Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ölüm
“ÖLÜM Hiçbirimiz sevmeyiz bu kelimeyi, duymak bile istemeyiz. Hiçbir zaman hazır değilizdir. Ne zaman, nasıl, kime veya niye geleceğini bilmeyiz. Bu nedenle korkarız, kabullenemeyiz. Halbuki çok basittir, zamanı gelen, bu yaşamda süresi biten, saatini dolduran gider. Gerisi yoktur.  Bu dünyaya, bu evrene  gönderilen bedenin, zamanı dolmuştur.  Artık O  “YOKTUR. İlk  kez altı yaşımdayken amcamın ölüm haberi ile bu hayatta “ölüm” diye bir şeyin varlığından haberdar oldum. Altı yaşımdayken olanları çok anladığımı veya hissedebildiğimi söyleyemeyeceğim.  Ancak Karataş’a ambulansın  girişi, girişinden  itibaren başlayan konvoydaki siren sesleri, acı acı ötüşü, insanların bu sesten sonra koşarak, sarılarak ağlamaları, yüz ifadelerindeki bakışlarındaki anlamsızlık, sessizlik  çocukken hafızamda kalanlardı.  Sanırım bu nedenle ambulans sesini her duyduğumda irkilirim, canım sıkılır. Sonrasında Karataş’ta kırk gün,  kırk gece süren yas. İnsanlar  konuşuyordu, ama sanki konuşmuyor gibiydi, herkes bir garipti. Sanki her yerde bir sükut vardı. Ses vardı, ama başka bir yere gidiyordu, bir uğultuya dönüşmüştü. Çocukken bunların hiçbirine bir anlam verememiştim, sorduğumda da anlatamıyorlardı, söylüyorlardı söylemesine, ama hep bir şey eksik kalıyordu. Altı yaşında bir çocuk ne kadar anlayabilirdi ki. Oysa yıllar sonra anlayabildiğimde amcamın ölümünün ne kadar acı bir olay olduğunu anlayabilmiştim. “42” yaşında bir insan hayatının doruğunda. Adana Karataş yolunda karşıdan gelen arabanın çarpması ile hayatı sona eriyordu. O yıllarda (1979) kaç tane araba vardı ki bomboş bir yolda  gelip amcamın arabasına çarpıyordu. Amcam ve  sadece o değil, onunla birlikte Adana’ya gitmekte olan üç kişi de bu hayata veda ediyordu. Üstelik ailenin ilk acısı değildi, dedem (babamın babası) ve büyük amcam da hemen hemen aynı  yaşlarda,  ben daha doğmadan, bu hayata başlamadan çok önce, onlar  bu hayata veda etmişti. Neden, nedeni var mıydı,  daha yaşamadan, ya da bizim deyimimizle yaşlanmadan nereye gidiyorlardı.………… Ölümün arkasından  yapılan mezarlık ziyaretleri.   Ne yapıyorlardı orada, beyaz bir mermer taşıyla ne yapıyorlardı, onlarla iletişim kuruyorlar mıydı,  altı yaşında hiç anlamamıştım.  Anneme her mezara beni de götürün dediğimde; “Çocuklar mezara gitmez” cümlesi ile karşılaşıyordum. Bir çocuğa yapılabilecek en kötü şeydi. Ahh! Ne vardı bu mezarlıkta. Trafik kazasında amcamın ölümünden 20 yıl sonra 1999 yılının Kasım ayında canım babamın “ölüm” haberini almıştım. Anlamamıştım, kabullenememiştim. Neden ölsün ? Benim babam mı? YOK,  nasıl …..? Ben  onunla telefonla konuştum, haftaya İstanbul’a geliyordu,  birazdan tekrar arayacaktım onu, yok yok bir yanlışlık vardı, niye ölsün ki, ölmemiştir dedim. Sonra, saatlerce ağladık. Ablam  ile birlikte İstanbul’dan Adana’ya giderken bütün gece durmadan ağladık. İnsan saatlerce niye ağlar, kendimizi sakinleştirmek için mi, kabullenmek için, anlamak için mi? isyan mıydı, haykırış mıydı, yoksa sadece tepkinin dışa vurması mıydı….. Bütün gece o kadar çok ağlamıştık ki, Adana’ya vardığımızda sesimiz çıkmıyordu, gözyaşı kalmamıştı. Ağıt yerini derin bir  sessizliğe,  anlamsızlığa bırakmıştı, boşluk vardı. ZAMAN durmuştu sanki. Çocukluğumdaki aynı manzara gözlerimin önümdeydi, annem oradaydı, ama şaşkındı, aynı değildi, sanki evde başka bir hava, başka bir ses, başka bir şey vardı. Her gittiğim cenaze evinde aynı şaşkınlığı,  anlamsızlığı, boşluğu  hep görüyorum. Sahne hep aynı. Neden  anlatamadıklarını anlamıştım