Gönderi

KİTAP VE YORUMLARIM
Çantan neden ağır postacı: ——————————————— İlk öykü Çantan Neden Ağır Postacı’da, Federal Almanya’ya sığınmış bir kadının her sabah sabırsızlıkla beklediği gecikmiş gazetelerin birinde arkadaşının ölüm haberini alması anlatılmaktadır. Fotoğrafın çağrıştırdıklarıyla geçmişe yolculuk yapan kadın, aynı zamanda siyasi kararlarını, yaş aldıkça yaşadığı değişimi, politik tutarsızlıklarını da anımsamıştır. Bir kuşağın yenilgisi ve çaresizliğinin ülke özlemiyle katlanılması zor bir tutsaklığa dönüşmesi, anlatıcının postacıya haykırmak istediklerinde de gizlidir. “Dur postacı, dur ucundan tutayım. Dur! Çantan ağır. Çantanda yıllar, çantanda ülkeler var çantanda tüm gençliğimiz, tüm umutlarımız, tüm savaşlarımız ve yenilgilerimiz var. Dur! Belki bir gazete daha kalmıştır çantanın bir köşesinde. Bir ölü daha vardır belki şu elime bıraktığından başka. Dur! Orada dostlarım, orada umutlarım, orada ölülerim ve belki de -kim bilir- orada, çantanın bir köşesinde adı ‘Umut’ olan bir çocuğun doğum ilanı var.” Ayrıca; Postacı; “Yaz belki de güzel olur. Yaz tatili için yer ayırttınız mı? Ben bu yıl İtalya'ya gideceğim." On bir aylık hayallerin, on bir ayın tüm tasarrufunun bir ayda öğütüleceği tatil değirmeni. Bizim de artık alışmaya başladığımız tatil yapma zorunluluğu, tatil görevi! Ve Her gün bir Alman disipliniyle gelir postacı, dakika sektirmeden. Postacı her gün 9.35'te bizim kapıda olur ve ben 9.30'da başlayarak, pencerede postacıyı gözlerim. Eskiden demiryolları da çok dakikti Şimdi sürekli rötar yapmakta Çünkü yeterli makinist yok. Bir Duraktır Frankfurt, ——————————- Ayrılık ve gurbet temasının ön planda olduğu bir başka öyküdür. Alışmak, yerleşmek ... Yıllardır inatla karşı koyduğumuz, direndiğimiz, korktuğumuz duygular. Bu yüzden bu çiçek denizinden bir tek saksı almamakta direndim beri yıllar boyunca. - "Saati bir saat geriydi. Neden diye sordum. 'Türkiye'ye dönene kadar böyle kalacak. Türkiye saati bu' dedi. Geçende gördüm. Saati sordum. Düzeltmiş. "- Sürgün bir çiftin yeni bir ülkede, yeni bir kimliğe uyum sağlama çabası psikolojik bir çıkmazın eşiğine sürüklenmelerine neden olmuştur. Mevsimin ilkbahara dönmesiyle ülke özlemi daha da artacaktır. Frankfurt’ta doğanın çiçeklerle bezenmesi İstanbul baharlarını hatırlatmış, İstanbul’a dönme umudunu açığa çıkarmıştır. İstanbul özlemi Uzakta uğultulu bir İstanbul. Burada 21 yaşımız, ilk büyük aşklarımız, ilk mitinglerimiz, ilk sarhoşluklarımız. Burada, Ortaköy'e inen vadide, bu eriklerin ve ulu çınarların altında. Yaşlı teyzemin sesi kulaklarımda. Doksan yaşında, hala "İnat ettim, dönüşünüzü görmeden ölmeyeceğim," diyen ve elini değdirdiği her çiçek, peri kızının sihirli değneğiyle dokunulmuşçasına yeşerip gelişen teyzemin. Zaman Katilleri, ————————— iş aramak zorunda olan göçmen insanların ortak hikâyesidir. İşsizlik yardımına yeniden hak kazanabilmek için, burada iki koca ay boyunca sekiz saatlik işgününü, dünyanın en acayip işinde, 'işsizlik işi'nde çalışarak tamamlamak gerek. İşimiz: İşsizlik; işimiz: O bizi öldürmesin diye zamanı öldürmek. Dilim yok, bütün bunları