Gönderi

Muhteşem Hürrem
1536'da padişahın düğünü yapıldığında, Rus köle, "Muhte­şem" lakaplı 1. Süleyman'ın 15 yıllık cariyesiydi. Osmanlı padi­şahlarının tüm cariyeleri gibi o da ne Türk ne de doğuştan Müs­lümandı. Memleketinden kaçırılan genç kız kurallara, inceliklere ve siyasete hakimiyetiyle uyum yeteneğini ve kıvrak zekasını is­patlamış ve bu özellikleri onu karanlıklardan çıkarıp padişahın yatağına taşımıştı. Hızla Süleyman'ın gözdesi durumuna gelerek, padişahın maiyetini de tebaasını da hayrete düşürmüştü. Osmanlı padişahları kadınlarına ne kadar sevgi ve ihtimam gösterirlerse göstersinler, onları aleni gözdeleri yapmazlardı. Ama Süleyman ve Hürrem ( Roxelana ) kısa aralıklarla beşi erkek altı çocuk sahibi oldular. Süleyman ona tutulmuşa benziyordu ve Hürrem'in onu kendisine aşık etmek için baştan çıkarıcı güçler, hatta iksirler kullandığını düşünenler vardı. Ona cadı diyorlardı. Padişah ve cariyesi varsayımları teker teker altüst ettiler. Hür­rem, efendisi olan padişahla nikahlanan ilk Osmanlı cariyesi oldu. Aynı zamanda, dikkat çekecek kadar öne çıkarak kendisini ortaya koyan ilk cariyeydi. Harem-i Hümayun'u hanedan kadınlarına ait bir ikametgah olmaktan çıkarıp siyasi nüfuz kullanan bir kuruma dönüştüren de oydu. Onun izinden giden padişah eşleri, oğullarına akıl hocalığı ederek ve 1 7. yüzyılda naibe sıfatıyla ülkeyi yöneterek Osmanlı siyasetinde çok güçlü roller oynadılar. Hürrem 1558'de öldüğünde, başkent İstanbul'da ve imparatorluğun dört bir yanın­da, mirasının somut bir parçası olan çok sayıda hayır amaçlı vakıf da bıraktı, ki bu da gelenekten bir başka kopuşu temsil ediyordu. Osmanlılarda resmi bir kraliçelik makamı olmadığından, Hür­rem bu rolü unvanı olmadan oynadı ve 16. yüzyılı paylaştığı Avru­pa'nın büyük kadın hükümdarları ve hükümdar eşleri için, onlar­la boy ölçüşen zorlu bir rakip oldu. Ama Süleyman ile Hürrem'in ortak saltanatı olarak adlandırılabilecek değişimin köktenliği -Os­manlılarda böyle bir yönetim ortaklığı bir daha asla tekrarlama­dı- onu daha hayattayken tartışmalı bir kişilik haline getirdi. Onun Osmanlı tarihindeki yerine ilişkin tartışma bugün de sürmektedir. Hürrem'e doğumunda verilen isim bilinmemektedir. Doğum yerinin tam neresi olduğundan, doğum tarihinden ve anne babasının isimlerinden de emin değiliz. Ama Osmanlıları yakından izlemekte olan, girişte mektubundan alıntı yaptığımız Ceneviz ban­ker gibilerin beslediği hayranlık, onun özelinde tarihi şayialara inandırıcılık kazandırır. Hürrem'in çağdaşları arasında, o tarihte Leh kralı tarafından yönetilmekte olan "eski Rusya"dan, Ruten­ya'dan -bugün Ukrayna'da geniş bir bölge- geldiği konusunda görüş birliği vardı. Kökenleriyle ilgilenen Avrupalılar ona "Ruten­ yalı kız" anlamına gelen Roxelana adını taktılar. Genç esire takılan Osmanlıca isim, Farsçada "şen", "güler yüzlü", "gönül açan" anlamına gelen Hürrem'di. Ömrünün ka­lan kısmını bu isimle geçirmesine rağmen, Süleyman hariç nadi­ren Hürrem adıyla