Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Değerli 1K Okurları! Yaklaşık 1 ay önce bir etkinlik düzenlemiştik; İslam Düşüncesi Üzerine Kitap İncelemelerİ. Bu bağlamda İnceleme yapan arkadaşların iletilerini ayrı zaman dilimlerinde paylaştım. Şu an hepsini bir araya getirdim ve sizlerle paylaşmak istiyorum tekrardan:))) Öncelikle; İnceleme zahmetinde bulunup da değerli vakitlerini
··
4.780 görüntüleme
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Hayırlı Akşamlarınız Ola! Etkinlik kapsamında Şimal incelemesini gönderdi:)) Kendisine çoook teşekkür ediyorum ve incelemesini paylaşıyorum; KİTABIN ADI: AŞK RİSALESİ YAZARI : İBN ARABİ (LİTERA YAYINCILIK) İNCELEYEN : ŞİMAL Aşk.. evet.. konu Aşk.. Aah min-el Aşk demişler.. yani aşkın elinden ne çektik manasına ahh etmişler kimileri.. Kimileri de '' Aşk imiş her ne var alemde gerisi bir kıl ü kal imiş'' diyerek aşkın harici ne varsa ilim adına fuzuli bulmuş kıl kadar demiş.. Yüzyıllardır en tatlı ama en de acı bahisler hep aşk üzerine olmuş.. hala da olmakta.. herkesin yolu aşktan sevdadan geçmekte iken her insan her hayvan hatta her zerrenin de aşktan yana payı bulunmakta iken bu evrende sorsak herkesin hissettiği şey farklı farklı, tanımladığı farklı farklı, aşk diye davrandığı söylediği şeyler farklı farklı.. peki nedir gerçekten aşk?? Hissedilen şeylerin aşk mı değil mi olduğu nasıl anlaşılır?? sonucu tezahürü gelişimi nedir?? Kin nefret, özlem hasret, iyilik ihsan vs vs bunlar aşka dahil midir? neresindendir bu aşkın?? Aşığın hali nicedir?? İşte hepsi var bu kitapta.. Hak aşkı, İnsanın sevmesi, Allah'ın sevmesi nicedir.. var hepsi.. Akıl ve kalp bunun neresinde?? işte bu ayırdımlar da var.. Çok ilgimi çeken bir konudur ve çok okumuşumdur farklı yazarlardan ama çok rahat söyleyebilirim ki bu kitap hepsinin sanki ana kitabı.. bu kadar kapsamlı ancak bu kitapta buldum bazı şeyleri.. Bazı şeylere çok şaşırdım ilk kez okudum çünkü.. bazı yerlerde hah şimdi oturdu taşlar yerine dedim kafamda .. bazı yerlerde ise Somuncu Baba'nın Fatiha tefsirini Bursa Ulu caminin minberinden 7 mertebede anlattığı ve dinleyenlerin il üç mertebeden sonrasını anlamadan dinlediği gibi okudum ve dedim ki şu an anlamadım ama mutlaka her zerreme işledi bu bilgi ve gün gelecek açılacak şerh şerh .. İlginç olan da şu idi Muhabbet Makamının Bilinmesi diye başlayan kitap Sahih Rüyaların Bilinmesi diye yine rüya ile bitti.. Aşk ve Rüya.. yine çıktı karşıma :) Hz. Yusuf ve Züleyha..Rüya ve Aşk ın yaşandığı, ve Kur'an da anlatıldığı Yusuf suresi.. Kıssaların en güzeli denilen bahis.. asla tesadüf değil birlikte bahsedilmeleri ..peki tam anladım mı?? Anlayacağım inşallah efenim :)) Rüya bahsinde çok çok çok ilginç bahisler vardı benim de bizzat şahit olduğum şekilde .. Rüya hayal hakikat ve doğa kanunlarına etkileri çok güzel anlatılmıştı.. Mübeşşirat kelimesinin deri anlamındaki beşer kelimesinden türetilerek müjde diye isimlendiği, bunun nedeni, onların insanın derisindeki yani beşeri suretin tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaştığı doğa kanunu olduğu idi.. tahayyül ve hayatın giriftliği ve surete etkilerinin anlatımı çok ilginçti gerçekten.. ALINTILAR 1- Sevgilide sevdiğinden başka birini düşünmesini sağlayacak bir akıl veya düşünce kalırsa, böyle bir sevgi saf değildir, sadece iç konuşmasıdır. Şair şöyle der: '' Akılla düşünülen sevgide hayır yoktur'' (SAYFA 47) 2- Sevgilinin müşahedesi ise, beden için besin gibidir. Besin ile beden gelişir ve büyür. Öyleyse insanın müşahedesi arttıkça sevgisi de artar. Bu özlem ve şevk nedeniyle, kavuşmayla dinginleşir ve özlem kavuşmayla heyecana gelir. Bu, aşıkların sevgiliye kavuşma esnasında içlerinde buldukları duygudur. Onu müşahedeye doymaz, her baktığında coşkusu ve- yanında olsa da- özlemi artar. (SAYFA 47) 3- Seven herkes özlem duyan iken özlem duyan herkes de sevendir. Özlem duymayan insan seven olmadığı gibi sevmeyen de özlem duymaz.. ( SAYFA 189) 4- Muhabbetin özellikleri pek çoktur. Örnek olarak, dehşet, susmak, gayret, dilsizlik, hastalık, sıkılma, ezilme, ağlama, rahatsızlık, vecd, seha gibi özellikleri verebiliriz.(SAYFA 99) 5- Aşırı sevgi.. o akılları giderir, taşkınlık, sürekli düşünce, gam, sıkılma, endişe, özlem, iştiyak, halin değişmesi, rengin solması, ahmaklık, bunaklık, sevilen hakkında kötü zan gibi durumlara yol açar. ( SAYFA 88) 6- Sevginin bir türü de doğal sevgidir. Onda insan canlılarla ve hayvanlarla ortaktır. Başka bir türü ruhani sevgidir. Onda insan, hayvanların sevgisinden ayrışır ve farklılaşır. Bu durum ortaya konulunca bilinmelidir ki sevgi; İlahi, Ruhani, ve Doğal sevgi olmak üzere üçe ayrılır. Sevginin başka bir türü yoktur.( SAYFA 52) 7- Kişiyi sorma, dostunu sor Her dost arkadaşına uyar Bir kavim içindeyken, en hayırlısıyla arkadaş ol Bayağıyla arkadaşlık etme, seni de bayağılaştırır Dostum, üzüntülerimi bölüşendir Düşmanıma düşmanlık eder.(SAYFA 181) 8- Aşığın zihni hatıralar ve özlemle doluysa, gamlar kalbini kaplar. Bilmiyor musun ki, şevk hastalık meydana getirir. Hatırlamanın yenilenmesi ise, hüznü meydana getirir.(SAYFA 128) 9- Nefsler ihsan, hibe ve ikramları sevme özelliğinde yaratılmıştır.(SAYFA 172) 10- Sevgi makamının dört lakabı vardır: Birincisi muhabbettir. Muhabbet, sevginin kalbe yerleşmesi, arızi kirlerden arınmasıdır. Muhabbet sahibinin sevdiği karşısında ne bir amacı ne de iradesi vardır. İkinci adı vüd'dür. Bu kökten Allah'a ait ilahi bir isim vardır ki o da el-Vedud'dur. Vüd, Allah'ın niteliklerinden biridir ve O'nda sabittir. Sabit olduğu için de 'vüd' diye isimlendirilmiştir. Çünkü vüd, yeryüzünde sabit olmak demektir. Üçüncü lakabı Aşk tır. Aşk, muhabbetin aşırısıdır. Kur'an'da sevginin şiddetini anlatmak üzere kinaye yoluyla kullanılmıştır. Ayette, 'İman edenler ise en çok Allah'ı sever'(Bakara/165) buyurur. Aynı şey, 'Sevgisi onu kapladı'(yusuf/30) ayetinde de dile getirilir. Yani kadının Yusuf' a dönük sevgisi kalbinde örtü haline geldi. Bu , kalbin üzerini kaplayan ince deri demektir. Öyleyse o, kalbi kuşatan örtü gibidir. Hak, bir rivayette kendisini aşırı sevgiyle nitelemiştir. Bununla birlikte aşk sözü Allah için kullanılmaz. Aşık ve aşk, sevginin bütün parçalarını kuşatacak şekilde sevene yönelmesidir. Dördüncü lakabı ise heva'dır. Heva, iradenin sevilene yoğunlaşması ve kalpte ilk gerçekleştiğinde ona bağlanmasıdır. Allah'ın bu kelimeden gelen bir ismi yoktur. Onun gerçekleşmesinin ise bakmak veya haber veya ihsan gibi bir nedeni olmalıdır.(SAYFA 38) 11- Allah'a düşman olanlar, ihsan ve iyiliğin Allah'tan geldiğini ve düşmanlıklarına karşı Allah'ın onlara iyilik yaptığını bilmez. Onların kalplerinde bu konuda bir bilinç yaratılmamıştır. Öyleyse dostluk makamını talep eden insan, kafiriyle-müminiyle,itaatkarıyla-günahkarıyla Allah'ın bütün yaratıklarına iyilik yapmalıdır. Bunun yanısıra, Hak insanlara nasıl davranmışsa öyle davranmalıdır, gücü yetse bile (haksızlık yapmamalıdır).(SAYFA 182) 12- Doğal sevgi ise bütün amaçlarına ulaşmayı hedeflediği sevgidir. Bu amacın sevileni mutlu etmesi veya etmemesi birdir. Günümüzdeki insanların sevgisinin çoğunluğu böyledir.(SAYFA 53) 13- Kalpte Hevanın gerçekleşmesinin nedeni üç şey veya bunlardan biri veya hepsidir: Bakmak, duymak ve iyilik. En etkini bakmaktır. Bakmak onu izhar eder ve kavuşmayla değişmez. Duymak ise öyle değildir, duymak kavuşmayla değişir. Çünkü hayalin duyarak tasavvur ettiği suretin zikredilenin suretine uygun düşmesi uzak bir ihtimaldir. İyilik nedeniyle sevmek ise maluldür ve ihsanın devamı karşılığındaki gaflet onu yok eder. Çünkü ihsan eden, görülenden başkadır.(SAYFA 83) 14- Attar Simurg'a ermek iştiyakıyla mustarip olan kuşların önce 'talep' vadisini geçmelerini istemişti. Yani bunu çok istemiş olmaları lazımdı. Talep ve iştiyak, aşkın müteradifi olan kelimelerdir.(SAYFA 24) 15- Sevenin bir başka özelliği, dünyadan çıkarak sevgiliye kavuşmayı arzulamasıdır. ..Nefs dinlenmek ister. Üzüntü yorgunluk iken, onun gizlenmesi daha da yorucudur.(SAYFA 138) 16- Sevenin bir özelliği de, yarasının (kendisini) tıpkı bir hayvan gibi, zorba yapmasıdır. Şöyle anlatılır : Hırsızın biri sevdiği başka bir kadın hırsızı Süleyman'ın kubbesinde ziyarete gitmiş. O esnada kubbede bulunan Süleyman hırsızın kadına şöyle dediğini duymuş : '' Sana sevgim öyle bir dereceye ulaştı ki, bana bu kubbeyi Süleyman'ın başına yık desen yaparım.'' Süleyman adamı çağırmış ve '' Duyduklarım da nedir böyle? '' deyince, adam şöyle demiş: '' Hakkımda peşin hüküm verme! Sevenin bir dili vardır ki, onunla ancak deli konuşur. Ben bu kadını seviyorum ve duyduklarını ona söyledim. Aşıklar bilgi ve akıl diliyle değil, sevgi diliyle konuşur.'' Bunun üzerine Süleyman gülmüş, adama acımış ve cezalandırmamış. İşte sevgi, adamı zalimleştiren ve zorbalaştıran bir yaradır ve onu perişan etmiştir. Bundan dolayı Süleyman adamı cezalandırmamıştır. Allah'ı seven kişi de böyledir. Sevginin ve dostluktaki dürüstlüğünün yol açtığı naz ve benzeri şeylerden dolayı seven cezalandırılmaz. Çünkü bu hal, sevginin hükmüdür ve sevgi aklı giderir. Allah akıllıları cezalandırır, sevenleri değil! Çünkü onlar, sevginin esareti ve otoritesinin hükmü altındadır.(SAYFA 165) 17- Sevgideki meşrepler, sevilenin değişmesiyle değişir. Sevgi, vecd, özlem ve keder tek bir hakikattir.(SAYFA 177) 18- Şevk vuslat ile kaybolur İştiyak ise vuslatla sürer Şevk, kavuşmayla birlikte dinginleşir, çünkü o, kalbin uzaktakine duyduğu özlemdir. Uzaktaki gelince dinginleşir. İştiyak ise, sevenin sevgilisiyle bir araya geldiğinde duyduğu sevinç hissidir.(SAYFA 188) 19- Hal sahibi ' kendisinden kalem kalkmış ' deliyle aynı hükme sahiptir. Delinin lehinde veya aleyhinde bir şey yazılmaz. Bu kişinin ise, aleyhinde yazılmazken lehinde yazılır. Bilgiyle hal arasındaki fark budur! Bilgi ne kadar şereflidir! Sevenin bilgili olması, hal sahibi olmasından yetkindir. Dünya hayatında hal eksiklik iken ahirette tamlıktır. Burada bilgi tamlık iken, ahirette tamlık ve mükemmelliktir.(SAYFA 162) 20- Hevadan ibaret olan sevginin insandaki otoritesi güçlüdür, akıl onun karşısında duramaz. .........Allah onu heva duygusunu yok etmekle yükümlü tutmadı, çünkü heva kaybolmaz.(SAYFA 83)
