Günümüz zamanı modern dünya olarak kabul ediliyor. Ya da günümüzün modern dünya olduğunu varsayarsak, köleliğin ve feodalitenin eski zamanlarda kaldığını mı düşünüyoruz? Bugünün İngilteresinde hala iki meclis bulunuyor; lordlar kamarası ve avam kamarası... Hollanda gibi ileri demokrasinin olduğu iddia edilen ülkelerde dahi halen krallık denilen bir kurum bulunuyor. Pek çok Uzakdoğu ve Avrupa ülkesi halen kraliyetle yönetiliyor. İleri demokrasilerde bile halen varlığını sessiz bir şekilde sürdüren, krallık denilen kurum nereden geliyor hiç düşündünüz mü? Bugün Kanada topraklarının halen ingiltere kraliçesinin şahsi mülkü olmasındaki mantık nedir? Bu topraklar kimindir? Nasıl kazanmıştır? Mülkiyet ve toprak nedir?
Ortaçağ'da zirvesini yapmışsa da dünya üzerinde uzun yıllar boyunca feodalite yani toprak beyliği kavramı vardı. Gücü elinde bulunduran güçlü kişiler bir şekilde paranın en büyük kaynağı olan toprağı ellerinde tutuyordu. Toprak insanı besleyen birincil unsur olduğu için feodal beyi aynı zamanda kimin aç kalacağına, kimin doyacağına da karar veriyordu. Ölümün soğuk nefesi Feodal beyi'nin çevresinde esen bir rüzgardan ibaretti...,
Sonraki dönemlerde feodalite insanlarda bir tepki unsuru meydana getirdi, dahası değişen dünyada artık toprak ağalarına yer yoktu. Dünyanın değişimine feodallerde ayak uydurdular ve yılanın deri değiştirmesi gibi bir kabuk değiştirerek burjuva sınıfına evrildirler. Bugünün soylu? köklü? ailelerinin tarihte izlerini sürdüğünüzde hep bu ağaların, beylerin soylarından gelmeleri de bu sebeple boşuna değildir. Kapital düzen içerisindeki yeni rollere adaptasyonunu tamamlayan burjuvalar yeni kan emici misyonlarını yeni kimlikleri ile devam ettirmişlerdir.
İşte mevzubahis eserde Proudhon, konuyu tam bu noktadan kavrayarak mülkiyet kavramını ele almaktadır. anarşist/hümanist bir felsefi anlayışla Proudhon'un gözünden toprak, toprak paylaşımı ve mülkiyet kavramı irdelenmiştir. Proudhon'un mülkiyet kavramı açıkça söylemek gerekirse biraz ütopiktir. Bu ütopiklik, önermelerinin mantık dışı olmasıyla birlikte, uygulanamaz ve insan fıtratını aşan boyutu ile alakalıdır.
Dünyadaki adeletsizliğin temelinin bazı açgözlü kişilerin kendi payına düşene razı olmayarak öteki'nin hatta toplumun genelinin hakkına saldırmasıyla alakalı olduğu pek çok kez söylenegelmiştir. İnsanda önü alınamaz ihtiras arzusu insanın kendine yetecek olanla yetinmemesine sebep olmuş, hep daha fazlasını istemeyi bazıları amaç haline getirmiştir. Bunun sonucu ise; kaynakları kısıtlı olan Dünya metası herkese yetmez olmuştur. Bir ağaçta on elma olduğunu düşünelim, bu ağacın altında on kişi var ise normal şartlarda on elmayı on kişi her birinin hakkına bir elma düşecek şekilde paylaşırlarsa herkesin karnı doyacaktır. Ama bu on kişiden bir tanesi dokuz elmayı kendi için alıp, kalan bir elmayı diğerlerine sunarsa hem herkes doymayacak, hem de dokuz kişi tek elma için birbirleriyle savaşım içine gireceklerdir.
Kaba örnekle anlaşılacağı gibi malın insanlar arasında eşit paylaşımı ve ihtiyaca göre tanzim edilmesi adil bir paylaşım olacakken, birilerinin açgözlülükleri toplumun acziyete ve fakirliğe düşmesine sebep olmuştur.
Mülkün adil paylaşımı konusunda pek çok düşünür fikir beyan etmiş, problemi ele alan kitaplar derlemişlerdir. Her bir felsefenin kendi mantalitesine göre değişik bir çözümü vardır.
Proudhon ise, mülk dağılımında konuyu ele alırken bir miktar ileri gitmiş, mülkiyeti toptan reddetmiştir! Bazı konularda ise tatmin edicilikten uzak mantık dışı çözümler üretmiştir. Bu mantık dışı söylemlerden bir tanesi, Proudhon'un her türlü mülkü hırsızlık olarak görmesidir. Bu mantıksızlığı öyle bir noktaya taşımıştır ki, kişinin kendi emeği ile kazandığı metaların dahi sahibi olmadığını beyan etmiştir. Yani düşünürsek; bir kişi aslı bataklık olan bir araziyi yıllarca el emeği göz nuru işliyor ve emeği neticesinde atıl olan bu toprağı işe yarar hale getiriyor... Ama Proudhon'a göre bu kişi bu emeğinin karşılığında bu topraktam pay sahibi olamıyor.! Oysa Marx'a göre emekçinin/işçinin yegane mülkü emeğidir. Hatta zanaat ve sanat sahibi insanların yegane varlıkları kendi emekleridir. Proudhon burada çizgiyi çok ileri bir noktaya götürerek emek kavramını dahi yok sayarak kimsenin emeği dahi olsa mülk edinemeyeceğini iddia etmektedir. Proudhon'un ifade ettiği böyle bir düzenin gerçekleştiğini düşünürsek: Birileri emek vererek çalışarak kendisine ve çevresine faydalı şeyler yapmaya çalışacak, bunun yanında bazı asalaklar hiç emek harcamadan gelip başkalarının metalarını alıp götürebilecektir. Bu da en başından karşı çıkılan derebeyi düzeninin farklı bir zorba çeşidi olmaktadır. Güçlünün mutlak manada zayıfı ezmesine sebebiyet verecektir. Hırsızlığın suç sayılmadığı bir toplumda düzenin varolabileceğini iddia eden bir insan muhtemelen mağarada yaşamış olmalıdır. Hayatında birkaç insan tanıyan birisi dahi hırsızlığın insanın en eski kötülüklerinden birisi olduğunu bilir. Proudhon'un kitabının girişinde bir alıntıya yer verdiği 12 levha kanununa göre dahi hırsızlığın cezası ölümdür.
Kitap, anarşizmin temel eserlerinden birisidir. Mülk kavramına sınırdışı bir açıdan bakmaktadır. Proudhon, daha sonraları çok değişecek ve teorileri gelişecek bir felsefeyi ham şekilde ele almaya çalışmış, bu sebeple bazı noktalarda takılı kalmıştır. Konuyla ilgili okurlara keyifli okumalar dilerim.