anıldı. Kudretli insanlar unvanlarıyla anılırdı. Süleyman, tebaası için "padişah"tı. Hükümdarın tek eşi olan Hürrem de, gözde anlamına gelen "haseki" unvanını aldı. Süley­man onu azat edip nikahına aldığında da "haseki sultan" oldu (bir kadının ismine ya da unvanına "sultan" sözcüğünün eklen­mesi onun hanedandan olduğunu gösteriyordu). Sonradan, bazı Osmanlılar arasında Hürrem'in Ortodoks bir papazın kızı olduğu inancı yerleşti - ya da 1620'lerde İstanbul'a gelen bir Leh büyükelçisine öyle söylendi. Ama genç esir hakkındaki tek kesin bilgi, öz ailesinin Hıristiyan olduğudur. 15. yüz­yılın başından itibaren padişahlar bütün çocuklarını, imparator­luğun sınır boylarından ya da daha uzaklardan alınıp getirilen, Hıristiyan olarak doğmuş kadınlardan yaptılar. Bu kadın esirler hanedan anneliğine seçilmeden önce Müslümanlaştırılıyor ve Os­ manlı kültürüne asimile ediliyordu. Cariyelerin sunduğu avantaj, hanedanın egemenliğine meydan okuyabilecek Osmanlı aileleriyle hiçbir bağlarının olmamasıydı. Hürrem'in şansı, Süleyman'ın Eylül 1520'de Osmanlı devletinin onuncu padişahı olarak tahta çıkışını izleyen birkaç ay içinde seçilme­ siydi. Yeni padişah 26, o ise aşağı yukarı 1 7 yaşındaydı. Süleyman'ın tahta çıkmadan önce başka cariyeleri de olmuştu, ama Hürrem onun uzun saltanatındaki ilk eşi oldu ve tek eşi olarak kalmayı başardı. Hürrem hayatta kalmayı bilmişti. Genç kızın yakalanma sü­recinde yaşadığı şiddetle baş edebilmesi öyle yabana atılacak bir başarı değildi. Memleketinden başlayıp hayatının bir sonraki sersemletici evresine geçeceği uzak Osmanlı başkentinde nokta­lanan o çok tehlikeli yolculuk boyunca, azimle direndi. Onun için seçilen Osmanlıca isim, başına gelenlere rağmen sevimli bir yüz ifadesi takınarak kederini belli etmemeyi başardığını düşündürür. Hürrem'in hayatta kalma becerisi, onu çok geçmeden, çoğu ka­dın kölenin yazgısı olan sıradan kölelik koşullarının yukarısına çekecekti. Padişahın kadın akrabalarının, cariyelerinin, çocukla­rının ve onların çok sayıda hizmetlisinin özel dünyası olan Ha­rem-i Hümayun'un siyasi ve cinsel dinamiklerini okumakta hızla ustalaşacaktı. Hürrem'in harem içi rekabette üste çıkmasını ve o güne kadar bilinmeyen gözde, nikahlı eş ve haseki sultan rollerine gelmesini sağlayan dirayetiyle birleşen cazibesiydi. Hürrem ve Süleyman çokeşli bir dünyada bir çekirdek aile ku­rarak töreyi ihlal ettiler. O güne kadar padişah cariyelerinin gayet iyi tanımlanmış tek bir sorumlulukları vardı. Bir Osmanlı padişahına ya da şehzadesine erkek çocuk doğuran cariyenin tek vazifesi, çocuğun ileriki siyasi başarısı için çalışmaktı. Burada bir çatışma çıkması mümkün değildi, zira erkek çocuğun doğumuyla birlikte annenin efendisiyle cinsel münasebeti de son buluyordu. Bunun bir tutku ilişkisi olup olmamasının önemi yoktu, çünkü töre, bundan sonra cariyenin padişaha yeni çocuklar doğurmasını yasaklıyordu. Padişah yeni bir cariyeyle ilişkiye geçiyor, eskisi ise yetiştirmekle ve şehzade olarak hangi