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Evet hocam almamış malesef:((en iyisi google driver a yükleyim bu şekilde paylaşım yapıyım inşallah:)
Mutâlî’ okurunun profil resmi
SORULUNCA SÖYLENEN ( İSMET ÖZEL ) İNCELEYEN: Mustafa AK İsmet Özel’in bu eseri diğer kitaplarından farklı olarak kendisiyle farklı tarihlerde yapılan mülakatların derlenmesi ile oluşturulmuştur. Sohbet tarzında olduğu için İsmet Özel’in diğer eserlerine nazaran daha akıcı ve anlaşılır bir eserdir. Eser TİYO yayıncılık tarafından basılmış olup toplamda 416 sayfadan oluşmuştur. Eserin içeriğine dair: İsmet Özel ile farklı tarihlerde yapılan mülakatlar derlenerek hazırlanan bir eser olduğu için Özel’in hayat serencamına da ışık tutar. Fikri dönüşümleri ile Cumhuriyet dönemi münev- verinin öncüsüdür İsmet Özel. Özellikle kendi dönüşümünün sebeplerini ve sonuçlarını da mülakatlar sırasında irdeler. Çünkü soru soran kişiler Marksizm’den İslam’a daha Türkçülüğe evrilen şairimizin bu noktalarda yapacağı tanımlamaları merak etmektedirler. İsmet Özel aslında değişmediğini yukarıda adı anılan birbirinden farklı ideolojilerin ortak yönlerini benimsediğini belirtir. Murat Bardakçı’nın rakip olarak karşısına çıktığı TV programlarının birinde Cumhuriyet döneminin en kuvvetli şairlerinden biri olarak gördüğü ” şairsin ama felsefe senin neyine” bakış açısı ile hayalci ol- arak nitelendirdiği Özel bu eserde farklı alanlarda düşüncelerini de belirtir. Mülakat yapan kişiler,der- giler vb açısından da geniştir. Soldan sağa her düşünceden insan aslında İsmet Özel’i merak etmektedir. Girişim, Kadın ve Aile, İslam vb dergiler ile yapılan mülakatları içeren bir eser. Bu eserde İsmet Özel din, yaşam, sosyoloji, strateji, tarih, şiir alanında merak edebilecek pek çok noktada sorulara samimi cevaplar vermektedir. Kendine eserlerine, fikirlerine dair eleştirileri de cevaplar. Analizler yapar. Aslında eser İsmet Özel’i anlama kılavuzudur. Şiir Okuma kılavuzu gibi. Kitabın en önemli belki de bizi ilgilendiren en önemli kısmı kapak kısmındaki sorulardır. Bu sorular her Müslüman mütefekkirin kendi içinde cevaplandırması gereken mühim sorular. “Soruyorsunuz: İslam düşüncesi bir kalkınma ideolojisi olabilir mi? Soruyorsunuz: İslam düşüncesi Anti emperyalist bir mücadele programında temel unsur haline gelebilir mi? Soruyorsunuz: İslam düşüncesi komünizme karşı silah olarak kullanılabilir mi? Bunların her biri yirminci yüzyılda yapıl mıştır ve yapılmaktadır. Ama bütün bu olup bitenin, devam etmekte olanların kelime-i tevhid ile müspet manada ilgisi olduğunu sanmıyorum. İslamı bir araç olarak görmek, İslam’dan daha üstün hedeflerin bulunduğunu kabul etmek anlamına gelir.Eğer İslamdan yani Allah’a teslimiyetten daha üstün değerler varsa Müslüman olmaya ne gerek var? -ALINTILAR- 1-) Bu bakımdan bir şair aslında aptalları gözden çıkaramaz. Aptallar çok fazla oldukları için onlara da prim vermek zorundadır.( sayfa 11) 2-İslam düşünce tarihinde ferden insan ismi yoktur. Yani şunun oğlu, şunun babası şeklindedir. Hiçbir zaman edep onların kendi adlarını vermelerine imkan tanımaz( s. 13) 3-Şiir insan uğraşıdır. Ve insana kendini tanıma yolunda yardımcı olur.( s. 18) 4-Cüneyd-i Bağdadi “ Aramakla bulunmaz , ama bulanlar ancak arayanalardır” demiş. Beni sosyalist olmaya iten nedenler Müslüman olmaya da itti. Ben aynı yol üstünde yürüyüp Müslüman oldum(s. 26) 5- Kanımca İslam’ın anlaşılıp yaşanması ve canlı bir organizma olarak dünyada etkin bir yere sahip olması için önce mekandan ve zamandan tecrid edilmesi gereklidir( s. 30) 6- Gerçekten tatil nedir, kim neyin tatilini yapmaktadır? Hangi yorgunluğun maliyeti olan dinlenme söz konusudur? Bu hakkı nasıl elde ettik, nasıl?( s. 35) 7- Türkiye’de benim benimsemediğim bir söz vardır: Bir ben ölmeyle ordu bozulmaz.( s. 46) 8-Türk aydını sanki kendisi işgalci kuvvetmiş, halkını doğru çizgiye getirmesi gerekiyormuş gibi yaklaşmıştır ona ve bugüne kadar karşılaştığımız belaların yüzde yüzü bu tavırdan kaynaklanır( s.49) 9-Modern şiir deyince obası dağılmış kendinin olmayan ama herkesin olan , böylelikle hiç kimsenin Olmayan bir ülkeye sürgün edilmiş, adı çağrıldığı zaman hangi yana bakacağını bir türlü kestiremeyen tek insanın şiirini anlıyorum.(s. 53) 10-Eğer gençler benim şiirime bunun bir kere dış sebepleri vardır.Bunlardan biri benim kişisel maceramdır. Bir yerlerden bir yerlere hareket etmiş olmamın cazip bir tarafı var sanıyorum (s. 60) 11-Medeniyet kavramını doğrudan doğruya kelimenin köküne bağlı olarak şehirlilik olarak anlıyorum. Bu elbette her şehir gördüğümüz yerde medeniyet vardır demeye gelmez. Medenileşme kurumlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkar (s. 70) 12-Türkiyede eli kalem tutanlar arasında bir al gülüm ver gülüm politikası var. Sağda da böyle solda da böyle. Ben bu politikaya dudak büküyorum .Herkes yerini bilmeli diyorum. ( s. 82) 13-Kadın vücudunun bir meta olarak anlaşılması doğrudan doğruya kadın özgürlüğü meselesinin aleyhinde bir tutumdur. (s. 85) 14- Şimdi İranı İslami bir toplum olarak örnek almaktan yana değilim. (s. 102) 15-İntihar zaten bize kafir toplumun zorladığı çıkmazlara soktuğu şartlardan doğan bir şey(s. 113) 16-Türkiyede Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde geriye dönüş özlemi içinde olmamışlardır(s. 121) 17-Türkiyede sol ancak zorbalığın gölgesinde yaşayabilir. Çünkü teorinin dayanacağı toplumsal kuruluşlar ve sınıflar mevcut değildir( s. 126) 18-Bana göre Müslümanca tutumumuz sosyal olanla politik olanı birbirinden ayırmamak istikametinde olmalıdır.(s.127) 19- Kafka Yahudiliğini çok önemseyen birisidir ve Türkçeye çevrilen metinleri de bu bakımdan sansür edilmiştir(s. 133) 20-Biz zaten yek vücuduz. Zaten Türkiyede Müslümanlık aleyhtarı çevrelerde de Müslümanların bir yerde dirsek teması korkusu hakimdir.( s.145) 21-Türkiyede mürekkep yalamış grup en huzursuz insanların bulunduğu gruptur. İşte bu okumuş yazmış insanlar Müslüman dahi olsalar kendilerini öne çıkarmak gibi bir problemi taşıyorlar 22-Önce ilke gerekli. İlkeye sadık kalmak ilkeyi tanımlamakla aydınlığa kavuşur.(s. 157) 23-Bizim dinimizde ehl-i kıble tekfir edilmez. Yani bir adam namaz kılıyorsa devamlı kılması şart değil, ben o adamı namaz kılarken görmüşsem artık o adama kafir diyemem( s. 162) 24-İslamiyet her zaman öncülerin dinidir( s. 164) 25- Şimdi yağmurun bir saçağın altına sığındığımız zaman , aslında yağmuru fark etmez değilizdir.Yani Yağmurun farkındayız. Önümüze düşer yağmur. Sığınak bizim zatürre olmamızı önler. Yani sığınak uyuşmak pasifize olmak için değil. Sığınak o büyük beladan en büyük zararı görmememiz için kapağı Attığımız yer. 26-Şairler de mantar değildir. Birdenbire bitmezler. Mutlaka kökleri vardır. Bu yüzden de yaprakları da vardır( s. 200) 27-Yani insan olmak seçme yapabilmek demektir.(s. 204) 28-Ben hayatım boyunca alelade bir insan olmaya çalıştım. Sanatçı oluşumda da bu çok önemliydi ve olabildiğim kadarıyla başardım(s.208) 29-İkisi de askeri darbe olmasına rağmen 12 Eylül , 27 Mayıs’ın getirdiklerini bir bakıma tersine çeviren bir tutum sergiledi. Mesela yanılmıyorsam 27 Mayıs bayram olmaktan 12 Eylül’den sonra çıktı.( s. 239) 30- Herşey bir ülkenin siyasi olgunluğu ile ilgilidir. Kendisi belli konularda düşünme imkanına sahip olmuş ve sorumluluk yüklenme mevkiine ulaşmış kimselerin siyasi olgunluğu ile doğrudan bağlantılıdır.( s. 252) 31-On iki kitabım yayınlandı. Bütün beklentim karanlığa muhalefet edecek olanların işine yaraması yolundadır. 32-Oysa bugün Müslüman olmak kendimi açıklayabilmenin yegane yolu ve zihin uğraşılarım tutunabildiğim tek yaşayış biçimim( s. 265) 33- Okumak, anlama konusunda düşünmüş olduğunu göstermek demektir. (s. 274) 34-Ölüyoruz demek ki yaşanılacak .Ölümümüz hayat içindir. Hayata katkı anlamında bir ölümün seçilebilmesi müthiş bir şeydir(s.281) 35-Tehlike nerede ise kurtuluş orada büyür. Tehlike vardır. Kurtuluşta vardır. Onu arayıp bulabiliriz. Ama en önemli nokta başımıza gelen şeylerin bizi aldatan insanların tuzağına düşmemiz yüzünden geldiğidir. 36-Hazret-i Peygamber için daha ilk günden deli, meczup , saralı uyduruyor denmiştir. Bunları ciddiye alıyor olsaydık bugün Müslüman dünya , İslam var olamazdı.( s.305) 37- Ben bir Müslüman olarak Yahudi/Arap sorununa bir laik gibi bakamam( s. 314) 38-Ben solun fikri bakımdan büyük bir seviye kaybettiğine inanıyorum. Sol bir kere düşünce üretememektedir. Bol miktarda yayın var ama bize, Türkiyede yaşayan insanlara kurtuluş kapısı açacak bir öneriyle karşılaştığımı sanmıyorum( s.321) 39-Türkiyedeki İslami hareket bir rövanş hareketidir. Yani bir maç yapıldı. O maçta biz gol yedik. Şimdi rövanşını isteyen bir hareket bu.( s.329) 40-Kadınlar yapamaz ama yaptırırlar. Kadınlar yapabilmenin tam tersine neyin yapılacağı konusunda isabetli kararları verirler.( s. 345) 41-Şairin ilgiye ihtiyacı vardır. İlgi şaire kan verir.( s. 370) 42-Şair olarak Yunus Emre’ye duyduğum ilginin de ihtidamda çok büyük katkısı olduğunu hoşlanarak söyleyebilirim.( s. 373) 43-RP’nin siyasi ömrünün İslamcı politika itibariyle çok uzun olmayacağı kanaatndeyim. RP’yi destekleyenlerin yeni bir oluşum için yola çıkıp çıkmayacakları önemli( s.388) 44-Hak gaspını önleyecek tedbirler İslamiyette çok belirgindir. İslam esaslarında somut çözümler var.(s. 394) 45- Bir kere kapağın vermesi gereken birinci izlenim ilk bakışın aldatıcı olabileceğinin hatırlanması.Sen tavşan sanıyorsun ama o zafer işareti, sen zafer işareti sanıyorsun ama o bir tavşan. İkisi de olabilir.