diyemem. Çok mavi, çok engin, pırıl pırıl, çakıl taşlı, ılık bir deniz düşünüyorum durmadan. Kalkıp sessizce kahvemi alıyorum. Soyut ve anlaşılmaz avangard (yenilikçi, deneysel ve geleneksel tiyatro anlayışının dışında kalan tiyatro çalışmalarını tanımlar) bir tiyatro oyununda, sözlü rolü bile olmayan bir figüranım ben. Öyle sessiz, hüzünlü, yabancı, geçip gidiyorum sahneden. “Gün saatlere bölünmese nasıl biter hapisler, zindanlar, sürgünler ve işsizlik eğitimleri?” İnsanın ömründen çalınan zaman anlatıcının kendi ülkesinde hapishanelerin, Almanya’da ise Çalışma Bürosu’nun ifadesidir. VEDALAR Elveda Alyoşa ———————- KİTABIN İSMİ Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa adlı kitabı, adını Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Alyoşa karakterine bir göndermeden almıştır. Dostoyevski Alyoşa aracılığıyla insanın manevi kurtuluşunu ve sevgiyi yücelten bir mesaj sunar. — Politik tutumu nedeniyle 1980 sonrası Almanya’da sığınmacı olarak tutunmaya çalışan öykü karakterinin ülkesinde ve dünyada yaşanan gelişmelerden endişe duyması, gençlik ideallerinin bir duvarın yıkıntısı altında kalması “Alyoşa’nın söylemleri üzerinden” aktarılmıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi onun üzerinde etki yapıyor Gençliğini yollarda, toplantılarda, yürüyüşlerde bırakan; devrim arifesinde olduklarına inanan bir kuşağın hayal kırıklığı Alyoşa üzerinden anlatılıyor “Yazı yazarak, yazı tartışarak sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı, kendimizi, belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız inançlı, coşkulu, özverili, umutlu yirmi beş yaşımız, otuz yaşımızdı.” Alyoşa’lığı yakıştırdığı eski bir dava arkadaşının gazetede verdiği röportajda “Çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız.” demesi anlatıcıyı çok üzer ve şöyle der; “Ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma Alyoşa Böyle kibar bir doygunlukla oturma, oburca saldır yemeklere. Tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil kitaplardan bile söküp at istersen! Ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu, hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. Siyasal hasımlarına söv, say! Yalan söyle: "Hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! Yüzündeki o yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül gazete sayfalarında. Masal bitmesin Alyoşa, korkuyorum! Masal şatoları yıkılmasın. Cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara yollarını gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın! .. Her şey yıkılıyor… Duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey… Her şey tuzla buz, paramparça!.. Merhaba yeni dünya! Elveda Alyoşa!..” Madrid’de Ölmeyi Özlediğimiz Akşam, Almanya’da Essen kentinin yanı başındaki bir göle denk gelinmesiyle hatıraların canlanmasını ele almaktadır. Fabrikaların ve gettoların ortasında fark edilmeyen bu göl, İstanbul’daki kimi mekânları anımsatır. “Tam bu mevsim, bu saatlerde, tam da bu mavilik, bu sessizlik olurdu Sarıyer’deki morsalkım çardaklı salaş meyhanede (…) Beyaz şarabın buğusu kadehimizde! Pilaki, karides, çiroz