sancakbeyliğine tayin edilecekse orada refa­kat etmekle görevli olduğu oğluyla birlikte kalıyordu. Bu üreme pratikleri yasaklı olmayan ya da uzatmalı ilişkileri neredeyse imkansız hale getiriyordu. Efendisi bir cariyeye sadece, kadın önceden bir ya da daha fazla kız çocuk doğurmuşsa, en azından bir erkek çocuk doğurana kadar muhabbet göstermeye devam edebilirdi. Şehvet düşkünü sultanlar ve onların cinsellik­ten başka bir şey düşünmeyen aygın baygın sayısız kölesiyle ilgili Hollywood klişeleri, Osmanlılar özelinde nadiren geçerli olmuş­tur. Hanedanın erkekleri için cinsellik bir zevk olduğu kadar siyasi bir görevdi. Tüm kalıtsal hanedanlarda olduğu gibi, hanedanın bekası, hükümdarlık etmeye uygun nitelikler taşıyan yetenekli şehzadelerin üretilmesine bağlıydı. Cariyeye gelince, kariyerinin sadece bir evresinde cinsel bir varlık, kalan kısmında ise bir an­neydi. Hürrem ikisi birden oldu. Cinsel arzu uyandırmak büyük önem taşıdığından, padişah cariyelerinin fiziksel açıdan çekici olmaları gerekiyordu. ( 17. yüz­ yılda bir noktada, tahta yeni çıkan padişahın kadınlara karşı is­ teksizliği Osmanlı devletinin bekasını bir süre tehlikeye soktu.) Ama cariyenin tehlikelerle dolu bir rekabet dünyasında oğlunu başarıyla ilerletebilmesi için, keskin bir zekaya ve siyasi istihbarat kapasitesine de sahip olması gerekiyordu. Kız çocukların da, on­ları hanedanın ve erkek kardeşlerinin sadık müttefiklerine layık sultanlar olarak yetiştirecek, feraset sahibi annelere ihtiyacı vardı. Osmanlılar, bedensel ya da zihinsel engelli olanlar hariç, bütün şehzadelerin doğuştan babalarının yerine geçme hakkına sahip olduğuna inanıyorlardı. Tahta çıkma hakkını sadece yaşça en bü­yük olana tanıyan ekberiyet kuralını uygulayan Avrupalı rakiple­rinden burada ayrılıyorlardı. Osmanlılara göre, şehzadeler arası rekabet imparatorluğu yönetmeye, savunmaya ve yeni topraklar fethetmeye en uygun varisin belirlenmesini sağlıyordu. 1521 sonbaharında ilk çocuğu Mehmed'in doğumu, Hürrem'i bazen gaddar olabilen bu dünyanın içine fırlattı. Taht mücadelesi padişahın oğullarının birbirlerine karşı ölümüne bir rekabete ha­zırlanmasını gerektirdiğinden, şehzadeler, ataları tarafından binbir meşakkatle inşa edilmiş imparatorluğun şanının yürümesi için kendilerini feda etmeyi onur bilecek şekilde yetiştiriliyordu. Teorik olarak, hanedan içi bu şiddet kurumsallaştırılmıştı ve yeni padişa­hın henüz tahta çıkmadığı hükümdarsız ara dönemlerle sınırlıydı. Çatışmanın hanedanın dışına çıkmaması gerekiyor, bu da halkı bü­yük ölçüde, İngiltere'de krallık üzerine hak iddia edenler arasında çıkan Güller Savaşı gibi iç çatışmalara karışmaktan kurtarıyordu. Erkek kardeşler arasındaki rekabet istisnai yetenekte bir hüküm­darlar silsilesinin oluşmasını sağladığından, yöntemin işe yaradığı söylenebilir. Ama şiddetin bazen halk arasına sıçradığı da oluyordu. Bu kardeş katli sisteminin ürettiği hayat boyu süren azabı çek­mek, katledilen şehzadelerin annelerine