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Kitap Adı: ÜZÜNTÜDEN KURTULMA YOLLARI Yazarı: Yakub Bin İshak El KİNDİ İnceleyen: Salih TURHAL Ahlâk Klasikleri Hakkında İnsanın varoluş serüveni bir bakıma ahlâkında serüvenidir.Bir akıl ve ahlâk varlığı olarak insana yeryüzü yolculuğunda kılavuzluk etmeyi ise dinler üstlenmişlerdir. Dinlerin ahlâk üzerine sürekli ve ısrarlı vurgusu böyle bir gerçekliğe dayanmaktır. Amelî hikmetin üç ana bölümü vardır; 1-) Ahlâk ilmi( ilmu tedbîri'n n-neds,tehzîbu'l-ahlâk) 2-)Ev işletmesi ilmi( ilmu tedbîri'l-menzil) 3-)Siyaset ilmi( ilmu tedbîri'l-medîne). Bunlardan ahlak ilmi bireyin huy ve karakter açısından nasıl kemale ereceğini ele alır. Ahlâk en genel anlamda insanın yaratılıştan gelen kökleşmiş tabiatı ve karakterinin adıdır.Ahlâk ile psikoloji arasında irtibat kuran bu tanıma göre ahlâk tek tek davranışlar değil, davranışa kaynaklık eden ve nefîste yerleşmiş bulunan sâbit bir haldir;insanın 'ne yaptığı'ndan ziyade 'ne olduğu' ile ilgili olan bir karakter formasyonuduR. DEF'U'L-AHZÂN HAKKINDA BİLİMSEL İNCELEME DEF'U'L-AHZÂN'IN İÇERİĞİ Bütün klâsik ahlâk felsefelerinde olduğu gibi İslâm filozoflarının düşüncesine göre de ahlâk ilmi bir bakıma mutluluğu kazanma veya mutsuzluktan kurtulma sanatıdır ve insan bütün eylemlerini, kendisini bu temel amaca ulaştıracak şekilde düzenlemelidir. Ancak hemen bütün İslâm ahlâkçıları bakımından burada söz konusu olan mutluluk,bedensel,dünyevî ve gelip geçici arzuları tatminle ulaşılan bayağı hazların ötesinde, hatta çok zaman bunların tersine,manevî.zihnî,aklî,ve ruhsal gelişmişlik veya yetkinlikle ulaşılan,en yüksek derecede ölüm ötesinde hissedilecek olan kalıcı mutluluktur. Ahlâkın gayesi mutluluk olunca,insanın, kendisini mutsuz kılıcak tutum ve davranışlardan sakınması;hayattan beklentilerini ve dünyevî imkanlarla ilişkilerini buna göre düzenlemesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır.Bu aynı düşünce Kindî'nin Def'u'l-ahzan 'ına da hakim olmuştur.Kindî özellikle bir tabip ahlâkçı olmasından dolayı Def'u'l-ahzan 'da ahlâkı bir "ruhânî tıp" olarak ele almıştır. Ahlâk bir bakıma ruh sağlığı olduguna, yersiz üzüntü,kaygı ve korkular da bu sağlığı bozduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların sebeplerinin bilmesine bağlıdır. Kindî bu sebepleri "sevilen şeylerin kaybedilmesine ve amaçlanan şeylerin ulaşılmasına" şeklinde özetliyor. Kindî'ye göre içinde yaşadığımız oluşma ve bozulma(kevn ve fesâd) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkanlar yerine,her zaman kalabilen ahlâki ve aklî erdemleri aramalı, seveceği şeyleri"akıl alemi"nden seçmelidir. Kindî'ye göre "üzüntü "(el-huzn), psikolojik acıların bir çeşididir ve insan türlü ıslâh yollarıyla bedenî acılardan kurtulmaya çalıştığı gibi bu acıyı da belli tedbirlere gidermelidir; bunlar ahlâki tedbirlerdir, dolayısıyla nefisin acıdan kurtulması da ahlâkî tedevi ile mümkün olur.Sonuç olarak , üzüntü ve acılarımızı azaltmanın yolu, Sokrat'ın dediği gibi "kaybettiğimiz taktirde üzüntüsünü çekeceğimiz arayışı içinde olmamak"tır. RİSHÂLE Fİ EL-HİLE Lİ-DEF'İ L-AHZÂN Üzüntünün Anlamı ve Sebepleri Deriz ki: Üzüntü (el-huzn), sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan psişik (nefânî) bir acıdır. Böylece ,bu söylenenlerle üzüntünün sebepleri gösterilmiş oldu. Kuşkusuz bir insanın bütün isteklerini elde etmesi ve sevdiği bütün şeyleri kaybetmeden elinden tutması mümkün değildir. Sevdiklerimizin kaybetmemek ve istediklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak akıl âlemini gözetmeli ; seveceğimiz, böyle yaparsak , kimsenin elimizdekileri gasbetmesinden ,onlara bizim aleyhimizde olarak herhangi bir elin mâlik olmasından ve sevdiğimiz şeyleri kaybetmekten kurtulmuş oluruz. Çünkü bunlar (akıl âlemindeki değerler) tehlikelere maruz kalırız. Üzüntü ve sevinç ,ruhta bir arada ve devamlı olmayan zıtlardır. İnsan üzüntülü olduğu zaman sevinçli olmaz; sevinçli olduğu zamanda üzüntülü olmaz. Şu halde elimizden gidenlere ve sevdiğimiz şeylerin kaybına üzülmemeli, nefsimizin her durumda memnun olmasını güzel bir alışkanlık haline getirmemeliyiz ki ebedi olarak sevinçli olabilelim. ÜZÜNTÜYÜ YENMENİN BAŞLICA YOLLARI 1-) Belirtilen kolaylığı sağlamanın bir yolu ,üzüntünün ne olduğunu düşünmektir. Bunun için üzüntüyü bazı bölümlere ayırıyor ve diyoruz ki; Üzüntü ya bizim yaptığımız ya da başkasının yaptığı bir işten, bir zaman sebepten doğmaktadır. Eğer bu (sebep) bizim yaptığımız bir iş ise o zaman bize üzüntü getiren bu işi yapmamalıyız. Eğer biz, yapmamak elimizde olmasına rağmen kendimize üzüntü veren bir işi yapıyorsak , şu halde kaçınmak elimizde olduğu halde kendimize (üzüntü getiren işi) yine kendimiz yapıyoruz demektir. Kendi nefsine üzüntü çektiren insan nefsine zarar vermiş olur; nefsine zarar veren ise böylece kendisine kötülük etmiş olduğundan, cahil ve acımasız hatta tam bir zalim sayılır. 2-)Üzüntüyü yenmenin başka bir yolu ,daha önce kurtulduğumuz kendi üzüntülerimizi, başkalarının uğradığı ve teselli buldukları ve bizim kendimizi teselli ettiğimiz üzüntüleri hatırlamak ,şimdiki üzücü halimizi eski üzüntülerimizin veya başkalarında gördüklerimiz ve onların kurtuldukları üzüntülü durumların yerine koymaktır. 3-)İnsan sadece elinden alınan veya kaybettiği şeyler yüzünden baş gösteren böyle bir üzüntüyü kendisi için yine bizzat kendisi ortaya çıkmıştır. O zaman kendimiz için böyle değersiz durumlar üretmemeliyiz. Zira, önceden de belirttiğimiz gibi, üzüntü değersiz bir duygudur. Dolayasıyla âdi bir şeyi kendisine reva gören kimse akılsızdır .Akılsız varlıklar olmaya rıza göstermemiz bize yaraşmaz. 4-)Ayrıca-düşünmemiz- gerekir ki , eğer başımıza musibet gelmesini istemiyorsak , hiç var olmak istemiyoruz demektir. Çünkü musibetler , bozulma niteliği taşıyan şeylerin bozulmasından ileri gelir. Tabiatta olanın olmamasını istediğimiz ise imkansızı ( mümteni ') istemiş oluruz. İmkansızı isteyen muradından mahrum kalır ; muradından mahrum kalansa bedbaht oldu. 5-)Nefsimizi kıskançlıkla kirletmemeliyiz. Çünkü kıskançlık kötülüklerin en fenasıdır. Düşmanlarının kötülüğe uğramasına sevinen kimse kötülükleri seviyor demektir; kötülüğü seven de kötü insandır. 6-)Şunu da akıldan çıkarmamalıyız ki , müşterek menfaatlerden olup da bizim elimizde bulunan her şey ,bir Hak Sahibi'nin bizdeki emanetidir ve bu şeylerin yaratıcısı, azîm ve celîl olan Allah, hak sahibi olarak ,dilediği zaman emanetini geri alabilir ve dilediği bir başkasına verebilir. O, bu emaneti , böyle dilediği birine vermese dahi , o nimet bize asla geri dönecek değildir. Akılda tutulması gereken bir husus da şudur: Emanet sahibi (Allah), bize verdiği emanetlerin en değerlilerini değil, aksine değersizlerini geri aldığına göre, yine de O'nun bize pek çok lütufa bulunmuş olduğunu hiçbir zaman unutmamalı; O'nun bize verdiği değerli emanetlerin (bize kazandırdığı) zinetin sürekliliğinden dolayı büyük sevinç duymalı ; bizden aldığı nimetlerin kaybı yüzünden de üzüntüye kapılmamalıyız. 7-) Akıllı kişiye yaraşan, gerekli olmayan, üstelik bir de zararlı ve elem verici olan şey üzerinde düşünmemek, onunla uğraşmamaktadır. Bilakis maddî ihtiyaçlarımızı azaltmaya çalışmalıyız; çünkü bu şeyler asıl var lığımıza yabancı olduğu için (elimizden gidecektir), elimizden gidip yok olması da üzüntülere sebep olmaktadır. Atinalı Sokrat, "Üzülmemeyi nasıl başarıyorsunuz?" sorusuna, "Çünkü kaybettiğim taktirde üzüntüsünü çekeceğim sahip olmuyorum" cevabını vermiştir. Kaybedilmeye elverişli bütün dileklerde musibet, geçici olan her şeyde acı ve keder, imkansız olanı ummakta üzüntü ve dert, her güvenliğin sonunda korku vardır .Zira korku hisseden kişinin zihni karışıktır, ma’kul davranmaktan da âcizdir. Bu yüzden biz diyoruz ki: Bir insanın nefsi, kendi varlığına ait olmayan şeylerle kendisini meşgul ediyorsa onun ebedi hayatı yıkılır; üstelik fâni hayatındaki yaşayışı da ona dert olur; hastalıkları çoğalır; acıları dinmek bilmez. 8-)Kötü olmayan şeyden nefret etmemiz doğru değildir; sadece kötü olandan nefret etmeliyiz. 9-)( Üzüntüden kurtulmak için ) akılda tutmamız gereken hususlardan biri de şudur ki, bir şeyleri elde edemeyip yoksun kaldığımızda, kayıplara uğradığımızda, elimizde kalan aklî ve hissî nimetleri düşünerek, zihnimizi kayıplarla meşgul olmaktan uzak tutmalıyız. -Risâle tamamlandı. Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun! ALINTILAR: ''Hastalıkların en büyük tehlikesi nefsin hastalıklarıdır.'' Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 20 - TDV) Ölüm kötü değildir; aksine ölüm korkusu kötüdür. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 25 - TDV) Anlatıldığına göre Atinalı Sokrat; Üzülmemeyi nasıl başarıyorsun, sorusuna, ''Çünkü kaybettiğim takdirde üzüntüsünü çekeceğim şeye sahip olmuyorum'' cevabını vermiştir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 81 - DİB) Ruh bâki , beden fânidir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 61 - TDV) Sonuç olarak; bu değersiz dünyanın hissi faydalar kabilinden olan bütün şeylerini kaybetmek, ( sanıldığı gibi ) kötü değildir. Bil'akis bunlardan dolayı üzülmek kötüdür. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 99 - DİB) Ahlak; insanın ' ne yaptığından ziyade' 'ne olduğu' ile ilgili olan bir karakter formasyonudur. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 6 - TDV) Üzüntü ve acılarımızı azaltmanın yolu, Sokrat 'ın dediği gibi; ''kaybettiğimiz takdirde üzüntüsünü çekeceğimiz şeylerin arayışı içinde olmamaktır.'' Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 19 - TDV) Kuşkusuz sebepleri bilinmeyen acıların şifası da bulunmaz. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 23 - TDV) Hikmet ;mü'minin yitik malıdır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 12 - TDV) Üzüntü ve sevinç; ruhta bir arada ve devamlı olmayan zıtlardır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 55 - TDV) Def'ul Ahzan İslam filozofların düşüncesine göre ahlak ilmi; bir bakıma mutluluğu kazanma veya mutsuzluktan kurtulma sanatıdır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 17 - TDV) Zamandan mevcut olmayanı isteyen veya var olmayanı arayan kimse istediğinden mahrum kalır... Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 24 - TDV) DEF'UL AHZAN İLMİ VE KONUSU Kontrolsüz öfke ve şehvet gibi temel duygu ve ihtirasların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin, mutsuzluk ifadeleri olan üzüntü,kaygı ve ölüm korkusu gibi patolojik tezahürlerin, nevrotik hastalıklar ortaya çıkarması yanında, insanın ahlaki yetkinliğini de engel olacağı düşüncesini işlemiştir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 17 - TDV)
Mutâlî’ okurunun profil resmi
