Yerli nüfusun, “yabancılar”ın kendi ülkeleri ya da bölgelerine kitle halinde akın etmesine gösterdikleri keskin yabancı düşmanlığına bağlı ya da ırkçı tepki, ne yazık ki ABD’de 1890’lardan beri, Batı Avrupa’da ise 1950’lerden beri yakından bilinen bir olgudur. Oysa yabancı düşmanlığı ile ırkçılık çare değil, belirtidir. Modern toplumlardaki etnik topluluklarla gruplar, karışık olmayan bir millete geri dönme rüyasını gören retoriğe rağmen, bir arada yaşamaya mahkûmdurlar. Toplu cinayetler ve kitlesel sürgünler (“yurduna geri gönderme”) gerçekten Avrupa’nın etnik haritasını ciddi ölçüde basitleştirmiştir ve diğer bölgelerde de denenebilir. Gene de halkların hareketi o zamandan beri barbarlığın silmeye çalıştığı etnik karmaşıklığı yeniden ortaya çıkarmıştır.
Temel yönleriyle Üçüncü Dünya’nın çok etnik ve çok komünal yapılı devletlerinde, yani küçük Karayip adalarından daha büyük olan çoğu eski sömürge devlette, hatta birtakım mini devletlerde etnik grupların durumu bundan ibarettir. Söz konusu devletler içindeki etnik ya da komünal gruplar bu nitelikleriyle (esas olarak, yeni devletlerde, de facto etnik çıkarların sözcülüğünü üstlenen politik partilerle baskı grupları aracılığıyla) genellikle güçlü biçimde örgütlenmişlerdir. Asıl hedef, geleneksel olarak bazı azınlık topluluklarla beyazların uyguladığı modern girişimcilik hünerlerinde ustalaşmamış olanlar için zenginliğe ve sermaye birikimine giden başlıca yol olan, devletteki ve kamu kuruluşlarındaki mevkilere yükselmektir. Bu mevkilere ulaşma eğitim yoluyla (subayların gerçekleştirmediği ender askeri darbeler dışında) sağlandıkça, Frederik Barth’ın bilinen keskin kavrama gücüyle gözlemlediği gibi, “birbiriyle çatışan etnik gruplar... eğitim düzeyi bakımından farklılaşmışlardır ve eğitim olanaklarını denetlemeye ya da kendi tekellerine almaya çaba harcarlar.”