düşüyordu. Saltanat, seç­ kin bir soydan gelen bir kadına böyle bir yazgıyı dayatamazdı. Köle bir cariye ise soylulaştırıcı olsa bile rizikolu bir iş olan şeh­zade anneliği işine koşulabilirdi. Hürrem, şehzadelerini korumayı başaramasaydı, birden çok oğlunun ölüm acısını yaşayacaktı. Bir padişah kızının annesi olarak, İstanbul'dan siyasi sürgüne gön­derilmeyecek, ama yüce bir makam olan Osmanlı İmparatorlu­ğu'nun valide sultanlığına başka bir kadının yükselmesinin getir­diği itibar kaybını yaşayacaktı. Mehmed doğduğunda, Hürrem görevinin başarmak olduğunun mutlaka farkındaydı, ama bunun onu nerelere götüreceğini öngörmüş olma olasılığı düşüktür. Hürrem'in sıra dışı kariyerinin tuhaflıkları karşısında, yabancı diplomatlar gibi padişahın tebaasının da kafası karışmıştı. Genç kadın padişahla içli dışlı bir şekilde yaşamaya devam ettiği gibi, başarılı olmaları için eğiteceği birden çok erkek çocuğa da sahip olmuştu. Halk eski törelere alışkındı. (Osmanlılar arasında örf ve kanun alanlarının söz dağarcığı örtüşüyordu.) Pek çok kişinin Süleyman'ın büyük oğlu Mustafa'dan ve annesi Mahidevran'dan yana olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Mustafa, kabul edilen üreme kurallarına uygun bir biçimde, babası henüz şehzadeyken doğmuştu. Ama Süleyman şimdi padişah olarak bu kuralları çiğ­nemişti. Kudretli padişahtan kuşku duyulamayacağından, insan­lar şüpheli bakışlarını Hürrem'in üzerine diktiler. Kölenin onu koruyacak bir ailesi veya soyu da yoktu. Dönem, dünyanın dört bir yanında suçun kraliçelerin üzerine yıkılmasına son derece elverişliydi. Hürrem'in düğününün yapıl­dığı 1536 yılında, Tudor hanedanından Kral VIII. Henry kendisini efsunlamakla -oyuna getirerek kendisine aşık etmekle- suçladığı karısı Anne Boleyn'i idam ettirdi. Süleyman Hürrem'i hiçbir za­man böyle bir düzenbazlıkla suçlamadı; Henry'nin aksine, gözde­sinden bir erkek varis sahibi olamama başarısızlığını da yaşamadı. Gene de, Hürrem'in kendisini Anne'in yerine koyup onun yaşa­dığı ikilemi anlaması mümkündü, zira tıpkı İngiltere tebaasının Anne'i Henry'nin boşandığı ilk eşi Aragonlu Catherine'le kıyasla­ması gibi, halk da onu olumsuz bir nazarla, selefi olan kadın efen­di Mahidevran'la kıyaslıyor olmalıydı. Kudret sahibi erkeklerin kadın aşıklarına aşırı düşkünlüklerinde, kusurun kadınlarda ol­ması gerektiği kabulü geçerliydi. Ptolemaios hanedanından gelen son Mısır kraliçesi Kleopatra bile, halk arasında, Romalı büyük generalleri baştan çıkarma yeteneğiyle anımsanır. Tarih Hürrem'e karşı lakayt davrandı, zira bugüne kadar, dikkat çekici yaşamöyküsünü bir cariyenin perspektifinden an­latan kimse çıkmadı. Süleyman hariç, hakkında yazanların hiç­ biri onunla asla karşılaşmadı. Süleyman, gözdesi için çok sayıda aşk şiiri yazdı, ama savaş meydanlarında geçirdiği uzun ayrılık dönemlerinde ona yazdığı mektuplardan hiçbiri günümüze ulaş­madı. Padişahın tebaası sultanın eşleri hakkında konuşabilse de, Osmanlı vakanüvisleri ve yorumcuları bu konuda