salata, sıcak sıcak midye tava, bir de beyaz muşamba örtülü masaya düşen salkım çiçekleri…” Bir toplantı dönüşü karşılarına ansızın çıkan göl manzarasındaki farklı detaylar, kadına İstanbul’daki günlerini hatırlatır. Erguvanların açmış olduğunu fark ettiğinde ise Boğaziçi tepelerini Boğaz vapurundan seyrettiği günlere özlem duyar. Erguvan çiçekleri, politik çalkantıların gölgesinde keskin bir renk olarak belirir: “Çevremizde çiçeğe durmuş erguvan ağaçları, yüreğimizde ağırlık. Dün sıkıyönetim ilan edildi. Yarın ne olacak bilmiyoruz. Uzun ‘arananlar’ listeleri, tutuklamalar, işkence, belki de darağaçları, ölüm…” Erguvanlar, anlatıcı kadını yirmi yıl öncesine götürür. Adamın kadına yönelttiği “…beyhude miydi hepsi?” sorusu, kadının kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaştığı bir soruya dönüşür. “…ne kadar kaçarsak kaçalım er geç bizi yakalayacak soru, suya atılmış bir taş gibi, gölde halka halka yayılıyor.” İspanya’da verilen mücadeleyi anlatan Madrid’de Ölmek filminin yeniden vizyona girmesinden söz açan adama, verdikleri mücadelenin boşuna olmadığını yineleyen kadın Madrid’de ölmenin anlamlı olduğunu belirtir. “Uğrunda ölünecek bir şeylerin olması güzel. Hiçbir şey ama hiçbir şey boşuna değildi…” Gençlik yıllarını, inancını, arkadaşlarını, geleceğini adadığı ideolojinin değersizleşmesini hazmedemeyen kadının mücadelede ölmeyi daha kutsal bulması ve değişen dünyaya kafa tutması öykünün temel meselesidir. Bir Düğün Fotoğrafı’nda Politik sürgünde olan anlatıcının kendisi gibi sürgüde olan arkadaşlarıyla Basel’deki bir göçmen evinde bir araya gelmesi ve ziyaret ettiği bu evde karşısına çıkan düğün fotoğrafına dair hissettikleri ele alınır. Geceyi sürdürmek adına Almanya’da tutunma çabalarına, yeni hayata uyum sağlama sürecine dair konuşulanlar Rusya’da yaşanan değişimin gölgesinde kalmaktadır. Öykülerdeki ortak çıkmaz bu öyküde yer alan masada da varlığını korumaktadır. Geçmiş, mücadele yılları, örgütlenme çalışmaları, yaşanan tartışma ve ayrılıklar konuşulduktan sonra herkes uykuya dalar, anlatıcı kendisine hazırlanan yatağa yöneldiğinde duvardaki düğün fotoğrafını fark eder. Alkolle bastırılmak istenen ve uykuyla unutulacağı sanılan geçmiş, fotoğrafla karşısına çıkar. “Kaçabileceğimizi sanıyorduk. Yer yatağı serdiği odaya girene kadar, kaçabileceğimi sanıyordum. Gözüm duvardaki düğün fotoğrafına takılana kadar, hüznü bile yetebilecek güçte bir uykuya sığınabileceğimi sanıyordum.” Fotoğrafta yer alan gençlerin birçoğunun öldürülmüş olduğunu öğrenen anlatıcı; sofradaki konuşmaların, alınan alkolün mahcubiyeti altında ezilir. Geride kalanlar arasındaki boşluğa ölenleri sığdırır. “Birden ne kadar dost olmaya çalışsak, ne kadar yakınlaşsak, şu geçen yıllar boyunca ne kadar değişmiş olsak, ne kadar anlasak birbirimizi, aramızda hep aşılamayan bir uzaklık, bir boşluk kalacağını, aynı dili konuştuğumuzu sandığımız anda bile aramızda bu ölülerin olacağını kavrıyorum.” Öykü, anlatıcının kendisini kedinin mırıltısına ve dışarıdan gelen seslere bırakmasıyla son bulur. Ölü Bir Sincaba Ağıt, on yıl aradan sonra birbirini gören