ÜÇ ZOR MESELE ( İSMET ÖZEL ) İnceleyen: Süha Murat KAHRAMAN ÜÇ ZOR MESELE”yi “teknoloji, medeniyet,yabancılaşma” konularında, ülkemiz Müslümanlarına yön vermek amacıyla hazırlanmış bir eser olarak kabul edebiliriz.Kitap; “neyim” sorusuyla “yabancılaşma”yı, “ne yapıyorum” sorusuyla “medeniyet”i, “nasıl yapıyorum” sorusuyla da “teknoloji”yi açıklayarak bunların birbirleri ile olan bağlarını ve bunların birbirlerinden ayrı değerlendirilemeyişlerini izah etmektedir. Yabancılaşma; insan olarak kendimizi nasıl algıladığımızla ilgili bir kavramdır..Bu kavramı Özel, insanın anlam arayışı sürecinde ele almaktadır.Ona göre,insanın; kendisiyle, hakikatle,gerçeklikle, tabiatla … kurduğu ilişkilerin sıhhati ölçüsünde yabancılaşma gerçekleşir veya gerçekleşmez.Hayata, ahiret ile hayat dışı bir alandan anlam yüklemeyi başaran,varoluş güvenliğini iman ile sağlayan ve sağlamlayan kişilerle; zulüm, küfür ve hiçliğin içerisinde karanlıkta kalanların bu noktadaki durumu bir değildir.Özel, kendi içerisinde bir bütünlük arz etmekte zorlanan günümüz insanının aile,cemaat,millet,medeniyet ilişkilerine ışık tutar.Teknolojinin insanları tek tipleştirmesini vurgular.İnsanların, birbirlerine benzeyen bireyler olarak birbirlerinden uzaklaştığının altını çizer.Hayatı anlamlandırabilmek için ölümü ve hayatı birlikte ele almayı önerir. Medeniyet;yaşama biçimimiz, insanlarla olan bağlantımız, hayat tarzımızla ilişkili bir kavramdır.Özel,medeniyet kavramını kullanırken daha çok Batı Medeniyet’ine atıfta bulunurken, medeniyetin beşer mahsülü olduğunu,birçok medeniyetin varolduğunu hatırlatır. Medeniyeti bir insan kalıbı olarak görür.Onu,kendi döktüğü kalıplara girmeye çalışmak olarak algılar.İslam’ın medeniyet kavramına ihtiyacı olmadığını söyler.Bu noktada ilahi olana vurgu yaparak İslam’ı; Kur’an ve Sünnet Yolu’nda inanç, düşünce ve davranış bütünlüğü olarak tanımlar. Batı Medeniyeti’ni ise insanlığın sorumluluğunu üstlenmediği için eleştirir.Bir yandan açlık,savaş,hastalık,eşitsizlikle savaşır gözükürken diğer yandan yine(sistemin doğası gereği) açlık,savaş,hastalık ve eşitsizlik ürettiğini söyler.İslam Dünyası’na kendi yaşam tarzlarını dikte etmelerini doğru bulmaz. Teknoloji;yaşamımızın maddi çerçevesidir.Yabancılaşma ve medeniyet gibi bir kavram olarak karşımıza çıkmaz.Teknolojisiz devam ettirilemeyecek düzeye gelen hayatı yaşamak, günümüz insanı karşısına bir sorun, bir problem olarak çıkmaktadır.İnsanlar teknolojiye kayıtsız kalamayacak hale geldi,getirildi. Özel, bu süreçte tekniğin Batı Medeneiyeti ideallerine uygun olarak Burjuvaziye hizmet etmek amaçlı geliştirildiğini vurgular.Üretilen bilgilerin gerçeği manipüle etme noktasında kullanıldığını belirtir. İsmet Özel böylece modern teknolojinin küresel ölçekte yaygınlaştırılmasıyla kültür farklarını ortadan kaldırarak dünyayı aynı kültür altında yönetmeyi amaçlayan sömürgeci zihniyetin gözükmeyen planlarını gün yüzüne çıkarır. Bilime ve ürettiklerine de eleştirel bakar.Din ve bilimi varsayımları ve yönelimleri itibariyle ayrı oluşlarını vurgulayarak din-bilim çatışmasını reddeder. “Bu üç mesele neden zor?” diye sorduğumuzda ise bu konuların iç içe geçmişliğini, teker teker karşımıza çıkmayışlarını görürüz. Biraz daha açarsak; yabancılaşma,ancak medeni bir hayat tarzı ile birlikte söz konusu edilebiliyor. Medeniyet, ancak kendi teknolojisiyle ayakta durabiliyor. Teknoloji, hayatını devam ettirebilecek bir medeniyeti türetiyor.Yabancılaşmadan medeni olunamıyor. Bu üç temel mesele karşısında İsmet Özel Müslümanlara sistem karşıtı olmayı değil, sistem dışı olmayı önerir.Zıtlıkları birbirine çatıştırarak kendine zaman ve mekan devşiren sistemi pasifize etmenin yolunun onun ürettiklerine onun isteği doğrultusunda anlam yüklememek olduğunu söyler.”Niçin” sorusunu sıklıkla sormamızı ister.Medeniyetle veya medeniyetlerin ürettikleriyle kendimizi bağlamamız gerektiğini, hayatı ilerleme ve gerileme olarak değil hakikate yakınlık uzaklık ölçüsünde değerlendirmemizin doğru olacağını belirtir. Faal bir hayatı Müslümana yakıştırır.Sanat ve tefekkür ile gündelik meselelerden sıyrılarak gerekli olan bilincin kazanılacağını vurgular. Keyifle okuduğum bu güzel kitabı, bu zor meselelerin halline talip bütün okur kardeşlerime öneriyorum.İyi okumalar... ÜÇ ZOR MESELE-ALINTILAR 1. "...İnsan sorumluluktan uzaklaştıkça özüne yabancılaşır. Bilmek ile mükellef olmak arasında sıkı bir bağ var..." ( s.13) 2. "...Allah'a giden yolların yaratıkların sayısınca olduğu söylenmiştir..." (s.37) 3. "...Hazır yorumların dondurucu, kalıplaştırıcı ve zihni körleştirici olduğuna inanırım. Yorumların kendilerinden çok o yorumlara bizi götüren zihin işleyişi önemlidir..." (s.38) 4. "...Halk tüketmeye alışmış veya alıştırılmıştır. Bundan bilgiler, sanat ürünleri, düşünce ve ideolojiler de uzak tutulamıyor. Onlar da tüketilen, yutulan, kullanılabilen öğeler olarak hayat içinde..." (s.41) 5. "..İdeolojiler tarafından sınırları çizilmiş çeşitli Türkiyeler var. Her Türkiye sözü bunlardan biri içine girmiyorsa hem anlaşılma şansını çok azaltır, hem de bir tedirginlik, bir şüphe uyandırır. Sebebi basit: Türkiye'yi tanımlarken ya bugün gücü elinde bulunduranların işine yarayacak bir "iş" yapmanız istenir yahut yaptığınız tanım yarın gücü elinde bulundurması beklenenlerin hazırlığına katkıda bulunmalıdır. Yani bütün tanımlar tek yandan; güç (iktidar) açısından yapılır..." (s.61) 6. "...Kur'an insan zihninin faaliyetlerini anlamlı kılar; yoksa insan zihni Kur'an'ı anlamlandırmaz..." (s.66) 7. "...Kulluk yalnızca hukuki tasarrufların bütününden doğmuyor, aynı zamanda kul olmanın bilinci, yani kalbin insan davranışlarını anlamlı kılması gerekiyor. İyiliğe yönelmek, kötülükten kaçınmak, yalnızca somut, gözlenebilir davranışların ortaya çıkması ile olup bitmiyor, iyiliğe yönelmenin ve kötülükten kaçınmanın niyeti de aranıyor. Yani kör bir eylem değerli değil; İslâm açısından inançtan soyutlanmış eylemi tamamlanmış saymıyoruz..." (s.67) 8. "...İnsanlık çok çeşitli avunma ve mistifikasyon nesneleri ile sarılmış durumda. Öyle denilebilir ki insan insana kulluk etsin diye birçok değişik usullerle sarhoş ediliyor..." (s.82) 9. "...İslamiyet kuru bir gelenekçilik değil, bir inanç-düşünce-davranış bütünlüğüdür..." (sf.98) 10. “...İslam, insani insan olarak yani tanımı kendinde mündemiç bir mahluk olarak anlıyor. Mahlukların en şereflisi olmasına rağmen zaaflarının şiddetini de vurguluyor. İnsan, şehvetin (tatminin) ağır bastığı hayvani yaratılışla, aklın ve ilmin bütün varlığını kapladığı melek yaradılışının ortasında bir yere sahiptir. Ne şehvetin (hayvanin) türevi, ne de aklın (meleğin) bir türevidir…” (s.111) 11. "Müslüman, çağına rağmen belli bir görevi yüklenmiştir diyoruz.Yani içinde bulunduğu durumu veri olarak kabul edip şartların elverdiği bir hareket yürütmeye değil, kendi düsturlarını esas alıp çağın düsturlarını bu şartlar doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye memur..." (s.113) 12. "...insanoğlu yaşadığı dünyada olup bitenlerin mahiyetini bilmeden, bir robot ve soyut bir varlık olarak hayatını sürdürüyor. İnsan bu büyük kaos içinde bir atom, bir çark dişlisi olarak kendi varlığının bilincinden uzaklaşmış halde yaşıyor, üzerindeki baskılara (teknik,siyasi,iktisadi) karşı duracak "insanca vasıflar"ı artık elinde bulundurmuyor. Çağdaş dünyada insanın kendisini bir "çorak ülke" de bulduğunu anlıyoruz..." (s 121) 13. "...Şehir hayatının önem ve yaygınlık kazanması insanın tabiata olan uzaklığını artırmış ve tabiat üzerinde insanın kurduğu denetim, insanın tabiata ve kendine yabancılaşmasına yol açacak biçimde belirmiştir..." (s.122) 14. "...Bir milleti köleleştirmenin en etkili yolu, benim bildiğim kadarıyla o millette yaşayan ahengi bayağılaştırmaktır. Dilini kaybeden düşüncesinin kaybeder. Ama eğer ahengini muhafaza ediyorsa dilini yeniden ele geçirebilecek gücü toparlayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir. Türkiye'de arabeskin zaferi ile bankerlerin zaferi birbirine paraleldir..." (s.138) 15. "...Eğitim düzenimiz "işe yarar" adam yetiştirmeye yönelmiştir. Bu adamın ferdi hasletleri birinci planda ele alınmamaktadır. Yani bir çarkın dişlilerinden biri olmayı başardıktan sonra adamlıkta "kalp" olup olmamak kimseyi ilgilendirmez..." (s.139) 16. "...batı düşüncesi insanı maddi ve manevi olmak üzere temel bir ayrıma tabi tutmuştur. Ruh ve madde ikilemini trajik bir biçimde yaşayan batıdır ,batılı kafadır..." (s.143) 17. "... Hayatın her evresini teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayırmak batının şematik darkafalılığının belirgin örneklerindendir. Batılı düşünme biçimi yüzünden, güzelliğin kendisi ve güzelliğin sözü birbirinden kopartılabilmiştir..." (S.144) 18. "...Müslümanın hayatı teori ve pratik olarak ikiye bölünmemiştir. Çünkü Müslüman olmak daha başlangıçta ruh-beden-nefs unsurlarının birbirlerinden kopmalarını değil, birbirleriyle sıkı ilişkide olmalarını daha doğrusu birinin diğerini kendinden ayıramaz halde kapsamasını icab ettirir. Hiçbir ibadet teorik ya da pratik değildir. Müslüman olmak ise kulluk bilincinden başka bir şey olmadığına göre maddi ve manevi farklılığı üzerinde ısrar etmek Müslümanca tavra yabancı sayılmadır..." (S.145) 19. "Bir edebiyat" diyor, Yahya Kemal, "sürüklediği meraklıların seviyesinde olur." (S.152) 20. "...Türkiye'nin düşünce hayatı bu ülkedeki seçkin düşünürlerin görüşleriyle değil, öne sürülen düşüncelere muhatap olanların kavrayış biçimleri, ilgi türleriyle bir kimlik kazanır..." (s.152) 21. "...Ders veren, doğru yolu gösteren şiir başarılı olur mu? Olmaz elbet. Başarılı olan şiir, doğru yolu aradığını bize hissettiren şiirdir..." (s.156) 22. "...Mahkumiyete rıza gösteren şiir,şiir değildir. Olsa olsa insan zihninin işleyişine, insanın fıtratında bulunan değerlere ihanetin bir beyannamesidir..." (s.157) 23. "...Sanat insanın mevcudiyetine bağlanmasını güçlendirebileceği gibi, mevcudiyetinin zincirlerini kırmaya, daha aşkın bir hayata yönelmeye de hizmet edebilir..." (s.165) 24. "...günlük meseleleri başımıza saranlar, bizlerin bu meselelerden başımızı alıp başka şeyler düşünmemizi istemezler.Sanat ve tefekkür ise bize günlük meselelerin çözümünden ziyade bu meselelerin mahiyeti hakkında bir düşünme yolu açar. Böylece biz sanat ve tefekkür alanında katettiğimiz mesafe kadar günlük meseleleri aşarız..." (s.171) 25. "...İnsan teki ne kendi içinde bütünlük sağlayabiliyor, ne de ailesi, cemaati, milleti ve medeniyetle rahatlık getirebilecek bütünleşmeyi elde edebiliyor..." (s.185) 26. "...İnsanoğlu bir zamandan bir zamana, geçmişten geleceğe akmaktadır. Bu akış bir mekândan bir mekâna doğrudur aynı zamanda. Çünkü zamansız bir mekân, mekânsız bir zaman düşünemiyoruz..." (s.186) 27. "...dünyanın geleceğini programı içine almayan siyaset milli olamamaktadır..." (s.193) 28. "...