sessiz kaldılar, zira toplumsal davranış kurallarına göre, bir başka erkeğin kadını hakkında, hele hükümdarın hanesinden bir kadın hakkında konu­şulmasına iyi gözle bakılmazdı. Aynı nedenle, ressamlar tarafın­ dan birkaç kez hayali resmi yapılmış olmasına rağmen, Hürrem'in gerçekte nasıl bir fiziği olduğunu da bilmiyoruz. Öte yandan, Os­manlıları gözleyen Avrupalılar -büyükelçiler, tüccarlar, seyyahlar ve eski esirler- padişah, sarayları, çocukları ve çocuklarının an­ neleri hakkında uzun uzun yazmışlardır. Ama onların hanedan kadınlarına ilgisi siyaset ve güç (cinsel güç dahil) konularıyla sı­nırlı kalmıştır. Hürrem'in, kendisine hasımdan çok hayran kazan­dırmış olabilecek çabalarından -örneğin, imparatorluğun dört bir yanında gerçekleştirdiği hayır amaçlı pek çok projeden- neredey­se hiç bahsetmemişlerdir. Bu anlaşılması güç kadının yaşamında pek çok bilinmeyen boşluk vardır. Bu kitaptan söz konusu boşlukların tamamını dol­durması beklenemezse de, bazı olasılıklar öner(ebil)diğini ve olabilirlikler tahayyül edebildiğini söyleyebiliriz. Neyse ki, Hürrem ardında, kendisine ait bir kayıt sayılabilecek metinler bırakmıştır. Süleyman'a yazdığı mektuplar, çok azı günümüze ulaşmış olmak­la birlikte, Türkçeye artık yazışma yürütecek kadar hakim oldu­ğu 1520'lerden bir siyaset ustası haline geldiği 1550'lere kadar uzanan 40 yıllık bir süreye yayılır. Canlı ve sevecen yazı üslubu ona neden "şen" anlamına gelen bir isim verildiğini anlamamıza yardımcı olur. Hürrem duygularıyla hareket etmeyen ve ihtiraslı bir kadın olduğunu kanıtlayacaktı, ama oyuncu tarafını da asla kaybetmemişe benzemektedir. Hürrem'in kişiliğinin izini vakıfları için hazırladığı vakfiye­ler üzerinden de sürmemiz mümkündür. Bunlar mektupları ka­dar mahrem metinler olmamakla birlikte, İslamın ihtiyacı olan­lara verme [zekat, sadaka] buyruğundan ne anladığını ortaya koyar. Vakıflarında görev yapanların kendilerini muhtaçlara, yardım dağıtırken gösterdikleri gibi yumuşaklık ve anlayışla mu­amele etmeye adamaları gerektiğini tekrar tekrar vurgulamıştır. Kölelere karşı özel yardımseverliği geçmişini asla unutmadığını düşündürür. Padişahın zevcesi konumuna yükselen Hürrem dikkat çekecek ölçüde verici biri olmak zorunda olduğunu kavramıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfusunun neredeyse tamamı Yakındoğu'da doğan üç büyük tek tanrılı dinin -Yahudilik, Hıristiyanlık ve İsla­miyet- mensuplarından oluşuyordu. Bu dinlerin hepsi hayır amaç­lı bağışları temel bir akide ve farz olarak kabul ediyordu. Hürrem bu yükümlülüğü canı yürekten benimsemiş gibi görünmektedir. Ama o aynı zamanda, sıradan insanlara cömertlik göstermenin, göreneklere uymayan kariyerine yönelik olumsuz tepkileri etkisiz­leştirebilecek saygı ve şükran duygularını kazanması için en etkin strateji olduğunu değerlendirebilecek kadar uyanık biriydi. Hürrem hayatı boyunca camiler, okullar, imaretler, seyyahlar ve hacılar için hanlar, tekkeler, veliler için türbeler, hamamlar