi. Saçma geliyor olabilir kulağa ama mademki inanç hemen herkes için bir ihtiyaç, ben de buna inanmayı tercih ediyorum. Evet, belki bir çözüm uydurup problemi çözüme göre kurmak benim yaptığım; belki saçmalıyorum ama ben de buna inanınca rahat ediyorum. Hepimiz, öyle ya da böyle bir şeylere inanmak ihtiyacı içinde değil miyiz? Neyin içinden çıkamıyorsak onun üzerinden kuruyoruz inancımızı. Ben adaleti sorun ettim ve oradan bir dogma inşa ettim. Başkası başka bir yerden, ya da aynı yerden ama bir başka şekilde yapıyor bunu. Hepimiz başka başka şeyler yapıyoruz ama en altta aynı amaca hizmet ediyoruz. Bence O, hepimizin eşit derecede mutlu olmasını sağlıyor biz anlayamasak da, ya da eşit derecede mutsuz. Hemen tüm metinlerin, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu kendinden son derece emin bir şekilde bağırdığı yeryüzünde, belki hiç bulamayacağımız tek şey olan değişim üzerinden sağlanıyor bence adalet. Çünkü neye benziyorsak herkes ona benzesin istiyoruz. Vuslatı mümkün olmayan hasretlere adıyor insan kendini. Neye inanıyorsak herkes ona inansın, diğerleri bize biat etsin, ne dersek yapsın. Oyunun kurallarını kendi belirlemek istiyor çocuk, kendi üstünlükleri, inançları dairesince. İşte o çocuk büyüyünce dünyaya da bir nizam vermek istiyor. Farklılıklar olmasın istiyor. Ölen kişi vasiyet bırakırken, terk ettiği ve bir daha geri dönemeyeceği bu dünya onun istediğinden ve bildiğinden farklı bir yere dönüşmesin, değişmesin istiyor ve bu istek doğrultusunda ifade ediyor vasiyetini. Ne beyhude bir çaba! Sağlığında beceremediğini ölümünden sonra ummak... Belki de şirk bu aslında! Fakir, zengine bakıp 'Bu adalet mi?' diyor. Belki de varlık, dışarıdan bakıldığında güzel görünen ama giyenin vücuduna çok yerden batan, kesen bir elbise gibi. Zaten önemli olan o elbisenin giyene nasıl göründüğü ya da giyene ne hissettirdiği değil mi? Belki o elbiseyi giyenin mutluluğu, başkasının gözünde eskidikten sonra çöpe atılan bir ayakkabıyı çöpte bulup yalınayağına geçiren çocuğun mutluluğu kadar. Biz iktidar sahibi insanlara bakıp, onların yaşamlarını, eylemlerini sıradan insanla kıyaslayıp hükme varıyoruz. Suç kabul ettiğimizi, haksızlık kabul ettiğimizi gerçekleştireni acı içinde görmezsek, adalet yok diyoruz. Halbuki iktidar sahibi, herkesi değiştiremiyor oluşunun aczi içinde öfke nöbetlerine kapılıyor belki de. Katlettiği onlarca, yüzlerce, binlerce insanın bir tanesi için en küçük bir vicdan azabı duymuyor da, bambaşka ve çoğumuz için önemsiz bir nedenden ötürü mutsuzluk içinde yaşayarak çekiyor cezasını. Böylece zulmettiği kişilerden daha mutlu olamıyor asla, çünkü değiştiremiyor. Asla değişmek istemiyoruz, değişimi görmek istemiyoruz. Yıllarca görmediğimiz ve özlediğimiz insanları, yıllar sonra farklı görmek istemiyoruz, çocukluğumuzun geçtiği mahalleyi yıkılmış, dönüştürülmüş görmek istemiyoruz, görmeye alıştığımız aktörün yerine yenisini istemiyoruz, köyümüzün doğasının değişmesini istemiyoruz, gençlik aşkımızı evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış görmek istemiyoruz. İhaleyi aldığımızda kazanacağımız paraya sevinemiyoruz çünkü rakibimiz de bir ihale almış oluyor ve onun aynı kalmasını engelleyemiyoruz. Tam da bu nedenden, dışarıdan bakıldığında mutlu olmamız gerektiği düşünülürken, biz mutlu olamıyoruz. Dünyanın parasını kazanmak hayaline çok yaklaşmışken, ağaçlar kesilmesin diye bağıran üç beş çocuk yüzünden çılgına dönüyoruz. İnsanın bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde sebep olduğu yıkımların, boyutu ne olursa olsun, nasıl bir vicdan azabına dönüştüğünü göremiyoruz. Gündüz gördüğümüz yüzlerin gecelerini bilemiyoruz. Herkesin başarısına hayranlık duyduğu kişinin, o başarıyı elde etmek için nelerden vazgeçtiğini sadece kendisinin bildiğini ve bu halin ona ne mutsuzluklar verdiğini anlayamıyoruz. Bir şeyde dünyanın en iyisi olsan, bunu da kendinle en ufak bir çelişki yaşamadan elde etmiş olsan, bir ikincinin varlığının ve onun yönelttiği tehdidin getirdiği huzursuzluğun tüm mutluluğu nasıl silip süpürdüğünü kavrayamıyoruz. Ne olursa olsun, elde edilen ve başkalarında kıskançlık uyandıran başarı, bir başkasının hakkı gaspedilerek elde edilen imkân, iktidar mutlaka yitiriliyor bir gün. Ve ondan sonra geriye kalan her gün, geçmişte hissedilen mutluluğu eşitleyecek bir ıstırabın yaşanmasına dönüşüyor. İnsan, nihayetinde başladığı yere dönüyor. Belki de biz, insanın değişme çabasından aslına rücu edişine zaman diyoruz. Ve her şeye alışıyoruz. Farklılık dediğimiz, alışmak ve kanıksamak için biraz zamana ihtiyaç duyacağımız yeni bir değişmezlik halinden başka nedir ki? Bir yeniliğin rutine dönüşmesi için ne kadar süre gerekir? Alışılan iyilik, güzellik, refah zamanla mutluluk vermez olurken, ıstırap da ilk andaki şiddetinden yitiriyor gitgide. İşte belki adalet böyle tecelli ediyor. Belki, şu karma dedikleri olaydaki gibi gencecik çocukların idam kararını veren hâkimin boğularak ölmesi şeklinde sağlanmıyor adalet her zaman. Çünkü bu O'nun yaratıcılığına hakaret olur. Ve ben, bunu O yapıyordur demiyorum, O belki de budur diyorum." "Diyelim bu saçmalıkların hepsi doğru, bunları biliyor olmak neyi değiştirir?" diye sordu. Sabri sigara paketini eline alıp sinirini belli eden bir edayla çevirmeye başladı. Bir bardak su içti. "Değiştirir mi dedim ben? Ben de onu diyorum işte, değişmez! Bunun farkına varan insanın kimseye karışmadan köşesinde yuvarlanıp gitmesi gerekir. Ne yaparsa yapsın tatmin olamayacağına ve kimseden daha mutlu olamayacağına inanan bir insanın yapması gereken, kimseyi değiştirmeye ya da kendine benzetmeye çalışmadan yaşamasıdır. Lakin insanı ya kendisi ya da başkaları kendi haline bırakmaz. Doğruyu bilse de başka türlü olamadığından, şuursuzca bir yanlışın peşine takılır insan. İstemediklerini elde etmek için kavgalar verir. Bunu yapmayıp köşesine çekilse, birileri gelir yolunun yol olmadığını, sapkınlık olduğunu söyler. Ya da gelir, ilahmışsın gibi tapar. O kadar ki, sen de inanırsın bir kerametin olduğuna. Halbuki müridi olan mürşit kalabilir mi? Rahat bırakılmak için mücadeleye başlayan insan zamanla yine zalimleşir, yine mutsuz olur. İlk kez mi söyleniyor sanki bunlar. Kaç kez yazıldı. Kaç kez birileri geldi yaktı. Dünya kuruldu kurulalı aynı şeyler yaşanıp duruyor. Biz ileri gittik sanırken, bir yörüngede dönüp duruyoruz. Aynı yerden bir daha geçmeye ömür yetmiyor diye aynı yerden iki kere geçilmez sanıyoruz. Halbuki geçerken, bizden önce geçenlerin izlerine baksak, bir daireyi dönüp durduğumuzu anlamamız o kadar kolay ki." Masalardan birinden yükselen kadın sesi Sabri'yi düşüncelerinden bir an ayırdı. Gamdan azade dünyada heman bir meyhanedir... "Bende mi acaba sorun? İnsanın gamla buluşma yerine çeviriyorum her gittiğimde meyhaneyi." Elinde külü uzamış bir sigara, üzerinde siyah bir takım elbise, beyaz bir gömlek, o kadar ki kravatı bile var. Saçlarının tepesi iyice açılmış adamın. Yüzünde