iki arkadaşın geçmişle hesaplaşması ve bu hesaplaşmanın arkadaşlıklarını sorgulamaya kadar gitmesini anlatmaktadır. Darbenin farklı yerlere savurduğu iki kadının, gençlik yıllarında devrimi gerçekleştireceklerine olan inançları yıllar sonra yerini hayal kırıklığı ve yılgınlığa bırakmıştır. Sincap, teorik okumalar yaptıkları parkın simgesidir. Devrim yasalarını öğrenmeyi ve öğretmeyi her şeyin üstünde tuttukları günleri yad ederken anlatıcı kadının özlemiyle arkadaşının umursamaz tavrı yılların getirdiği değişimin en somut hâli olarak karşımıza çıkar. “Kaybolmuş yıllarımızdı. Budalaca imandı. Beynimizi, yüreğimizi, ahlakımızı başkalarına teslim etmeyi marifet saymaktı…” Anlatıcı, arkadaşının bu katı tutumunu kabul etmek istemez. Devrim, bir kuşağın 1980 darbesine kadar olacağına sonsuz inanç taşıdığı bir hayaldir. Anlatıcı, bu kuşağın devrimi beklemesi ve yaşadığı hayal kırıklığını kendi çocukluğundaki bir yaşanmışlıkla örtüştürür. Arkadaşının vurdumduymazlığını ve geçmişte yapılanları anlamsızlık olarak adlandırması, anlatıcıyı çocukluğuna götürür. Çocukluğunda oyuncakçının vitrininde gördüğü ve pahalı olduğundan ötürü alınamayacağı söylenen oyuncak bebeğe doğum gününde sahip olacağına inanmıştır. Doğum gününde beklentisi karşılık bulmamış, babası bebeği almadığını ifade etmiş; yaşadığı hayal kırıklığının ardından babası elinde oyuncak bebekle çıkagelmiştir. “O anda içimde duyduğum korkunç öfkeyi, çaresiz acıyı, kendimi yerlere atıp tekmelenmişçesine aşağılanmış hissedişimi anımsıyorum.” Öfkesini, bebeği kutusundan çıkarmadan yanan demir sobaya atarak bastıran küçük kızın hissettikleri, devrimi gerçekleştiremeyen kuşağın hissettikleriyle benzerlik içinde aktarılmıştır. Arkadaşının yüzünde gençliğinin heyecanını ve koşturmacasını gören anlatıcı, yılgınlık içindeki kadının arkadaşı olup olmadığını sorgular. “Yakın mısın, uzak mısın, dost musun, düşman mısın, bilmiyorum (…) Omzunda tüylü güzel kuyruğu, ürkek, zeki bakışlarıyla Gorki Parkı’ndaki sincap.” ANIMSAMALAR Teyzem Yaşadı Mı? Bir ekim günü teyzesinin ölüm haberini alan anlatıcının teyzesine dair hatırladıkları aktarılmaktadır. Teyzesiyle arasındaki özel bağın varlığı çocukluğuna dayanır. “Bir tek sen teyzem, bir tek sen bütün anlattıklarımı dikkatle dinler ve susardın.” Önemsenmeyen çocukluğunun yalnızca teyzesi tarafından önemsenmesi, teyzesiyle olan bağını açıklar. Aldatıldığını öğrendiğinde evliliğini noktalayan teyzenin kaderi, kardeşlerini sırasıyla ziyaret etmek ve dikişle uğraşarak tutunmaya çalışmaktan ibaret bir hâl alır. Anlatıcı, teyzesinin her tren ziyaretini heyecanla karşılar. Kabul günlerinde eve gelen kadınlar tarafından dedikodusu yapılan teyzesinin hâline üzülen anlatıcı, dul bir kadın olmanın verdiği zorluğu yıllar sonra anlamlandırsa da çocuk yaşlarında fark eder. “Elinde o ezeli bavuluyla evden çıkışını, sessiz ve müthiş bir kararlılıkla istasyona gidişini, gece treninin kasvetli, boş kompartımanlarından birinde, başını koltuğu dayayıp saatlerce gözünü kırpmadan, kımıldamadan ve belki de hiçbir şey düşünmeden hayatına koyduğu noktanın yorgunluğunu yaşadığını; sabaha karşı indiği küçük istasyonda, faytoncunun bu saatte tek başına yolculuk eden ve karşılayanı bile olmayan, mazbut giyimli bir genç kadını yadırgayan bakışları arasında, dünyadaki tek varlığı hardal rengi bavuluna sarılmış, kardeşinin evinin kapısını çaldığını, evden çıktığından beri ilk kez o an, elini zile bastırdığında korktuğunu, ürperdiğini, ‘Şimdi ne olacak?’ sorusunu kendi kendine sorduğunu, bir an geri dönmeyi bile düşündüğünü, o mu anlatmıştı, ben mi yazmıştım bilmiyorum.” Anlatıcı, hayatı kardeşlerinin evlerinde sığıntı olmaktan öteye gidemeyen bir kadının -teyzesinin- çaresizliğiyle kendi çaresizliği arasında kalır. Teyzesinin savruluşlarla geçen, kök salamadığı bir hayatı ardında bırakması, anlatıcının savruluşuyla ve yalnızlığıyla benzerdir. Bu durum, teyzeyi daha da özel kılar. Anlatıcı bu benzerliği öykünün en başında ifade eder: “Yalnızdım, yorgun ve hüzünlüydüm. Yazdan kalma ılık bir ekim gününde, otlara, ağaçlara, çiçeklere sığınmıştım.” Bir Güneş Bir Kar Sayıklamaları, doğaya dair kimi gözlemlerin aktarılmasıyla başlar. Mandalina ve zeytin bahçelerinin arasında, kıyı kasabasında yaşanan günlerin anlatıcıda bıraktığı iz, özlem olarak açığa çıkar. Anımsadığı yıllarda söz konusu yerler ve insanların hayattan keyif aldığı, mutlu olduğu vurgusu kıyaslamalar üzerinden aktarılır. “Henüz köpeklerin rıhtımdan uzaklaşan teknelerin ardından gözyaşlarıyla ağlayabildikleri, balıkçı teknelerinin, kahvenin önündeki iskeleden artlarında su izlerine karışan köpek gözyaşları bırakarak ayrıldıkları masal öncesi günlerdi.” Zamanın farklı kesitlerinin kimi benzerlikler üstünden ele alındığı öyküde aynı sahil kasabasının hayata dair farklı zamanları çağrıştırması, farklı adamların benzer yaklaşımları bir sayıklamaya eşlik etmektedir. Anlatıcı, reel zamanda karlı bir şubat gününde ülkesine uzak bir şehirdedir ve bilinç akışı yöntemiyle geçmişe dair farklı zaman ve mekânlara gider. “Aylardan şubat, kar yağıyor. 92. Sokak’taki Yahudi otelinin on üçüncü katındaki odanın ne kadar havalandırılırsa havalandırılsın bir türlü dağılmayan ağır kokusu…” Bir kadın, adam ve çocuğun sürgünde oluşunun hikâyesi olan Bir Güneş Bir Kar Sayıklamaları, karlı bir ülkedeki sürgün günlerinin geçmişe dair farklı anlarla iç içe geçmişliğini aktarmaktadır. Oymalı Sandıkta Vurulan Çocuk Öykü, 20 Mayıs 1971 tarihinde Ankara kalesine çıkan yolun betimlenmesiyle başlar. “İki yakalı çarşının bittiği yerde, hani suyu akmayan çeşme vardır ya, tam orada gecekondu mahallelerine doğru üç koldan uzanır. Turistik kilimlerin renklerinin yoksul gelinlerin çeyiz düşlerine karıştığı dükkânlarda, pembe atlas yorganlar, dumanı gelmeyen süslü nargilelerle, tespihlerle, tavlalarla iç içe…” Betimlenen bu sokakta anlatıcının dikkatini çeken bir başka detay, oyma tahta sandıktır. Kürtaj olmak için çıkılan bu yokuşun üstündeki ebe ise on beş yıl sonra ikinci kez ziyaret edilmektedir. “Nargilelerin, kilimlerin, boyalı beşiklerin ve güllü sandıkların arasından, geçmiş on beş yılın ardından sarı badanalı köhne evlerin numaralarını okuya okuya tırmanıyoruz yokuşu.” Eleştirilen dünya