ve zamanına göre modern sayılabilecek bir darüşşifa vakfetti. On­dan önce, şehzadelerin ve padişah kızlarının anneleri hayır amaçlı önemli vakıflar kurmuşlardı, ama Hürrem'in eserleri gerek hacim gerek coğrafi yayılım bakımından önceki Osmanlı kadınlarının işlerini fersah fersah geride bıraktı. Müstakbel hanedan kadınları için, yavaş yavaş seçkin çevrelerin dışına çıkıp binlerce Osmanlı şehir ve kasabasındaki kadınlara kadar yayılacak bir örnek oluş­turdu. Yaptırdığı anıtsal yapıların birçoğu ve onun eserlerinden ilham alan pek çok yapı bugün hâlâ ayaktadır. Rutenyalı kız, kariyerine Osmanlı hanedanının karmaşık siya­ setine zorla sokulan bahtsız bir genç kız olarak başladı. Öz ailesi­ni kaybetmiş olduğundan, hayatının kalan kısmını yeni Osmanlı ailesini koruyup kollamaya yönelik sonu gelmez bir arayış içinde geçirdi. Ama şehzade annesi olmak sarayın kalleş siyasetinde ta­raf olmayı gerektirdiğinden, ev hayatını güvenli bir limana dönüştürmek kolay iş değildi. Oğullarını koruması, onu Mustafa ve annesi Mahidevran'la kapışmaya mecbur ediyordu. Mehmed'den altı yaş büyük olan Mustafa yarışa avantajlı başlamıştı. On iki ya­şına geldiğinde, askerler arasında sevilen bir şehzade olmuştu bile. Osmanlı ordusu, özellikle de ünlü Yeniçeri Ocağı zaman zaman siyasete kendi iradesini dayatma tehdidi yaratıyordu. Hürrem hayatına girdiğinde, Süleyman Akdeniz'in doğusuna, Karadeniz ve kıyılarına, Güneydoğu Avrupa'ya ve bugünkü Or­tadoğu'nun büyük bölümüne hakim olan imparatorluğun başına daha yeni geçmişti. Dedesinin babası il. Mehmed, üzerinde "sul­tanü'l-berreyn ve hakanü'l-bahreyn" [iki kıranın sultanı ve iki de­nizin hakanı] yazılı sikkeler bastırmıştı. "Fatih" lakabıyla anılan Mehmed, Bizanslıların bin yıllık Hıristiyan imparatorluğuna son vermiş ve kadim Konstantinopolis şehrini kendisine başkent yap­mıştı. Dedesi il. Bayezid ise bir savaşçı olmaktan çok devlet ada­mıydı, ama babası 1. Selim Doğu'yu da Batı'yı da tehdit etmişti. İki uzun savaşla İran'da yükselen yeni gücü püskürtmüş ve Kahire merkezli saygın Memluk Sultanlığı'nı yıkmıştı. Memluk sultanından Mısır ve Doğu Akdeniz sahillerinin yanı sıra, itibarlı bir unvan olan "hadimü'l-haremeynü'ş-şerifeyn", yani kutsal Mekke ve Me­dine şehirlerinin hizmetkarı unvanını almıştı. Selim 1520'de ani­den öldüğünde Avrupa'yı istila etmeye hazırlanıyordu. Söylendiği­ne göre, Süleyman Osmanlı tahtına çıktığında, onun savaşta acemi olduğunu düşünen papa ve birçok kral rahat bir nefes almıştı. Ama Süleyman çok geçmeden onlara yanıldıklarını gösterecekti. İşe 1521'de Belgrad'ı Macarlardan, 1522'de de Rodos'u St. Jean Şövalyeleri'nden almakla başlayan Süleyman, Avrupa ve As­ya'da imparatorluk sınırlarını daha da genişletti ve on yıl içinde Roma İmparatorluğu tacı üzerinde hak iddia edecek duruma gel­di. Hürrem'le birlikte olduğu 37 yılın 10'unu ondan uzakta, 12 ayrı seferde geçirdi. Mektuplarının gösterdiği gibi, Hürrem onu müthiş özlüyordu, ama Süleyman'ın yokluğunda onu