artık, çünkü bilmiyorlardı. Niye o anda gittiğini, neden gittiğini, nereye gittiğini onlar da bilmiyordu ki, bilmedikleri bir şeyi nasıl anlatabilirlerdi? Bu hayatın bilmeceseydi “ÖLÜM”. Çözümü ise ancak ölüm ile bulunabileceğini düşündüğümüz bir bilmece. Bu bilmece kimine göre hakk’a ulaştığında, kimine göre ise hakikate vardığında çözülecek. Babamın ölümü ile birlikte bu kez ölü ile, başka bir deyişle  ceset ile tanıştım. Babamı yatırmışlardı, beyazlar içine her tarafını sıkı sıkı sarmışlar, anlam veremediğim şekilde üstüne bir bıçak koymuşlardı. Babama  ya da cesede o gün o kadar çok baktım ki, babamı görebilir miyim diye, göremedim, baktığım bana hiç tanıdık gelmedi, çok soğuktu, hiçbir ifade yoktu, bu benim babam değil, o değildi, gördüğüm sadece et parçasıydı. Artık o “YOK” tu. Epikuros kulağıma fısıldadı yine; “Ölümün olduğu yerde ben yokum, benim olduğum yerde ölüm yok” Öyle olmuştu, babam çoktan gitmişti, orada yoktu. Ben Adana’ya varana kadar mı gitmişti, yoksa öldüğü anda mı bilmiyorum, ama tek bildiğim babamın orada olmadığıydı. Babam  nasıl mı  ölmüştü? Evde banyo yaparken 57 yaşında “kalp krizi” geçirmişti. Son bir kez ona sarılamadan, Son bir kez onun sesini duyamadan, Son bir kez onu göremeden, sessizce bu hayata veda etmişti. Nedeni var mıydı, hayır o da bu hayatta süresini tamamlamıştı. Gerçekten, bu kadar mı?   bu kadar  “basit” olabilir mi?   Hayata geliyoruz, var gücümüzle “bu hayatta kalmak ” için çalışıyoruz. Çocuk yapıyoruz, eş oluyoruz, aşk yaşıyoruz, kimimiz savaş içinde, kimimiz zevk, kimimiz acı, kimimiz sevgi içinde. Var olmak, bu hayatta bize verilen tek amaç için “VAR” olmak  için bu kadar uğraşırken sonra bilmediğimiz beklemediğimiz bir anda “YOK”  olmak. Herhangi bir hazırlık yapmadan, dünyaya veda etmeden, kimimiz olağan bir süreçte kimimiz olağanüstü bir olayda. Bu hayata gözlerinizi açtığınız anda süre başlıyor, ölüm anına kadar devam ediyor. Arthur Schopenhauer, Yaşamı, ölümden alınan borç olarak nitelendirmiş, uykunun da bu borcun faizi olduğunu söylemiştir. Nitekim, gözlerinizi açtığınız anda bu hayatta “VAR” sınız, yaşamaya başladınız, ölüm anı ile,  artık bu hayatta “YOK” sunuz. “YOK" size verilen süre bitti. Ne bir saniye uzar, ne de kısalır, süre bitti. Osho; ….Gerçek soru, ölümden sonra yaşamın var olup olmadığı değil, ölümden önce senin hayatta olup olmadığındır…” der. Nereye gidiyorlar. Bilmiyoruz. Öncesini biliyor muyuz?  Doğmadan önce nerede olduğumuzu bilmediğimiz gibi, öldükten sonra da nerede  olduğumuzu, nereye gideceğimizi  bilmiyoruz. Ezeli ve ebedi yok, sadece  bu hayatta içinde olduğumuz, hissedebildiğimiz ve yaşayabildiğimiz “zaman” var.  Ya da içinde olduğunu zannettiğimiz zaman var. Kim bilir belki de bizim  göremediğimiz içine dalamadığımız denizler vardır. Binlerce yıldır, yüzyıllardır bu böyle, bu evrende her şey birbirini tekrar ediyor, biri gidiyor biri geliyor. Bir yer de doğum ile yeni hayat başlıyor, diğer yer de ölüm ile süre bitiyor. Öyleyse bu hayatın anlamı sona ulaşmak, öngörülen süreyi tamamlamak mı dır? Evet bu kadar basit. Bize öngörülen süreyi yaşamak. “Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır” (Robin S. Sharma Ferrarisini Satan Bilge) Bize verilen sürenin ne zaman, nasıl biteceğini bilmiyoruz, bilemeyiz ama yapabileceğimiz  tek şey var. Bize verilen,  bize öngörülen  sürede hayatı her zerresiyle YAŞAMAK, mümkün olduğunca. HİSSETMEK, vazgeçmemek, anı kaçırmamak. İşte bu bizim elimizde. Zamanı, yaşadığınız anı kaçırmayın.” -Eda Kayhan
·
34 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.