düzeni ve acımasızlıklara, çocuk ölümlerine tepki olarak istemediği çocuğu, anlatıcının en büyük çıkmazı olarak sunulur. Kürtajla çocuğun yaşamına kendisinin son verdiği düşüncesi anlatıcıyı çaresiz bırakır. “Biz buraya bir çocuk öldürmeye mi gelmiştik, yoksa bir çocuk kaçırmaya mı işkence odalarından, silahların gölgesinden, gece yarısı korkularından?” İkinci kürtajın üstünden on yıl geçtikten sonra, 20 Ağustos 1980 tarihinde, anlatıcı aynı yokuşta bulunduğu bir sırada on yaşlarında bir çocuğun öldürülmesine şahit olur. On yıl önce almak istediği oymalı sandığın yanında ve kürtaj olduğu muayenehanenin önünde, yerde kanlar içinde yatan çocukla aldırdığı çocuk arasında fark görmez. Tahta sandık, çocuklara biçilmiş bir tabutu anımsatır. 1984 yılında ülkesini geride bırakan anlatıcı, Marburg Kalesi’ne tırmanırken söz konusu geçmişi anımsar. Bulunduğu ülkede çocukların ne küçük yaşta çalışması ne de öldürülmesine rastlamaz. “Gerçek oradaydı. On beş yıl önceki o yokuştaydı. Gelecekten korkulduğu için öldürülen, geleceğe güvensizliğimizin kurbanı olan doğmamış çocuktaydı gerçek.” Eski Ev, anlatıcının geçmişe yolculuk yaptığı bir başka öyküdür. Babaannesinin evini yıllar sonra ziyaret eden anlatıcı, babaannesinin anne ve babasıyla olan ilişkisine dair anımsadıklarından yola çıkar. “Beş on metre sonra, köşeyi döner dönmez çıkacak önüne. Cumbalı, mermer merdivenli eski ahşap ev… Burnunda daha şimdiden pirzola, yanık yağ, gülsuyu, hela, rutubet karışımı o unutulmaz koku.” Babaannenin evine dair verilen detayları, torunu olan anlatıcısıyla konuştukları izler. Oğlunu özenle büyüttüğünü söyleyen babaannesi, gelininden hazzetmez. Oğlunu büyüyle kandırdığına inanmaktadır. Eşini evliliğinin yedinci yılında kaybeden babaanne, dört yaşındaki oğlunu tek başına büyütmüştür. Babaannenin eski evi, farklı kültürlerle çevrili başka evlere komşudur. “Çevrede Laz mimarisinin betebe şaheserleri kat kat yükseliyor. Dört bir yen çarşı olmuş (…) Surpik’le Avadis’in evlerinin yerini tam anımsayamıyor.” (s.98) Surpik ve Avadis, anlatıcının oyun arkadaşlarıdır. “Rumu, Ermenisi, Türkü, Yahudisi, hepsi de Makriköy’ün yerlilerindendir. Dostluklarından başka bir şey görmedim bunca yıldır.” Bütün bunları anımsadığında 6-7 Eylül Olaylarını da hatırlıyor anlatıcı. Evlerin yağmalanıp yakıldığını ve arkadaşı Avadisyan’ın zorla sünnet ettirilmeye götürüldüğünü, Tasula Teyze, Surpik ve annesinin ise babaanne evinde saklandığını anımsıyor. Anlatıcının babası da aynı gece beyin kanamasından ölür. Komşularına yardım etme telaşı duyan adam, sokakta yaralanarak hastaneye kaldırılır. Komadan çıkamaz. Anlatıcı evin hikayesine, daha da geçmişe doğru götürür okuru. Babaanne, kayınpederi Galip Paşa’nın Göztepe’deki köşkünde eşini kaybettikten sonra kalmak istemez. Galip Paşa da Makriköy’deki bu eski evi babaannesi Melek’e verir. Kocası öldükten sonra kendisini oğluna adayan Melek, oğlunun evliliğiyle birlikte boşluğa düşer ve amaçsızlaşır. Bu nedenle gelinini sevmemektedir. Değişen dünyaya ayak uyduramayan babaannesinin söylenmelerini anımsayan anlatıcı, kendisini babaannesine