çoğu kimse için hayat saadet, ölüm felâket anlamına gelir ama yine de her iki kavram anlamdan mahrumdur. Oysa biz insanlar için hayat ve ölüm biri diğerini anlamlandıran şartların ifadesi olmalı..." (s.200) 29. "...Yaşamak saçma ve anlamsız değildir, çünkü yaşamanın her adımı ,her milimetresi ahirette karşılığı olan ve hayranlık verici zaman/mekân harikasıdır..." (s.201) 30. "...Dünya hayatının yine dünya hayatına kıyasla iyi ya da kötü olması hiçbir anlam taşımaz. Hayatta eğer bir anlam varsa bu anlam hayatta değildir..." (s.202) 31. "...Gelişmiş denilen bilimsel teknolojik iktidar sahibi toplum güçlerini korkutan şey, halk yığınlarinin günden ne bilgilenmeleri değil; bir gün "Bu gelişme niçin?" diye sormaları ve hayatın anlamını gelişme, refah, zenginlik dışı bir alanda arama ihtimalleridir..." (s.205) 32. "...bir insan ömrüne sığan vakıaların sayısı geçmişe göre her halükârda fazlalaşmaktadır. Bunda da esrarlı bir denge saklı, bir bakıma insan ömrü farkına varılabilecek hakikatler bakımından hep aynı. Yani bizlere ancak yüklenebileceğimiz kadar ağırlık yüklenmektedir..." (s.207) 33. "...Doğruyu bulmak söz konusu olduğunda hiçbir nesil diğerinden talihli değil.Bizler derinlikten mahrum yüzlerce, binlerce olayın içinde yoğrulan "kıyamete yakın" zamanın insanlarıyız. Bu yüzden de hakikati kavramada çok yüzeydeki vakıalar bile bize yardımcı olabiliyor, olmalıdır..." (s.207) 34. "...Bilim adamlarının söylediklerine göre hayvanlar kendi hissiyatları itibariyle devamlı bir "şimdiki zaman" içinde yaşarlar. Hayvan zihniyetinde dün,bugün ve yarın yoktur..." (s.209) 35. "...Yalnızca insandır ki bünyelerinde geçmişi ve geleceği taşırlar; zaman duygusunu bir akış olarak hisseden yaratık yalnızca insandır..." (s.209) 36. "...Her insan insanlığın yüküyle doğuyor, farkında olsun olmasın bu yükle yaşıyor günlerini..." (s.202) 37. "...insanın davranışlarındaki değişikliği onun kendi hakkındaki tasavvurunun değişmesiyle açıklayabiliriz..." (s.239) 38. "...Tövbe insanın bir önceki tanımını reddetmesi, kendini yeniden tanımlamasıdır..." (s.240) 39. "...Müslümanın kendi tanımına sahip çıkması demek, yalnızca kendisine Allah tarafından gönderilmiş yolun izlenmesi demektir. Müslüman kendi eyleminin sonuçlarında nasslar ölçüsünde sorumludur. Onun davranışlarını güden, büyük ölçüde yapıntı, insani tasarımlar değil, emir ve nehiylerdir. Öyleyse "medeniyet" gibi tamamen tarihi ve toplumsal şartların çerçevesinde anlaşılabilen bir kavram, Müslüman'ın davranışlarında belirleyici bir öğe (unsur) olma imkan ve imtiyazına sahip olamaz..." (s.243) 40. "...XIX.yüzyılda Batı'nın dünyayı medenileştirmesi bugün ad değiştirerek karşımıza Batı'nın modern yapısına ulaşma formülasyonuyla çıkıyor. Utanılacak bir gerçektir ki sömürülen ülkelerde "çağdaşlaşma" yaftası altında birçok insan, Batı medeniyetinin biricikliğini savunmaya devam etmektedirler..." (248) 41. "...İslâmi mücadele, kendini Allah'a teslim etmiş olan insanların kendi üzerlerinde Allah'tan başkasının egemen olmasına engel olmak kastıyla giriştikleri çalışmadır..." (s.258) 42. "...İslâmi mücahede, insan üzerinde Allah'ın gücünden başka gücü tanımamak istemiyle (iradesyle) yürütülür..." (s.258) 43. "...Sistem olma niteliği taşıyan her yapı kendi dışındaki unsurları hep kendi mantığı açısından bir yere oturtacaktır. Yani sistemle temas halindeki her şey önce onun varlık temposuna ayak uyduracak özellikler sahibi olur, sonra da sistem içinde kendine ayrılmış yörüngeye oturup sistemin merkezi kuvvetinin uydusu olur..." (s.261) 44. "...Bir sistemin sahip olduğu özellikleri elde etmek isteyen her unsur peşinen onun yapısı içinde erimeyi, o sisteme mahsus niteliklerle donanmış bir yaşamayı isteyerek kabul etmiş demektir..." (s.261) 45. "...Onların(Müslümanların) yapabilecekleri yalnızca sistemin dışında kalmaktan ibarettir. Bu dışta kalma isteği öylesine potansiyel güçtür ki sistemin yürütücü ve savunucuları kendi sonlarının bu "karışmama" faaliyetiyle bağlantılı olduğunu iyi bilirler..." (s.265) 46. "...insanlığın iyiye mi, yoksa kötüye mi gittiği sorusu nesnel olarak değil, seçilen ahlak doğrultusunda cevaplandırılabilir..." (s.268) 47. “...Modern yaşama biçimi yoksulluğu antik anlayıştan çok farklı bir platforma oturtmuştur. Bir yanda Bangladeş’in, Orta Afrika'nın reel yoksulluğu var.İnsanlar fiziki anlamda aç ve çıplak.Öte yanda çok zengin ülkelerin tereyağı değil de margarin yiyen,teneke evlerde, hatta çöplüklerde barınan yoksulları. Bir yerde insanın yoksulluğunun otomobilinin markasıyla ölçüldüğü ülkeler öte yanda bir kap bakla ezmesiyle iki gün geçirmek zorunda olan, bir salgın hastalıkla insanların kitleler halinde öldüğü ülkeler var. Ama gariplik böyle bir zıtlığın yaşanmasında değil. Asil garip, tuhaf olan fiziki açlık çeken insanların karınları doyar doymaz meselelerini büyük ölçüde çözüyor olmalarına rağmen, otomobilin markası yüzünden yoksul sayılanların iflah olmaz bir tatminsizlik duygusuyla acı çektikleridir…” (s.277) 48. "...Modern medeniyetin bize getirdiği en büyük kötülük unutmak değil mi zaten? Çoklukla oyalanıp aslımızda bulunan tek şeyi unutmuyor muyuz hep?..." (s.281) 49. "...Dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor..." (s.292) 50. “...İnsanların dıştaki benzerlikleri içlerinde husumet doğuruyor. Yaşamak için her insan tekinin diğerine günden güne muhtaç oluşu, birinin ötekine dikkatlice ve şefkatle eğilmesine engel oluyor. Hayatimiz bilgisayar programlamasının kaçınılmaz bağlantılarından örüldükçe bizlerde bu örüntünün soğuk, duygusuz esasları daha çok yer ediyor. İstesek de istemesek de beraberiz bunu anladıkça istemenin de istememenin de mânâsını kaybediyoruz…” (s.292) 51. "...İnsan teki bir başka insan tekinden uzaklaşıyor, çünkü her ferd diğeriyle insanlıkları sebebiyle değil içinde bulundukları toplumsal kurum sebebiyle beraberdir..." (s.293) 52. "...Hayat günden güne "zahir" olmaya yönelmiştir. Derinlikten mahrum, rakamlar kuruluğunda, mantığın çarpık bölgesinde yürütülen bir yaşama bu..." (s.295) 53. "...dünyaya ne kadar açılırsak,o kadar etkisiz kalıyoruz..." (s.306) 54. "...Dinin yerini bilimin tutacağı düşüncesi, işte Batı'daki bu çarpık gelişmenin bir ürünüydü. Oysa bilim kuruluşu ve işleyişi itibariyle dinle karşı karşıya konulmaz yapıdaydı, çünkü, din-dışı bir gelişme göstermiş olsa bile, bilim nesnenin nesneyle olan münasebetini incelerken iyi ve kötü ayırımı yapmayı, güzele ve çirkine mesnet sağlamayı, hayır ve şer hakkında değer yargısı getirmeyi öngörecek bir yapıdan yoksundu. Bugün aklı başında herkes için dinle bilimin çatışması söz konusu olmaktan çıkmıştır..." (s.318) 55. "...Müslüman olarak aklın mutlak doğruyu bulmada sarsılmaz gücü olduğu fikrine itiraz ediyorsak da onun insandaki ruh sıhhatine temel olduğunu da biliyoruz..." (s.323) 56. "...Tekniğin mantığı, insan zihnini çok sınırlı bir doğrultuda çalışmaya zorluyor.Teknik, nesnenin nesneyle olan ilişkisinden öteye geçmeyi yasaklayan bir mantığa sahip olduğu için insanı nesnenin özüne ait meseleleri zihin dışı bırakmaya zorluyor. Akıl gerçekle uğraşmaktan hakikati göremiyor. Halbuki aklın insan varlığıyla olan münasebeti ancak hakikat aracılığıyla kurulabiliyor..." (s.325) 57. "...geliştirilmiş birçok bilim kuramı(teorisi) olmasa,teknik bugünkü hızlı gelişimini sağlayamazdı. Aynı zamanda bilimin desteği olmaksızın teknik,dünya ölçüsünde yaygınlığa kavuşamaz, Batı medeniyetinin birçok toplumu boyunduruğu altında tutabilmesi için ihtiyaç duyduğu prestiji ona sağlayamazdı..." (s.343) 58. "...Batılı hümanist anlayış bilimin anlamını saptırmakta, ona ilahi düzene isyankar bir muhteva kazandırmakta kararlı. Bilgiyi "hamd"e bir vesile kılmak yerine, gurura bir dayanak yapma sevdasında..." (s.346) 59. "...Teknik, insan düşüncesinin geniş alanlarında hakikate dair işaretler bulan bir çalışma sonucu değil maddenin imkanlarına mahkum olarak ortaya getirilmiş pratik bir çaredir..." (s.348) 60. "...Müslümanların gelecekten beklediği yalnızca gerek insan teki gerekse toplum olarak doğruya varmak,yanlışı reddetmekten ibarettir. 61. Bu açıdan bakılınca insanlığın yaşadığı macerayı anlamlı kılan tek şeyin hakikatle olan bağlantı olduğu görülecektir. Eğer önümüzde bir İslam toplumuna yeniden kavuşmak diye bir sorun var ve içinde bulunduğumuz şartlar bizi teknik karşısında tavır almaya zorluyorsa, elimizdeki ölçü "ileri gitmek-geri kalmak" gibi çarpıtılmış anlayışlar değil "hakikate yakın veya uzak olmak" gibi inançlarımızla bağdaşık bir ölçü olacaktır..." (s.350) 62. "...Teknik, burjuvaziye hizmet etsin diye, Batı medeniyetinin ideallerine uygun olarak türetilmiş bir kuvvettir..." (s.351) 63. "...Teknolojinin kendi sınırları içinde insan davranışlarına bir anlam verdiği yahut teknolojinin hedeflerine hizmet etmiyorsa insan davranışlarının anlamsızlaştığı bir aşamaya gelindi. Elektrik enerjisinin sanayide ve günlük hayatta kullanılması,malzemelerin sentetik maddelerden meydana gelmesi ve ulaşımın otomobil, uçak gibi hızı yüksek araçlarla yapılması, üretimin her dalında karmaşık makinaların kullanılması, günlük hayatın bütün bütün yapma bir çevreyle donatılması insanın diline ve düşüncesine olan güveni sarstı.Bu durum yeni zamanlar insanının varlığına kendini inandırabilmesi için vücuduyla fazlasıyla uğraşmasını gerektirdi. Psikolojiye ve cinsiyete duyulan aşırı ilginin sebeplerinden biri de insanın insan yapısı bir ortamda sahicilik aramasıdır..." (s.353) 64. "...Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı,Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız? Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur." (s.356) 65. "...modern teknoloji kültür farkını ortadan kaldırmayı amaçlamakta, bütün dünyanın aynı kültür altında zapturapt altına alınmasına çabalamaktadır..." (s.361) 66. "...Modern medeniyet düzenlilik,dakiklik,derli topluluk vasıflarını ön plana çıkarmayı başardığı için insanların içindeki intizam duygusuna hitap ediyor. Her şeyin mekanik,otomatik oluşu bir avuç aydın kişiye rahatsızlık verirken, milyonlarca insana iyi işleyişin bir belirtisi olarak görünüyor..." (s.363) 67. "...teknolojik donanım hangi ırktan, hangi kültürden olursa olsunlar bütün insanlardan benzer tipler alıyor.Daha da fazlası oluyor, insanların düşünme biçimleri ve zihinlerindeki yapılar tek boyuta indirgenebilecek derecede basitleşebiliyor..." (s.371) 68. "...İktisadi örgü, siyasi çatı, kitle iletişim araçlarının muhtevası, makinaların düzeni bakımından tektipleşen bir dünya içindeyiz..." (s.371) 69. "...Türkiye hem dünyanın herhangi bir ülkesidir ve hem de dünyanın hiçbir ülkesinin sahip olmadığı özelliklerle donatılmıştır.Biz,kendimiz de böyleyiz..." (s.373) 70. "...Her kötülük,her zulüm, her küfr, her karanlık bizi tedirgin etmeli. Bilmeli ki istenmeyen durumların hepsinden biraz da biz sorumluyuz..." (s.379) 71. "...Çağımızın insanı için yaşadığı zamanı anlamak diye bir olay bir bakıma imkansız.Çünkü yaşanılan zaman parçası bütün anlam ve önemini onu anlamaya çalıştığınız zaman dilimi içinde kaybetmiş oluyor zaten..." (s.395) 72. "...Batıyı demokratik yapan bireycilik, çıkarını koruma titizliği,ortaklıktan tasarlanan kar hesabıdır..." (s.400) 73. "...Yaşayan düşüncenin hayatiyetini gösterebilmek için kurumlarla donatılmaya, güçlü bir organizasyonla desteklenmeye, yasalarla korunmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar onu mevcudiyetlerinin bir parçası kılmışlar, yürüdükleri yolu ışıtan bir rehber olarak kabul etmişlerdir. Yaşayan düşünceyi güçlü kılan, o düşünce olmasa kendileri de olmayacak kişiler, müşahhas insanlardır..." (s.414) 74. "...Eğer bir şeyi düşünmüşsek, onu bir daha düşünmemiş olmayı başaramayız..." (s.420) 75. "...küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur,hiçtir. Müslüman hiçten hiçbir şey anlamaz..." (s.423) 76. "...insanın gerçekten sarahatle anladığı, mânâlandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri mânâsız bulmakta hak sahibi olabilir..." (s.424) 77. "...insanlar bir taraftan içinde yaşanılan sistemin bir birimi olmadan hayat bulamayacaklarına inanırken, öteki taraftan da sistemin herhangi bir birimi oldukları taktirde hayatlarının ellerinden alınacağına inanıyorlar..." (s.430) 78. "...Kaideler sağlamlaştıkça istisnalar çürüyor, bozuluyor." (s.436) 79. "...