meşgul ede­cek pek çok şey vardı. Çocuklarını büyütüp yetiştirmesi muazzam bir sorumluluktu. Oğulları sancaklarda göreve başlamak üzere yanından ayrıldıklarında, onlar için endişelenerek, ziyaretlerine gitmek için uzun mesafeler kat etti. İstanbul'daki tek can yoldaşı biricik kızı Mihrimah'tı; Mihrimah anne ve babasına düşkünlü­ ğüyle ünlüydü, onlar da kızlarının üzerine titriyorlardı. Annesinin hanedan kadınlarının sorumlulukları konusunda eğittiği Mihri­mah Osmanlı padişah kızlarının en hayırseveri olacaktı. Anne­sinden, yabancı hükümdar aileleriyle yazışmanın, imparatorluğa bazen erkekler arasında yürüyen diplomasinin sağlayamadığı fay­dalar getireceğini de öğrenecekti. Hürrem, haseki sultan olarak saray kadınlarının efendisiydi ve zamanını ziyaretçileri kabul etmekle, dini bayramlar ve diğer özel günler için kutlamalar düzenlemekle geçiriyordu. Düzeni ve disip­lini sağlama sorumluluğu esas olarak, kadın idarecilerden ve ha­dımağalardan oluşan saray personeline ait olmakla birlikte, saray hareminin hanehalkı ile hizmetli ve hizmetkar kadrosuna onun nezaret etmesi gerekiyordu. Yetenekli harem kadınlarının saray hizmetinden çıkıp genellikle Süleyman'ın hükümetinde görevli saygın devlet adamları olan, kendilerine layık eşlerle evlenmele­rini sağlayan da oydu. Saray dışında kendisi için çalışan erkek görevliler kadrosunu da o yönetiyordu. Özellikle, çok geniş bir alana yayılan vakıflarıyla ilgili işler hem onun hem de adamları­nın giderek daha çok zamanını alıyordu. Ve siyasi zekası bilen­dikçe, Süleyman'ın yokluğunda onun başkentteki gözü ve kulağı oldu. İlişki ağları geliştirmek ve kadın ajanlar ile sarayın kadın ziyaretçilerinden edinilebilen bilgiler de dahil olmak üzere istih­barat toplamak kritik önem kazandı. Süleyman'ın annesi Hafsa Sultan'ın 1534'te ölmesinin ardından, Hürrem, Süleyman'ın en sadık haber kaynağı durumuna geldi. Hürrem'in Süleyman'la nikahlanabilmesi, muhterem bir kişilik olan ve oğlu tarafından çok sevilen Hafsa Sultan'ın ölümüyle müm­kün oldu. Bunun nedeni, Hafsa Sultan'ın bu birleşmeye kesinkes karşı olması değildi (ne yazık ki elimizde, oğlunun sıra dışı ilişkisi hakkında ne düşündüğünü söylememize yetecek kadar bilgi yok­tur); saray siyaseti bir cariyenin valide sultanın statüsünün üzeri­ne yükselmesine izin vermezdi. Sonra, Hürrem'in 1536'da yapılan düğünü, Süleyman'ın ikametgahı olan Yeni Saray'ın kapılarını ona tam manasıyla açtı. Yeni Saray'da onu Süleyman'ınkilere bitişik bir dizi zarif oda bekliyordu. Harem-i Hümayun'a uzun yıllar ev sahipliği eden Eski Saray'dan Yeni Saray'a giderken, ona hizmetli ve hizmetkarlardan oluşan bir maiyet eşlik etti. Ama Hürrem Eski Saray'daki odalarını da muhafaza etti, zira Hafsa Sultan'ın ölümü, hanedan ailesinin en yüksek mevkili kadını olarak haremin dirlik ve düzeninden artık onun sorumlu olduğu anlamına geliyordu. Hürrem'in ikametgahının değişmesi, Harem-i Hümayun'un siyasi bir güce dönüşme sürecini başlattı; bu da Hürrem'in en büyük