benzetir. Şehrin mimari yapılarındaki değişim ve kalabalıklaşması, insanların birbiriyle uzaklaşması anlatıcının sevmediği değişimlerdir. “Şu kalabalığı sevmiyorum. Sevmemek de laf mı, korkuyorum. Ben de babaannem gibi hiç kimseleri, hiçbir şeyi beğenmez oldum. Yaşlandım artık demek ki. Şu kat kat sefertası gibi apartmanlar neredeyse üstüme yıkılacak. Haziran ayında sokaklar manolya, yasemin, gül değil, egzoz gazı, lağım ve ter kokuyor.” Anlatıcı, yıllar sonra bütün yaşanmışlıkları hatırlatan eski eve girme cesaretini kendisinde bulamaz. Evin sokağına gelene kadar aklından geçenler, konuşulanlar ve yaşananlar; babaannesiyle birlikte kaldığı, piyano çaldığı zamanlar zihninde belirir. Babaannesinin terliklerini giydikten sonra düşüp başını kanattığı günü anımsar. Yazar, anlatıcının girmek istediği eski eve dair bir gizem yaratmıştır. Evi belleğinde canlanan anlarda gezse de gerçekte gezmez. Öyküde evi bulamadığını belirten anlatıcı, okurda eski evin yerini başka binaların aldığı düşüncesini var eder. “Bir yara, geçmişte değil gelecekte acıyor şakağında. Burası değil, artık kesinlikle biliyor. Belki bir sonraki sokak, belki bir başka köşe başı. Bir başka semt, bir başka kent belki. Arayacak… Köşeye dönüp sokağa girmiyor. Koşar adımlarla uzaklaşıyor köşe başından.” Brandenburg Kapısı’nda Ölüm Öyküye ismini veren Brandenburg Kapısı, Doğu Almanya’da sosyalizmin simgesi olan bir yapıdır. Söz konusu cinayet de simgesel bir anlama sahiptir. Sosyalizm düşünün son bulması, bir erkek cesedinin bulunması üzerinden anlatılır. Anlatıcının “Kimliğim yok, yaşım da. Cinayet dedikleri yüz binlerce yıl önce işlendi. Bu hangi duvar, hangi kapı, hangi taş yığını, kaçıncı gece, kaçıncı şafak? Bu kaçıncı ölümüm benim?” cümlesiyle başlayan öykü, dünya tarihinin iktidar mücadelesine sahne olduğu gerçeğinin ifadesidir. Berlin Duvarı’nın inşasında olan maktul, gençliğinin sonsuz inancı ve heyecanıyla duvarı örenler arasında yer almıştır. “Ben duvarı kendi ellerimle, kendi inancımla, sarsılmaz doğrularımın taşlarıyla ördüm. Bu yüzden varlığından huzursuz olmadım, utanmadım. Aksine sevdim onu.” Anlatıcı kadın ve öldürülen adam, Sovyetlerin dağıldığı günlerde tanışmıştır ve Berlin Duvarı’na dair farklı düşünceler içindelerdir. Duvarın yıkılmasıyla sosyalizm umudunun bittiğine inanan adamın inançsızlaşması anlatıcının gözünden aktarılır. Öyküdeki Haraç, Mezat, Paramparça başlıklı bölümde ise sosyalizmin silindiği bir Almanya resmedilir. Her milletten insanın büyük bir karmaşa içinde bitpazarında kendi parasını kazanmaya çalışması, bir çeşitlilik gibi sunulmuştur. “Yaz kış, yağmur soğuk demeden, her cumartesi Afganların Fransızlara, Almanların Çingenelere, Polonyalıların Türklere karıştığı bir renk, dil, ırk ve halklar cümbüşüdür.” Bu kısımda bitpazarında Sovyetlere dair anlamını yitiren her ne varsa hepsinin birer meta olarak pazarlanması anlatılmıştır. Anlatıcının öldürülen kimliksiz adamdan sahip olduğu bebeği ise Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra dünyaya gelen ilk bebek olarak aktarılır.
·
415 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.