muzır denebilecek bir gülüş. Ancak konuşmaya başladığında karşısındakini hemen yörüngesine çeken bir hatip "Üzülme," diyor Sabri'ye. "Bir ruhun kemal derecesi, yaşamaktan duyduğu sıkıntı ile doğru orantılıdır." "Yok yok! İşime gelenleri duyuyorum, işime geldiği gibi konuşuyorum. Bir dediğim bir dediğimi tutmuyor. Tutarsızım ben. Tövbe edip edip yine başa dönüyorum. Başka türlü olamadığımdan böyleyim diyorum, başka türlü olma isteğime karşı koyamıyorum. Her şeyi verenin, yeri gelip bir sivilceyi dert ettirip tüm verdiklerinden tat alınmaz hale getirdiğine, böylece kimsenin hakkını kimseye daha bu dünyada geçirmediğine inanmak gerekir diyorum ama daha en başta bundan ben emin olamıyorum. Belki de aptalın tekiyim, kendimi bir şey sanıyorum. Belki de babamdan hiç farkım yok. Belki de yazarsam, babama benzediğimi ispat etmekten başka hiçbir şey yapmamış olacağım. Kimden, neyi saklıyorum ki? Ben, babam, dedem... İç içe geçmiş birbirimizde yaşıyoruz zaten. Hepimiz aynı işlere kalkışıp aynı hayal kırıklıklarını yaşıyoruz. Annem konuşur cahil cahil, 'Heykeli dikilecek adamdı,' der dedem için. Büyük sözü dinlemeyenin taş kesildiğinin ispatı heykeller... Düşünmez ki babama vuran dedem aslında beni dövmüştür! Babamın deliliği bende sulanıp saflığını yitirdiyse ne olmuş? Garsonun bile görür görmez unuttuğu ben, burada oturmuş âleme kafa tutup yol gösteriyorum. Allah'tan bir duyan yok! Bir de gidip yazmayı düşünüyorum bunları. Sen yazsan ne olur? Biri çıkıp dünyanın en adil sistemini kursa ne olur? Koca bir hiç olur! Çünkü eline geçirdiği küçücük iktidarlarda bile güçsüzü ezen insan, yani kediyi sıkıştırıp tekmeleyen çocuk, yani bir el tezgâhında çilek satarak geçimini sağlayacak kadar fukara olup bu halde olmasına sebep olan düzeni kurup işletenlere ses çıkaramadığı halde tezgâhının önünde duran çocuğu kovalayan adam, yani kızına zengin koca arayarak kendini kurtarmaya çalışan anne, yani kendisine doğru koşarak gelen adamın yüzüne kapıyı kapatıp hareket etmekten keyif alan ve bunu halkın vergileriyle alınmış otobüsle yapan şoför, eline daha büyük bir iktidar geçtiğinde daha kuvvetle ezer de ondan. Ve insanlar kendilerinden olmayana yaşam alanı tanımak istemezler de ondan." Sabri hesabı istedi. Beklerken, karşısındaki sandalyede, başında kuzu derisi bir kalpak olan Salâhattin Bey'i gördü. Salâhattin Bey, "Oğlum Sabri," dedi. "Yusuf'a da söyledim, sana da aynını söylüyorum: “Bazı şeyler vardır, canımızı sıkar; bu neden böyle, böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı deriz. Bazı şeyler de mevcut değildir. İçimizden, bunların olmasını ister, hatta bu uğurda çalışırız. İkisi de saçma ve faydasızdır. İnsan dediğin mahluk hiçbir şeyi değiştiremez. Bunun için, gönlünün rahat olmasını istersen, gördüğün fenalıkların bile bir hikmeti olduğunu düşün ve yeryüzünde olmayan iyilikleri oraya getirmek sevdasına kapılma... Sonra en mühimi: Kendini halinden şikâyet etmeye alıştırma! Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş olursun. İçkiye de şimdilik pek heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hâkim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten...” Bilirim sen benim bu nasihatimi tutmaz, ama gider başkalarına akıl verirsin. Bari bunları bana Kaza Kaymakamı Salâhattin Bey söyledi demeyi ihmal etme de adın hırsıza çıkmasın!"
Sayfa 387 - Teslim, Kendi Efkârımca Okur YazarımKitabı okudu
·
636 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.