Şiddete şiddetle karşılık vermek acaba şiddetin sonu olur mu?..." (s.443) 80. "...Sağlıklı işleyiş içteki merkezin davranışlara mutlak hakim olduğu bir yapıda sağlanabilir. İçten dışa bulunabilir doğru ve haklı. Dıştan içe sadece baskı,yalan ve çürüme giriyor şimdilik." (s.451) 81. "...Samimiyet dedim, bu kelimeyle neyi anlatmak istiyoruz? İnsanın içinden geçenle dışa vurdukları arasında uygunluk olursa bunun samimiyet olduğu kabul edilir..." (s.458) 82. "...Muhlis ihlasının farkında değildir.Günahtan kaçarken ve sevap işlerken bu fiillerini birer karar verme meselesi yapmaktan çıkarmıştır..." (s.458) 83. "...Teslimiyet pazarlıksızdır. Samimiyet gösterişsizdir. İhlas endişesizidr..." (s.459) 84. "...Samimiyete açılan kapının anahtarı kimsenin elinden kapılacak değildir.Kapıyı açan anahtarı insan kendisi üretir..." (s.459) 85. "Ben Katolik geçinerek Vendee savaşını kazandım;Müslüman geçinerek Mısır'a yerleştim;Papacı geçinerek İtalya'da yürekleri kazandım.Bir Yahudi halkını yönetecek olsam, Süleyman'ın tapınağını yeniden inşa ederdim." Bu sözler Napoleon Bonaparte'ın. Özü itibariyle de dile getirdiği şudur:Eğer insanları boyunduruk altına almak istiyorsanız,önce onların inançlarını benimsemiş gibi görünmek faydalıdır... (s.461) 86. "...Bugün Avrupa ve Amerika'nın meselesi (Sovyetleri dışta tutmaksızın) diyebiliriz ki Müslümanların batı ölçülerinin dışında bir girişimde bulunmalarına engel olmaktır..." (s.463) 87. "...İnsanlar arasındaki, düşmanlıkların kaynağı bu yönüyle ortaktır diyebiliriz:İnsanoğlu kendi bireyliğini hissedemediği, insan olarak kendi önemini kavrama imkanından mahrum kaldığı anda benzerlerine çeviriyor silahlarını. Başkaları cehennemdir, diyor..." (s.469) 88. "...Batı'da doğmuş makinalı medeniyet bugün bütün yeryüzünü egemenliği altına almış olmakla birlikte halen insanlığın sorumluluğunu yüklenmeye bile yanaşmamaktadır. Hatta bu medeniyet, açlık,savaş,hastalık,eşitsizlik gibi kendisine düşman ilan ettiği ve fakat gerçekte kendinin türettiği kötülüklere karşı bile etkili olamamaktadır..." (s.475) 89. "...İnsanın bütün faaliyeti, iş hayatı sosyal ve ahlaki düzeni bir pazarın sınırları içine alınabiliyor. Üretim ve tüketim kavramları insanın bütün hayatını kaplayabiliyor. Her şeyin pazar içinde ve pazar için olduğu bir düzende insanın tek boyuta,iktisadi boyuta indirgendiğini görmemek mümkün değil.Siyaset,sanat,bilim ve her şey sınırları belli bir iktisadi faaliyetin başarısı için sanki..." (s.477) 90. "...Bilim teknokratik-bürokratik-elitist bir medeniyetin yapı taşlarını birbirine bağlantılı kılan bir harç durumuna geçtiğinden beri gericiliğin, yani obskürantizmin ideolojik bir göstergesi durumundadır..." (s.486) 91. "...Bilgi kuvvet kazandırıyor. Bilgi silahlandırıyor. Bilgi zenginleştiriyor.Ama bir tek soru kalıyor geriye,tek ama vazgeçilmez bir soru: Bilgi kurtarıyor mu? Bilgi hürriyet veriyor mu insana? Yoksa insan bildikçe daha çok paçasını kaptırıyor, kurtulmaya çalıştığı sıkıntının ağına daha çok mu dolaşıyor?..." (s.488) 92. "...Zıt düşüncelerin her birinin elinden tutan bilimdir, bilim hem milliyetçi, hem beynelminelci fikirlere dayanak sağlayabilmektedir. İnsanları öldürmek için mazaret arıyorsanız tezinizi bilimsel bir tarzda ortaya koymanız gerekir.Yok eğer, insanların uzun yaşamaları gerektiği düşüncesinde iseniz yine bu görüşlerinize bilimden bir nesnel temel bulmak zorundasınız.Yeter ki sözünüzün bilimsel bir temeli bulunduğunu ispat edin,gerisi kolay..." (s.490) 93. "...Çağımızda ırkların, kültürlerin, milli karakterlerin üstünde yer alan değer bilimdir.Bilim bir yandan ırkları, kültürleri, milli mevcudiyetleri özünden kopmuş bir hale getiriyor, bir yandan da bunların en sivri yanlarını besleyerek ırkları, kültürleri,milletleri saldırgan,uzlaşmaz,kıyıcı hale sokuyor..." (s.490) 94. "...Bilimle kendine mahsus bir yapı kazanmış dünyamızın savaşa ve barışa verdiği anlamlar da yenidir.Bilimsel bir temelden kalkılan savaşın barış,barışın ise savaş olduğu ispat edilebilir.Bilimsel olmaya şartlandırılmış zihinler de kabul ederler bunu..." (s.490) 95. "...Bir kez insanın bir makina, insanlık macerasının bir tiyatro olduğunu kabul ettik mi, kendimizin de maskeler takmış, gerçek kimliğini bir türlü ortaya koyamayan aktör ve aktristler olduğunu benimsemek zorunda kalırız. Böyle bir ortamda "ahlaklı" olmanın ne anlamı var?..." (s.500) 96. "...İslam'a göre ahlaklı olmakla ile mü'min olmak birbirinden farklı,birbirinden ayrı değerlendirilecek şeyler değildir.Güzel ahlak inanmış insanların meselesi olarak belirir. Münkir için ayrıca bir ahlak ölçüsü getirilmiş değildir ve onun davranışları ahlak sınırları içine sokulmamıştır..." (s.503) 97. "...Bilmeliyiz ki bize faydası dokunacak şey ileri toplumların bile içinde çırpındıkları gelişme humması değil, hayat içinde bulunmanın anlamı ve yaratılmış olduğumuzun bilincidir..." (s.510) 98. "...Geçmişi anlamlandıracak olan, içinde yaşanılan zaman dilimi ve o zaman diliminde gerçekleşen olayları yüklenmiş bulunan şahıstır..." (s.516) 99. "...değerli olan şey, bir bilgiye bilinç vasıtasıyla (yakin) ile ulaşmaktır. Doğru denilen şey bilinç vasıtasıyla elde edilmediği zaman onu korumak da mümkün olmaz..." 100. "...bir insanın davranışı onun kıymetinin de bir işaretidir..." (Bahauddin Nakşbend) (s.533) 101. "...çağın araçlarını, yaşama biçimini ve anlayış tarzını gözönüne almayan, onlarla hesaplaşmayı göze almayan hiçbir çözüm gerçekçi ve sahici olmayacaktır. Medeniyetin vardığı noktayı, teknolojik seviyeyi ve insanın nasıl anlaşıldığını şuurla kavrayamayan bir Müslüman "off-side" da olduğunu iyi bilmeli..." (s.537) 102. "...Bir filozofun yanlışını çıkarmak üzere okumaya başlarsak hem kendimizi onun üstüne koymuş oluruz, hem de onda yaşayan muhtemel gerçeği yakalama imkânını kendimize kaparız..." (s.542) 103. "...Eğer biz Batı düşüncesinin temelini kavramaya gücümüz yetmediği için Doğulu içinde yaşadığımız toprakların nefes alışlarını hissedemediğimiz için de Batılı kafa yapısını benimsemek tavrını seçersek zihniyetimizin çarpıklığı kemikleşir..." (s.547) 104. "...Aklın yolu birdir diyerek bütün insanları kendi görüşümüze sığdırmaya çalışmak, aklı ortadan kaldırma çabasından başka bir şey olmaz..." (s.553) 105. "...kendine karşı dürüst kalmaktan daha değerli bir vasıf bilmiyorum ben..." (s.560) 106. "...faal bir hayatı destekler usta kişiler. Kolayca yaşanabilen, herkesin meselesini kolayca çözebileceği bir hayat âlim kişilerin, büyük hekimlerin, kuvvetli şahsiyetlerin yerlerini kaybedecekleri bir hayattır..." (s.566) 107. -İtalyanlara karşı niçin bu kadar şiddetle mukavemet ettin? -İmanım için. -Bu kadar az kuvvetle ve bu kadar az vasıta ile bizi Trablusgarp'tan atabileceğini ümit ediyor muydun? -Hayır. -O halde ne elde etmeyi ümit ediyordun? -Hiç. Ben imanım için dövüşüyordum ve bu bana yetiyordu. Geri kalanı Allah'ın elinde idi. (s.239)s
Bu yorum görüntülenemiyor
Hicc okurunun profil resmi
Bu güzel etkinlikte emeği geçen herkesin yüreğine sağlık..
Meryem Yılmaz okurunun profil resmi
Tam 1 yıl geçmiş üzerinden, Salih Hocam ne güzel birşeye vesile olmuştunuz, değerli arkadaşlarım da sağolsunlar çok sağlam incelemeler okumuştuk bu vesileyle. Tekrar teşekkür ediyorum 🌿
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Rica ederim Meryem hanım sizlerin sayesinde olmuştu tekrar hürmetlerimi sunuyorum :)) Selametle
1 sonraki yanıtı göster
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Hemen bakıyorum İnci hocam..
Mutâlî’ okurunun profil resmi
KONU : VE'L -ASR YAZAR: İSMET ÖZEL İNCELEYEN: GÜLSÜM İLERİ Ve'l-asr, zamana yemin edildi.gösterdi ki, tüm insanlığa şahitti zaman. Zaman iyiliğe, yaşanmışlığa, hedefe sarılmaya, hakka hamileydi. doğan asr ile doğru ve güzel haslet, dinin temeli, insanlığın mayası faziletin esaslarıdır. Peki doğan zaman insanı nereye bıraktı , kiminle savaşta yalnız korumasız bıraktı.Unutulan neydi insan dünyasında,zamana haykırılan neydi? Bize sunulan iyiliği kabul etmedik.Oysa insan hayatı ''iyi''nin olduğunu hissederek zamana bırakıldı.İnsan iyilikle yola çıkmıştı. Acaba bizler iyiliğe ,insanlığa mensup muyuz. Neden mi? Önümüze modern hayat biçimini çizdiler içimizi boşaltılar.Kendimiz olmaktan uzaklaştırıldık,usulca sokuldu bize ait olmayan inançtan yoksun kendinden habersiz düşünceler.Bizden alınan ''Biz'' idik.Uyumuştum uyandığımda , ''ben'' yerinde değildi.Ve'l-as ''ben '' olmadığıma mı şahitlik ediyor. Evet yoktum benliğimde .Dünya yönetimine bencilliği aldılar.Merkezde o vardı. Sonra dar kalıplar çizildi üzerine.Ne kadar biliyorsan o kadar güçlüsün dünya sahnesinde.Öyle ki; modern hayat , gücün birikiminden ibaretti. Müslüman'ı dar kalıplarla öyle darlattılar ki Kuranı Kerimi anlamada yoksun kaldılar.Anlaşılmaması için savaş verildi resmen.İslam olarak , bu kalıplardan çıkma adına , canlı kalma adına bir karşılığı bir bedeli olsa gerek.Bu bedel için ne tür hayat sürdürdüğümüze bakmak lazım. Ve hayat sahnesi , modernleşmenin yan ürünlerinden biri olan sosyalizm , dünya sisteminin gelir dağılımı , insanların bunlarla gelişip serpilmesi.Fırsatları kullanma sahnesi. Unutulan kime karşı mesuliyetimiz . Çünkü mesuliyet bilinince kabuliyetlik bilinmiştir.Bu dağılımda dost kim düşman kim? Şu bir gerçek ki anlamadığımız sistemin düşmanıyız ya da kölesiyiz.Buna binaen sistemi bilmek öze inmek lazım.Ortada bir pazarlık söz konusu .Pazara sunulan ihtiyaç mı yoksa Müslümanlık mıydı? Şahit olsun asr, pazara sunulan İnancımız benliğimizdir.Asr Müslümanlar adına gerçeklerle yeminler etti.Çünkü asr toplumla ve ülkenin topraklarıyla irtibatımızın din sebebiyle kurulduğunu haykırdı.Fark edilecek olan din bağının olmasıdır.Bu bağda kurulan kültürdür. Aynı kökün farklı meyveleriyiz.Bu kökün zihninde her nesnenin bir diğeriyle bağlantısını ispatlar.Bu bağ kültürdür.Kültürü bulanık sulardan kurtarırsak, toplum berraklaşmış olur.Bu berraklık olgunluk getirir. Olgunluktan nasiplenmek için; değerleri olgunlaştırmak lazım. Ki zaman içinde yaşanan düşünce terörü, bu olgunlukta yol katetmemize izin vermiyor.Doğduğumuz yerde olmadığımıza inandırdılar.Çünkü hiçbir kültür doğduğu yerde olmadığına inanmış.Doğduğumuz yeri tartışmaktan başka bir şey yapmıyoruz.Kendimize mahsus kararlar almak ve direnmek gibi tavır sergilemiyoruz.Korkar olduk düşünmekten aslında her şey olamazsak hiçbir şey olamayız. Aynı fabrikanın çarkları gibi idik.Fakat şimdi çarklar farklı fabrikaların sisteminde.Bu sistem dayatma sistemidir.İlahi otoritenin gereklerine perde indirme sistemidir. Kör edildi görünmesi gereken gözler.