Başka birinin evine girmek gerçekten zor bir şeymiş. Bugün hayatımda ilk defa hırsızları takdir ettim. İnsan başkasının evine girerken karşısına ne çıkacağını bilemiyor. Dışarının havasıyla içerinin havasının birbirinden farklı olması mıydı beni engelleyen, yoksa içeride karşıma çıkabileceklerden bunca zaman sonra korkmam mıydı, bilemiyorum... Ama sen değil miydin, bu yaşına kadar kendi ayaklarının üzerinde durup içinden her bulduğu fırsatta hayata karşı meydan okuyan kişi? Şimdi ne olmuştu da için tedirginlikle ve korkuyla dolmuştu? Anahtarı kapının kilidine sokup çevirmen gerekiyordu, bu kadar basit. Bileklerin, ellerin, parmakların yerli yerindeydi; ama iraden kilidi çevirmeye yetmiyordu. Kilometrelerce uzaktan bu işi yapmak için gelmemiş miydin? Şimdi neden duraksıyordun korkak bir çocuk gibi? O tık sesi seni çok korkutuyordu, itiraf et. Ya o tık sesi geldiğinde kapı açılırsa?
Anahtarı kilide soktuktan sonra arkama dönüp baktım. Arkamda bekleyen ablamı daha fazla telaşlandırmamak için bu yaşıma kadar takındığım soğukkanlı halime yeniden bürünmek zorunda kaldım. Ben ki, yaşça küçük bir kardeş olarak, hayata karşı her zaman ablamdan daha soğukkanlı ve katı olmak zorunda kalmıştım. Belki de, armağan denilebilirse, hayatın bana bir armağanıydı bu: Dışarıdan soğukkanlı görünmek ve içinde patlayan yanardağı hiç kimseye belli etmemek.
Biraz cesaret biraz da mecburiyet ile kapının kilidini çevirdim ve o çok korktuğum an başıma geldi. Kapının açıldığını ifade eden tık sesi kulaklarımdan girip beynime bir çivi gibi çakıldı. Kilidin açılmasıyla kapının geriye doğru hareket etmesi hemen hemen aynı anda oldu. İçerinin kesif ve ağır kokusu yüzüme çarptığında kalbimin, yıllar sonra belki de, pır edip göğsümden hareketlendiğini hissettim. Ablamın yüzümde belirebilecek korku ifadesini arkamda olduğu için göremeyeceğini bilmek ise o an beni bir nebze rahatlattı ve kendime getirdi.
Evin içerisine girdiğimde, sanki ev sahibi 1 yıl önce ölmemiş de daha biraz önce evini kapayarak dışarı çıkmış, akşam tekrar evine gelecekmiş gibi bir manzara vardı. İç çamaşırları kurumak üzere etrafa saçılmış; son gün okunan gazete ve su içildiği her halinden belli olan bir bardak yatağın kenarına kaldırılmak üzere yerleştirilmişti. En dramatiği ise, ev sahibinin pijaması, yatağın içerisinde akşam giyilmek üzere yorganın altında bırakılmış; fakat 1 yıldır sahibinin öldüğünden habersiz çoktan ölüm uykusuna yatmıştı.
Ağzımı bıçak açmıyordu. Tek yaptığım evi incelemek ve ilginç bir şeyler bulmaya çalışmaktı. Belki ev sahibine dair ufacık bir ipucu bulurdum ve bir gün onu içimde affedebilirdim. Bu umutla her yere baktım. Her kağıdı okudum, belki bir mektup vardır diye. Affetmemi gerektirecek hiçbir ipucu bulamadım. Çekmecelerden birinde ise, ev sahibinin umreye gittiği fotoğraflara rastladım. Hafif bir gülümseme sardı yüzümü. Engel olamadım. Sonra, bir kenara bırakılmış seccade ve evin çeşitli yerlerinde bulunan Kur'an-ı Kerim'ler gördüm. Bütün bunlar ev sahibinin son zamanlarında kendisini dine yönlendirdiğini açık bir şekilde söylüyordu. Peki ama, ev sahibinin inancına göre, Allah'ın verdiği canı Allah'tan önce alan bir kişi sırf umreye gitti diye Allah tarafından affedilir miydi? Karşısına gelinmemesi emrolunan 7 emirden birini ihlal eden kişi, ömrünün son dönemlerinde pişman olsa her şey yeniden başlar mıydı? Başlamamalıydı. Affedilmemeliydi. Çünkü ben affetmiyordum...
Evden çıkmaya yakın, ev sahibinin yatağının başında turuncu renkli çok eski bir bavul gördüm. Aklıma Orhan Pamuk'un Babamın Bavulu isimli kitabı geldi. O an aklımdan yüzlerce düşünce geçti. Son bir defa daha gülümsedim ve bir hırsız gibi girdiğim evden bu sefer korkusuzca kapıyı kapayarak birkaç saatliğine ara verdiğim sahte hayatıma geri döndüm.