mirasıydı. Bugün Topkapı Sarayı olarak anılan Yeni Sa­ray, il. Mehmed'in İstanbul'daki ilk ikametgahının (buraya artık Eski Saray deniyordu) gerek kendisinin ve maiyetinin gerek baş­lıca kalemlerinin sığamayacağı kadar dar gelmeye başlaması üze­rine inşa ettirdiği, geniş bir alana yayılan binalardan oluşuyor­du. Yeni Saray haremi Hürrem'in himayesinde hızla genişleyecek ve yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı yönetiminde nizami bir kurum haline gelecekti. Hanedan kadınlarının en üst kademesi artık imparatorluğun siyasi merkezinde yaşıyor ve çalışıyordu; Eski Saray ise köşesine çekilen harem kadınlarının evi ve bir eğitim kurumu olarak konumunu muhafaza edecekti. Yeni Sa­ray'dan çalışmaya devam eden kıdemli kadınlar, içlerinde ya­bancı elçilerin de bulunduğu siyasi müttefiklerle ilişki kurmala­rını sağlayan ağlar geliştirdiler. Kadınların siyasete "burunlarını sokmaları"nın yarattığı dönemsel hoşnutsuzluk patlamalarına rağmen, haremin siyaset yapması normalleşmişti ve bu durum imparatorluğun sonuna kadar devam etti. Hürrem 1558'de öldü ve Süleyman 1566 yılında ölene ka­dar sekiz yıl boyunca onsuz bir hayat sürdü. Haseki sultan oğullarından birinin babasının yerine tahta çıkacağını bilmenin iç huzuruyla, ama aynı zamanda, aralarındaki mücadelenin kanlı geçeceği korkusuyla öldü. Birlikte hüküm süren bir çift -bir padi­şah ile fiilen kraliçe konumunda bir haseki sultan- düşüncesinin Osmanlılar için tekrarlanmayacak kadar tartışmalı bir fikir oldu­ğunu görmeye ömrü yetmedi. Onun ardından, yükseliş kıvılcımını çaktığı Yeni Saray hareminin başı valide sultan olacaktı. Hürrem/ Roxelana Avrupa edebiyatındaki ve opera eserlerindeki tasvirle­riyle, hatta dünya çapında tutkulu bir izleyici kitlesi olan modern bir Türk televizyon dizisi aracılığıyla ölümünden yıllar sonra hem ünleneceğini hem de kötü bir şöhret edineceğini de bilemezdi. Ne var ki, Hürrem, imparatorluğun kalbinde siyasetin doğasının değişeceğini isabetle öngörmüş olabilirdi. Aslında, onun kariyeri değişimin zaten başladığının kanıtıydı. Ondan sonra kraliçe" konumuna sahip bir başka haseki sultan daha çıkmadı, ama o ve Süleyman, çocuklarının ve torunlarının nesillerinde devam edecek emsaller oluşturdular. Kanlı taht mücadeleleri pratiğinde onunla birlikte başlayan dönüşümlerden, bir sonraki padişahı belirlemeye yönelik daha çatışmasız bir sistem doğmaya başladı. Hürrem Os­manlı İmparatorluğu'nun, antlaşma müzakerelerinin savaşta kaza­nılan zaferler kadar zorlayıcı ve önemli hale geldiği ve hükümetin dikkatini fütuhat kadar içerideki dirlik ve düzenin de meşgul ettiği modern zamanlara doğru ilerlemesine yardımcı oldu. Onun başlat­tığı reformlardan güç alan Osmanlı devleti bir 350 yıl daha ayakta kalmayı başaracaktı. Bütün bunlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük aşk hikayesi yaşanırken meydana gelen değişimlerdi.
Sayfa 3 - 14 / Rus Cariye / PdfKitabı okudu
·
342 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.