İhmalle uğratıldı ademoğlu. Noksan olan neydi? Kendi değerimizi , kıymetimizi bilmemek.Zaten kafirlerin korkusu , ülkemize ve kendimize sahip çıkma olayıdır.Kendini bilen her şeye varmıştır.Merakımız köreltti.Her şey bireysellik adına denildi.Susturuldu vicdanlar.Samimiyetlik ''biz '' duygusunu insanlık gündeminden çıkardılar.Değerin kendisini bile değersiz kıldılar.Toplum denilen insan yığını değer konusunda duyarlılığını , değer bilgisini elden çıkarmış durumundadır. Peki ne yapılmalı?? Yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır. Dolayısıyla bize düşen , düşüncelerimizi İslam la berraklaştırmaktır. Sahicilik , hakikat arayışlarında toplum ve toplum çarklarını İslam la buluşturmaktır.Modernlik kendini kaybetmek değildir.Kendinde hakikati araştırmaktır.Hayatımızın çarkı ; erişkinlik, yetişkinlik , olgunluktur.Olgunluk, eğitim farkındanlıktır.Piyasanın olgunluk kimseleri , gerçekçi , işleyişi içlerine iyice sindirmiş kimselerdir.Dünyanın bugünkü işleniş tarzına uymak değil, gerçek ilme uydurmaktır.Gerçek olan ise dünya milletleri arasında hakikatle karar kılınmış ,kendimizin karar sahibi olduğu bir yer olmasıdır. Müslüman toplumun sorumlusu bizleriz.''Ben'' mantığı yerine ''biz'' mantığı olmalı.Merkezdeki bencilliği yok etmeli. Biz mantığı herkesin bir başkasına yer açmasıyla mümkündür. Başkasına verebilecekleri bir şeyi elde etmeye çabalamalıyız.Samimi bir dava için , gelecek aydınlık için, HERKES KENDİ EVİNİN ÖNÜNÜ SÜPÜRMELİ. Bedel senle olur.Kendi hakikatlerinle var olunmalı.İzin verme seni başkalaştırmalarına.Sen toplumun olgunlaşmasısın . ALINTILAR: Bize sunulan iyi şeyleri kabul etmiyoruz.(syf 13) Kötüyü reddetme tavrımız içinde bulunduğumuz ortamın niteliğini anlama fırsatını sağlayacaktır.(13) Modern yaşama biçimi insan elinden çıkma kurumların içini boşaltı.(18) uyumadan önce bıraktığım ben yerinde değil.(21) Bu kalabalık, debdebeli ve karmaşık şehirde, sen bu sabahtan itibaren ''ben'' olduğuna göre , lütfen söyler misin ben artık kimim?(21) Büyük düş kurmamak yetmez, büyük düş kurdurtmayacağına da söz ver.(67) Hangi şekli almış olursa olsun, insan teki bir gün kendinden bağımsız olarak şekillenmiş bir dünyaya bırakıldığını fark eder.(71) Kimin gelecek kuşaklar hesabına bir şeyler yaptığı da hepimizin meselesi.(78) Türkiye'de çatışma büyük ölçüde sosyo-kültürel çerçevede gözlemlenebilir.(82) Sahip çıkan değerler açısından olgunluktan nasibini alamamış bir topluma mensubuz.(84) İnsanoğlu menfaati bakımından fare deliği önünde bekleyen kedi gibidir.(91) Toplumu topluma bırakmayın(99) Toplumu topluma bırakınca bütün ipler dünya sisteminin, o sistemin lordlarının eline geçiyor(100) Biz burada insan gücü ve üretkenlik bakımından dünyanın en verimli bahçesinde yaşıyoruz.(106) İşe yaramayan kişisel başarı çağında yaşıyoruz.(108) İnsanlar kendilerine bir kıymet atfederek etkinlikte bulunma şereflerinden mahrum bırakıldılar(125) İnsanlar arasında çıkar bağı değil de gönül bağı varsa, her biri muhatabını korumayı gözeterek davranacaktır.(140) Senin de başkaları gibi sistem tarafından yutulmadığını nerden bileyim?(160) Konumuz ciddi, çünkü devlet ve millet arasındaki mesafe hayatımızın biçimini belirliyor.(197) Telaffuz edilen cumhuriyet ile lisan-ı hal ile ortaya konan demokrasi arasındaki kopukluk Türkiye'deki bütün sıkıntının ve başarısızlığın kaynağıdır.(250) Bir musibet bin nasihatten yeğdir, derler oysa insan haysiyetine yaraşan tavır öncellikle nasihatin etkisini hissetmede yatıyor.Musibet gelip çattığında, bir çok şeyin anlaşılması kolaylaşır, ama gücünü onarmak için çok geç kalınmış olabilir. KONU:BİR FACİANIN HİKAYESİ YAZAR:CEMİL MERİÇ İNCELEYEN: Sabriye YABANCI Cemil Meriç, toplumumuzdaki en önemli mütefekkirler arasında yerini almış hem ulusal hem evrensel fikirleri okuyarak, araştırarak öğrenmiş bu uğurda 38 yaşından sonra görme yetisini kaybetmiş mümtaz bir fikir adamı. Ancak göremiyor olması onu araştırma, inceleme ve bildiklerini fikir süzgecinden geçirerek yazma noktasında engellememiştir. O, hayatı boyunca irfan dünyamızı aydınlatan pek çok eser kaleme almıştır. Bunlardan biri de artık basımı yapılmayan Bir Facianın Hikayesi adlı eseridir. Meriç bu eserinde özelde insanın genelde dünya üzerindeki toplum ve milletlerin çıkarları doğrultusunda sabit fikirlerle hareket etmelerini, kendilerince benimsenmeyen fikirlerin irdelenmeden toptan reddedilmesini veya benimsenen fikirlere körü körüne bağlı kalınmasını eleştirir. İnsanları tefekküre çağırır. Kendinden olmayana hayat hakkı tanımayan bir düzeni, fikir ve ideolojilere saplantı noktasında bağlılığı insanlığın faciaya sürüklenişi olarak ifade eder ve bu facianın hikayesini dünyadaki ve Osmanlı Devleti'ndeki son iki yüz yıldır yaşananları gözler önüne sererek daha somut hale getirir. Meriç insanları yönetenin fikirler değil sloganlar olduğunu, ideolojilerin yol gösteren birer harita değil idrake giydirilen deli gömlekleri olduğunu belirterek günümüzde de varolan anarşizm, terör, ihtilaller ve şiddet gibi sorunları doğu-batı ekseninde irdeler. Toplum bir cinnet halindedir. Anomi yani şuursuzluk, çürüyüş ve çöküş karşısında oluşturulan mefhumlar, insanların sorunlarına çözüm olmak bir tarafa belirsizlikleri, farklı algılanmaları ve aldatıcı olmaları sebebiyle bu sorunların daha fazla artmasına sebep olmuştur. İnsanlığın hırs ve tamahı bir ekonomi çağını başlatmış bu süreçle birlikte insanlar kabul gören ekonomik sistemin çarkları içinde her geçen gün benliğini yitirerek mavera inancından biraz daha uzaklaşmış mukaddesatlarından koparılmış maddi hazlarının esiri olmuş ortak şuur kaybolmuş ve düzenin kölesi haline gelmiştir. Kapitalizm bu sistemlerden biridir ve batı medeniyeti kendi refahı ve mutluluğu adına hammadde sağlamak ve ürünlerini pazarlamak için bir sömürü düzeni oluşturur ve dünyadaki güçsüz ülkeleri kolonileştirir. Varlığını sürdürebilmek adına da her türlü cebir ve şiddeti mübah sayar. Barış, ticaret hürriyeti ve ihtiyacı olan ülkelere kredi temin edilmesi gibi kulağa ve gönle hoş gelen söylemlerle yoksul ülkeleri ustaca borçlandırarak kendine râm eder. Sanayileşme ve üretimin artmasıyla birlikte köyler gittikçe boşalır şehirlerde nüfus artar aileler dağılır büyük işletmelerin bünyesinde çalışan yığınlar işçi sınıfı diye bir sınıf oluşturur ve ekonomi hayatı düzenleyen tek etken haline gelir. Meriç üç farklı yoldan aynı feci akıbete sürüklendiğimizi belirterek bunları şu şekilde sıralar. *Entellektüalizasyon: Ruhun inisiyatifin, hürriyetin ve dilediğimiz gibi hareket etme kabiliyetinin bir yana itilişi. Karar muhtariyetini kaybettik. Karşılaştığımız her durumda ne yapacağımız önceden belli. Bir emirler ve yasaklar ağı ile kuşatılmışız. Bir sistemin parçasıyız. Ferde kılavuzluk eden gönül değil, kendi dışında bir kafa. Bir işletmeye giren herkes ruhunu vestiyere bırakıyor. İnsanın gerçekten insan olduğu bir medeniyet sona ermiştir artık. Emeğin mahiyeti değişmiştir. *Materyalizasyon: Günümüz insanı bir makinadır, daha doğrusu makinanın bir parçasıdır, *Egalizasyon: Yaşayış şekillerimiz baştanbaşa yeknesaklaşıyor. Çağımızın vebası, bu yeknesaklaşma. Üçü de aynı hastalığın belirtileri: Rasyonalizasyon. Ekonomi çağı, sınıfları ve sınıf kavgalarını da beraberinde getirmiş ve birçok farklı görüşün ortaya çıkmasına sepep olmuş çatışmalar artmış her şey maddeyle değer bulur ve ölçülür hale gelmiş ve Meriç'in ifadesiyle insanlar arzı fethetmek için arştan vazgeçmişlerdir. Meriç şiddeti Avrupa'nın Tanrısı olarak görür ve şiddetin hiçbir dönemde bu kadar yüceltilmediğini söyleyerek “Maverayla göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan.” diyen Camus'u doğrular. Meriç batı medeniyetini yalancı ve katil olarak tanımlar ve temelleri sarsılmakta olan bu medeniyetin şuursuz takipçileri olarak aynı vahşet ve terörden bizlerin de sorumlu olduğumuzu dile getirir. Terörün de bütün sosyal hastalıklar gibi ülkemize Batı'dan geldiğini teşhis ve tedavisinin de batıdan öğrenilmek zorunda olduğunu ancak aydınların başını kuma gömerek bunları görmezden gelmelerini ya da şairane sözlerle bu yangını söndürebileceklerine inanmalarını eleştirir. Anarşi, anomi, terör ismi değişse de yenileşme hareketlerinin sonucunda toplumda ortaya çıkan buhran karşısında medeniyetler yıkılır, toplum hayatına yön veren inançlar yok edilir. Buna mukabil şuursuz bazı aydınlar topluluğu sevinç naraları atarken durumun ciddiyetini farkeden ve bu tahribatın önüne geçmek isteyen vicdan sahipleri var güçleriyle bu tahribata engel olmaya çalışır. *Mustafa Sungur'un kitabı (Anarşi, Sebeb ve Çareleri, 1978), Bediüzzaman’ın bu korkunç felaketi önlemek için nasıl yarım asır çalıştığını anlatıyor. İktidar, kulaklarına pamuk tıkamayıp Nurslu Münzevi’nin ihtarları üzerinde düşünmek zahmetine katlansaydı. Ülkenin akıbeti bu kadar hazîn olmazdı belki. Bediüzzaman'a göre, “Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet-i mutlaka’ya düşer, anarşist olur”. “Ruhunda kemâlata medar hiç bir halet kalmaz, vicdanı tefessüh eder, hayât-ı içtimaiye için bir zehir olur”. “Laubaliler iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar.” Müslüman başka bir dine giremez. Ne Hıristiyan olabilir, ne Yahudi, ne de Bolşevik. “Çünkü bir İsevî Müslüman olsa, İsa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed aleyhissalatü vesselamın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiç bir dine giremez, anarşist olur.” Kitabın bundan sonraki bölümü o zamana kadar yayımlanmamış ve Sedat Zekiye ait olan ve son elli yıla ait Osmanlı niçin sanayiini kuramadı? Avrupa'nın dostluğuna ne kadar güvenebiliriz? Rusya ile hemhudud ülkeler toprak bütünlüğünü nasıl korudular? Kâh Yeni Osmanlı, kâh Jön Türk diye anılan intelijansiya toplumumuzda niçin uğursuz bir rol oynamış? İktidarla aydın çatışması. Abdülhamid Han'ın gerçek kişiliği gibi konulara ışık tutar ve Meriç bu değerlendirmelere kitabında hiç değiştirmeden yer verir. Kitap Ali Paşa'nın vasiyetnamesi ile son bulur. ALINTILAR ***Bir buçuk asırdır Avrupa'da ve Amerika'da olup bitenleri anlamak için Şeytan’ın gücüne inanmak lâzım. Gördüklerimizi Şeytan’ın işi diye vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok. Mavera inancını yıktı Şeytan. İnsanları kibirlerinden yakaladı. Tanrı’dan ne farkımız var demeye başladılar. Ve Şeytan içimizde uyuklayan aşağılık insiyakları şahlandırdı : “Hırs, tama'ı, altın aşkı.” Bu insiyakların doludizgin at koşturacakları bir iktisat düzeni ilham etti: Kapitalist ekonomi. (s.8-9) ***Ortak bir şuur yok artık. Herkesin konuştuğu dil başka. Hırsızlarla dolu bir panayırdayız. Bezirgânlar mallarını sürmek için sesleri çıktığı kadar bağırıyorlar. Tam bir yaygara. Oysa medeniyet üslûp demektir.(s.21) ***Vaktiyle bütün insanların kolayca kavradığı hakikatleri anlayamaz olmuşuz yavaş yavaş. İlâhi hikmet unutulmuş.(s.21) ***Bugün aslî cevherlerine sadık kalmış medeniyetlerle (Doğu medeniyetleri) aslî cevherlerinden uzaklaşmış yani sapıtmış medeniyetler (Batı medeniyeti) karşı karşıya.(s.25) *** Mümin Tanrısıyla gönül gönüledir. Yekpare bir varlık, mistik bir vücud olarak hissedilen dini topluluklarda ferd hiçbir şey değildir ve her şeydir. Düşünceler, imajlar, mitler, âyinler, bayramlar vasıtasıyla hissettirilir ona. İşte XVIII. asra doğru Avrupa’nın geniş sosyal tabakalarında tabakalarında adamakıllı sarsılan bu içtimai îmandır.