İlk olarak şunları söylemek istiyorum, ben ilk defa o bölgeye gittiğimde aynı duyguları yaşamıştım. Tamam neden buradayım ve neden buradayız diye düşünmedim çünkü vatan toprağı her parçası ayrı anlam yüklü ve ayrı güzellikte. Ertesi sabah uyandığımda o karlı ve sisli havada dağları izlerken şükrettim Allah'a bana bu topraklarda görev yapmayı nasip ettiği için. Çünkü ben Ferit Edgü'nün ifade ettiği gibi bir kazazede değildim kendi isteğimle kendi tercihimle oralara gittim. Gemim fırtınada rotasını kaybetmemişti. Neyse romanımıza dönelim.
Yalnızca bir öğretmenin dağların arasında bir köyde geçirdiği mevsimi anlatmakla kalmıyor, insanlığın en temel meselelerini de yürek burkan bir sadelikle ele alıyor. Kitabı okurken hissettiğim duyguların yoğunluğu, yalnızca anlatılan hikâyeden değil, satır aralarına sızan çaresizlik, umut ve insanın dayanma gücünün derinliğinden kaynaklanıyordu.
Hakkari’nin sert doğasında, öğretmenin köy halkıyla kurmaya çalıştığı bağ, aynı zamanda onun kendi ruhuyla yüzleşmesi. Ancak bu bağ, her an bir kopma noktasında duruyor. Özellikle bebek ölümleri, roman boyunca etkisini hissettiren bu sert gerçekliğin en yıkıcı anlarından biri. Bu bebekler, yalnızca hastalıktan değil, kaderin acımasızlığından ölüyor gibiler. Öğretmenin, bir bebeğin sessizce hastalanıp ardından toprağa verilmesine şahit olduğu o anlarda, kelimeler yetersiz kalıyor. Bir mezar taşının bile olmadığı, adını yalnızca birkaç kişinin hatırlayacağı bu bebeklerin ölümleri, kitabın en sarsıcı bölümleri arasında. İnsan yaşamının ne denli geçici ve kırılgan olduğunu bu anlarda derinden hissettim. Bu bebekler, hayatta kalmak için mücadele edemeyecek kadar sessiz, kaderin insafına bırakılmış gibiydiler.
Bir başka çarpıcı nokta ise Süryani kitapçıyla yapılan sohbet. Öğretmen, Süryani kitapçıyla karşılaştığında yalnızca başka bir insanla değil, farklı bir dünyayla, bir geçmişle karşılaşır. Kitapçı, bir zamanlar bölgedeki Süryani halkının nasıl bir hayat sürdüğünü ve bu hayatın nasıl bir sessizlik içinde yok olduğunu hatırlatır. Bu konuşma, tarihin ağır yükünü adeta bir anda öğretmenin omuzlarına bırakır. Köydeki hayatın bugününü izlerken, bu konuşma geçmişin gölgesini de yanına ekler. Süryani kitapçı, kültürel bir hafızayı taşır; bir yanda geçmişin zenginliği, diğer yanda bu zenginliğin yitip gitmesi… Bu an, yalnızca öğretmeni değil, bir okur olarak beni de insanlığın ortak kayıpları üzerine düşünmeye itti.
Hakkari’de geçen o bir mevsim, aslında öğretmenin içsel bir arayış içinde olduğu bir süreçtir. Doğanın büyüklüğü ve insanların yaşam mücadelesi karşısında, insanın bireysel çabalarının ne kadar küçük ve geçici olduğunu sık sık sorgular. Ama buna rağmen, köy çocuklarıyla kurduğu sessiz bağlar, yitip giden bir hayatın içinde bile anlam bulma çabasını temsil eder. Çocukların ona yönelttiği sessiz bakışlar, Süryani kitapçının kadim bir geçmişten getirdiği kelimeler ve doğanın amansız gücü, bu anlam arayışını zenginleştirir.
Kitapta yer alan bebek ölümleri, insanın doğayla ve kaderle olan savaşında nasıl çaresiz kalabildiğini gözler önüne sererken; Süryani kitapçıyla yapılan konuşmalar ise, tarih boyunca kaybolan hayatların ve kültürlerin sessiz çığlığını duyurur. Her iki tema da okuyucuyu, insan varlığının geçiciliği ve yalnızlığı üzerine düşünmeye davet eder.
Bir okur olarak, Hakkari’de Bir Mevsim beni yalnızca bir hikâye anlatıcısı olarak Ferit Edgü’nün dehasına hayran bırakmadı. Aynı zamanda, insanlığın ortak yalnızlığını, doğanın amansızlığını ve geçmişin sessiz yükünü daha derinden hissetmemi sağladı. Kitap, bir yandan yaşamın anlamını sorgularken, diğer yandan bu anlamın peşinden gitmenin bile bir varoluş nedeni olabileceğini hatırlatıyor. Bu yüzden, Hakkari’de Bir Mevsim yalnızca bir roman değil, bir insanlık deneyimi. Bir kez okunduktan sonra, insanın iç dünyasında derin izler bırakacak türden bir eser.
Teşekkür ederim.. Ferit