Bilge Karasu,
Sokaklarda, caddelerde ya da meydanlarda; cezalandırılmak için türlü işkenceler vasıtasıyla onarılmayacak ölçüde hırpalanmış bir bebek kımıltısızlığı içinde inleyen insanlar…
Yahut,
Binaların yüksek pencerelerinden sokağa fırlatılan kendisinden hoşlanılmayan insanlar...
Oradan gelip geçenlerin yalnızca tüylerini ürpertmekle kalıyorsa, bu kitap yazılmalı ve bitirilmelidir diyerekten kitabın yazılış amacını açığa vuruyor.
Bilge Karasu’nun ilk defa 1994 yılında yayınlanan bu kitabı, yayınlandığı yıldan günümüze ışık tutuyor. Gece’yle: Karanlığın, karanlığı kurgulayanların, faili meçhul ölümlerin, dayakların, dayatmaların sözüm ona insanlığın yaşaması kaçınılmaz olan ortak paydasıymışçasına bu korkunç gerçeği, biz okurların yüzüne bir kez daha vuruyor.
Bilge Karasu, çok aşina olmadığımız bir anlatımla karşımıza çıkıyor Gece’sinde. Anlatı, bir bütünlükten uzak, paradokslarla dolu bir labirent görünümünde. Lakin yine aynı anlatı; münferit olarak ele alındığında bir elmas gibi parıldıyor okur nezdinde ve ne bakmaya ne de okumaya doyuluyor.
Yazımıyla, günümüzü aydınlatıyor demiştik zannediyorum ki burayı ufaktan açmakta fayda var. Bilge Karasu, bilinçli bir vaziyetle karanlık ellerin, bizler için karanlık ve sahte bir yaşam kurguladığına parantez açıyor anlatısının münferit bir bölümünde. Çevremizdeki aynalara kızgınlığını dile getiriyor; “Hangi ayna kendimizi gösterecektir bize” sözleriyle. Aynaların (varın siz ona gazete, televizyon, radyo falan deyin) sahte avuntularla; yalanın bir düzen haline getirilmesiyle bizleri, o beklenen büyük Gece’de elsiz, kolsuz, kafasız, dirayetsiz ve parçalanmış bir halde bırakmayı amaçladığını sadece ufacık bir Gündüzcü tarafından fark edildiğini hatırlatıyor. Bu Gündüzcülerin (varın siz ona terörist, komünist falan deyin) akıbetini mi merak ettiniz? Hiç acele etmeyin…
Karanlık ilkin kasabanın çukurlarına ağır ağır yayılıyor, sonra ovalara daha sonra da tepelere ve karanlığıyla her şeyi boğuyor. İlk cinayetler çukurlarda yani ücra sokaklarda gerçekleşiyor. Akabinde meydanlarda ölümlere rast geliniyor. En nihayetinde insanların yüzlerinde, ortak sesin, tepkinin, direnişin esamesi okunmadığı fark edildiğinde ise bu cinayetler alenen yapılmaya başlanıyor. Ne kadar da tanıdık değil mi? Günümüzde hiç yabancısı olmadığımız olaylar! Suçlu olmadığını bildiğimiz insanların götürülmelerine en ufak bir ses çıkarmadık ve çıkarmıyoruz. Neden ses çıkarmadık peki?
Nedeni açık?
Geceyi yani karanlığı, kurgulayanların militanları olarak nitelendirilen gece işçileri; İnsanların içinde uyuklayan korkuları uyandılar ve o korkuyu her karanlık gecede bizlerin zihninde uyanık tuttular. Sonrasında korku, bizim tek gerçeğimiz oldu. Bir kere ölmek yerine her karanlık gecede ölmeyi yeğler olduk. Ne derler bu korkuya? Durun buldum; Patolojik korku yani dile getirilemeyen korku, bir gün bizi öldürecek olan korku!