(s. 31-32) ***İnsanlık bu güne kadar iki çeşit medeniyet yaratmış, diyor Ferrero: şiddete dayanan medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyetlerde ise, kurnazlık ve aldatmaca yolu ile yapılır. (s.63) ***Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm. (s.71) ***Anlarız ki şuur, tek güzel şey. Çünkü her şey şuurla başlar, her şeyin değerini yapan şuurdur. (s.98-99) ***Elli yılda yetmiş milyon insanı yerinden yurdundan eden, köleleştiren, yok eden bir dönem ancak ve her şeyden önce yargılanmalıdır diye düşünenler çıkar belki. Ama dönemin suçluluğu iyice anlaşılmalı değil mi? (104) ***Bir zamanlar zorba, şânını yüceltmek için kentleri yakıp yıkıyor, galibin arabasına zincirlenen tutsak eğlenen kentlilere teşhir ediliyor, toplanan halk önünde yırtıcı hayvanlara fırlatılıyordu. Bu kadar dobra dobra cinayetler karşısında, vicdan metanetini koruyabilir, muhakeme berrak kalabilirdi. Ama hürriyet bayrağı altındaki esir kampları insan sevgisi adına veya insan üstü uğruna işlenen katliamlar muhakemeyi bir mânâda alt üst ediyor. Cinayet suçsuzluk postuna bürününce (zamanımıza mahsus garib bir terslik), suçsuzluk kendini savunmak zorundadır. (105) ***“Çok acı, daha doğrusu çok ayıp... Bombalar patlar ve günahsız insanlar göz göre göre öldürülür veya sakatlanırken gazetelerdeki iri başlıklar ve haber bültenlerine öylesine alıştık ki, kılımız bile kıpırdamıyor artık. Birbirini kovalayan her saldırıdan sonra içimizden yükselen öfke çabucak kaybediyor etkisini.” (111) ***Avrupa'nın yayılması korkunç oldu: bütün Afrika'yı, Okyanusya'yı, Güney Asya'nın tümünü ele geçirdi Avrupa. Haritaya bir göz atın. Fransa’nın, İngiltere'nin, Hollanda'nın, Belçika'nın, Almanya'nın sömürgeleştirdiği uçsuz bucaksız topraklar görürsünüz. (135 ) ***“Batı Olayı” karmaşık bir gerçek. Olayın kahramanı Avrupa: ama bir değil iki Avrupa var. Birinci Avrupa insanlığa âşık, hürriyetçi, adalete, terakkiye gönül vermiş, beşeriyetin refahı peşinde, İkinci Avrupa kıyıcı, çıkarlarından, kazancından başka kaygısı yok, hasbelkader eline geçen ilim tekelini insafsızca sömürmek istiyor. Her iki Avrupa'nın konuştuğu dil aynı. İkisi de “geri kalmış” ülkeleri ilim ve terakki yolunda, kendilerine yetişmeye çağırıyor. Ama efendim, elbette ki önce can, sonra canan. Batının sanayileşmiş bölgelerinde nüfus hızla çoğalmaktadır. Önce onları beslemek, yaşayış seviyelerini yükseltmek lazım, tabii siyasî bir etkinlik kazandıkları yani sözlerini dinletebildikleri ölçüde. Kıyıcı Avrupa, kendini bu işe adamış. (142) ***Bir kelimeyle Avrupa’nın başlıca davası Asya’nın direncini kırmak, onu kendine benzetmek ve gönlüne göre istismar etmektir. (192) ***Bir tasavvuru kuvveden fiile çıkarmak için üç şey lâzım: İlim, irade ve kudret. ( 233 ) ***İnsanlar refah ve emniyet peşindedirler, vatan bu iki ihtiyâcın sağlandığı yerdir. (318) Bir Facianın Hikayesi, günümüz sorunlarına bakışımızı etkileyecek düşündürücü ve derin bir kitap. Kendi adıma kitaptan çıkardığım ana fikir: İnsanlar dinden milli ve manevi değerlerinden özgürlüklerini kısıtladığı gerekçesiyle kaçarken kendilerine barış insan sevgisi gerçek özgürlük yaftalarıyla sevdirilen , dünyadaki hakim güçlerin menfaatine yarayan ideolojilerin kölesi oluyurlar da farkına bile varmıyorlar. KONU:İSLAM’DA DÎNÎ DÜŞÜNCENİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI (Muhammed İkbal) İNCELEYEN: Erkam İncelemesini yaptığım kitabın tercümesi Prof. Dr. Celal SOYDAN’a aittir. Hece Yayınlarından çıkan eser 191 sayfadan oluşmaktadır. Aynı eserin Rahim Acar’a ait çevirisine kıyasla daha yoğun bir akademik dil kullanılmış. Bu sebeple kitabın bazı bölümlerini anlamakta zorlanışımda, mevzunun derinliğinin yanı sıra çeviri dilinin de etkisi olduğunu söylemeliyim. Eser, Muhammed İkbal’in 1928-1929 yıllarında Hindistan’ın değişik kentlerinde sunulan İngilizce konferanslarının bir araya getirilmesinden meydana gelmiştir. Konferansların temel amacı İslam düşüncesinde yeni bir yapılanmaya zemin hazırlamaktır. Zira İkbal bu türden bir yapılanmanın zorunluluğunu her fırsatta dile getirmiştir. Eserde dikkatimi çeken hususları şöyle sıralayabilirim: 1- Öncelikle İkbal’in felsefi düşünce alanında ki ilmi derinliği hayranlık hissi uyandırıyor 2- Eserde, İslam’ın geleneksel yorumlamalarının dışında orijinal bakış açılarına yer verilmiş özellikle dikkatimi çeken konuları başlık halinde sıralayacak olursam: *Allah (Mutlak Benlik) * Peygamber ve Misyonu *İbadetlerle amaçlanan gaye ve neden toplu halde eda edilmesinin gerekliliği? *Hz. Adem kıssasının Kuran’da ki ele alınış şekliyle, hangi noktalarda eldeki diğer kutsal metinlerden ayrışmaktadır? Kıssada geçen Cennet, yasak ağaç, ta’lim-i esmâ, Şeytan kavramları? -Zaman, Mekan ve Ölümsüzlük üzerine bir değerlendirme. -Kader anlayışı. -İslam Hukuku ve “İçtihat” kavramı. -Dua (bu bölüm enfesti) -Mesih’in zuhuru ile ilgili beklentinin arka planı 3- Elbette ki eser konferans üslubunu yansıtmaktadır, ele aldığı mevzular ile ilgili bütün aktarımlar İkbal’in kendine ait yorumlarıdır. Öne sürdüğü fikirlerini uzun uzadıya ispatlandırma veya dipnot oluşturma çabası içerisine girilmemiş. 4- Eseri daha çok İkbal’in İslam Dünyasına; uyanışa geçilmesi, zaman kaybetmeden eldeki Hakikat’in üzerindeki küllerini savurup yeni bir aşk, heyecan ve bilinçle insanlığa sunulması gerektiğini, haykırdığı düşünceleridir. Zira İkbal’e göre bütün bir Batı medeniyetinin de düştükleri manevi çöküntüden kurtulmaları, ancak İslamî Hakikatlerin yeni bir okuyuşla ele alınmasıyla mümkün olacaktır ve yine çağın ve daha ilerisinin önünü açacak, basiretimizi keskinleştirecek, idrakımızı billurlaştıracak bir zemin de ancak bu yeni yorum çabası esnasında gerçekleşecektir. ALINTILAR *İslam’ın da tıpkı Asya’nın eski dinlerinde olduğu gibi çağın şartları ışığında incelemeye ihtiyacı olduğunu belirtir. Geçmiş dönemde ki Kuran müfessirlerinin büyük hizmetlerde bulunduğunu ancak onların eserlerinde modern akla hitap etmekten uzak hususların varlığından bahseder.(s.7) *Çağımızın en dikkat çekici olgusu, İslam dünyasının manevi bakımdan büyük bir süratle Batı’ya yönelmesidir. Bu akımda sakıncalı bir yön yoktur, zira entelektüel yönüyle Avrupa kültürü aslında İslam kültürünün çok önemli bazı yönlerinin gelişmiş bir şeklidir. Ancak tek endişemiz o kültürün parlak dış görünümünün bu akımda ön plana çıkması ve onun asil özüne kadar ulaşmamıza engel olmamasıdır. (s.8) *Kuran ‘düşünce’den çok ‘amel’i vurgulayan bir kitaptır. (S.9) *Kuran “Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir…” ayetinin işaret ettiği biyolojik birlik deneyimi, somutu anlamaya alışkın olan bu çağın aklı için organik bakımdan daha zahmetsiz ve psikolojik bakımdan daha uygun bir metoda uymayı gerekli kılmaktadır. (s.11-12) *Dinin temel amacı içsel ve dışsal olarak karakteri dönüştürmek ve ona rehberlik etmek olduğuna göre onun varlığını oluşturan genel gerçeklerin istikrarsız hale getirilmemesi gerçeği açıktır. (s.14) *İslam’ın rasyonel temellerini aramanın bizzat Hz. Peygamber’in mübarek zatıyla başladığını söyleyebiliriz. O, “Allah’ım beni eşyanın hakikatinden haberdar et!” diye sürekli dua ederdi. (s.15) *Yunan felsefesinin etkisiyle ortaya çıkan çeşitli skolastik teoloji akımlarına göz attığımızda ve onları, Kuran’la karşılaştırdığımızda Yunan felsefesinin İslam düşünürlerinin görüşlerine büyük bir katkı sağlamış olmakla birlikte genel olarak Kuran basiretlerini körelttiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır. (s.15) *Kant’ın “Salt Aklın Eleştirisi” adlı eseriyle insan aklının sınırları belirlendiğinde rasyonalistlerin din konusunda yazdıkları her şey bir kağıt yığını olarak kaldı. Bu yüzden Kant, ülkesi için Allah’ın en büyük hediyesi olarak tanımlanır. (s.17) *Bu kapsamlı bütün, Kuran’ın tabiriyle “Levh-i Mahfuz” dur ki onda bilimin henüz belirlenmemiş imkanları bir gerçek olarak ta başından beri muhafaza edilmektedir. Kesintisiz zaman içinde sınırlı kavramların ardışık şekilde ortaya çıkmasından anlaşılmaktadır ki bütün bu parçalar ta baştan beri kendilerinde saklı bulunan bir ‘vahdet’ te toplanmışlarıdır. (s.18) *Müslümanlarda ortaya çıkan taze uyanış, dînî öğretileri yeni baştan yorumlama isteğiyle birlikte Batı felsefesinin gerçekte ne olduğunu ve İslam ilahiyatının gözden geçirilmesi hatta mümkün olursa yeniden yapılanmasında Batı düşüncesinin yarattığı sonuçlardan sağlanacak faydanın ne ölçüde olacağını içtenlikle düşünmek zorunludur. (s.19) *Kuran’ın temel amacı, Allah ile evren arasındaki çok yönlü yüksek ilişki bilincini insanın içinde uyandırmaktır. (s.20) *Kuran’a göre içerisinde yaşadığımız evrenin nitelikleri nelerdir? -Öncelikle kainat sadece bir yaratma oyunu değildir. (Duhan 38-39-) - Evren daha da genişleyebilecek şekilde yaratılmıştır. Onun ta içinde yeni bir yaratılma rüyası saklıdır. Yaratılması tamamlanmış, değişemez bir evren tasavvuruna Kuran yer vermez. (Fatır 1-Ankebut 20) (s.21) *Aslında bu sınırsız zaman ve mekan, insanın hükmediciliğinin ona tam olarak hükmetmesini beklemektedir. İnsanın görevi, Allah’ın alametleri üzerinde düşünmek ve bu şekilde tabiata hükmedebileceği çareleri bir hakikat olarak keşfetmektir. (Lokman 20-Nahl 12) (s.23) *Kuran’da tasvir edilen insan, kendi öz varlığında yaratıcı bir faaliyettir; bir varlık aşamasından diğerine geçen yükselişte olan bir ruhtur. Çevresini saran evrenin en derin arzularına ortak olmak ve bazen onun güçlerine uyum sağlayarak bazen bütün gücünü kullanıp onu kendi amaç ve gayelerine uygun hale sokarak hem kendinin hem de evrenin kaderini şekillendirmek insana nasip olmuştur. (İnşikak 16-19- Rad 11- Bakara 30-33) (s.23) *Kuran’ın dikkate değer bir özelliği de Hakikat’in gözlemlenebilir yönüne çok önem vermesidir. Bunda ki temel amaç ise tabiatın Hakikat’in bir simgesi olduğu bilincini insanda oluşturmaktır. (Bakara 164- Enam 97-99) (s.25-26) *Asya’nın hatta aslında bütün eski dünya uygarlıklarının tamamının kalıcı olmak noktasında başarısız kalmalarının sebebi, Hakikate içsel yolculukla hareket etmeleri ve içselden dışa doğru yönelmeleriydi. Bu tutum onlara, sadece güçten yoksun bir teori sağladı. Güçten yoksun, teoriye dayalı bir medeniyet kalıcı olamaz. *Kuran’ın natüralist yönü, insanın doğayla derinden bağlantılı olduğunun itirafıdır. Doğa güçlerini yönetme bakımından birçok imkan sağlayan bu bağlantı, haksız bir hakimiyet kurmak yerine çok daha asil bir gaye uğrunda özgür bir şekilde gelişen manevi hayatta yükselmek için kullanılmalıdır. İşte bu yüzden gerçek bir Hakikat bilgisi elde edebilmek için his ve idrakin yanı sıra Kuran’ın ‘fuad’ veya ‘kalp’ diye tanımladığı gönül müşahedelerinden de yararlanmak gerekir. (s.27) *Mistik Deneyim’in Özellikleri (s.29) 1- Bu deneyim aracısız ve hızlıdır. Allah, matematiksel bir sistem veya birbiriyle bağlantısı ve deneyele hiç ilişkisi olmayan kavramlar sistemi değildir. 2- Deneyim parçalara ayrılamaz bir bütündür. Mistik hal bizi, bir bürün olarak Hakikatle karşı karşıya getirir ve uyaranlar birbirine karışarak öyle parçalanamaz bir bütünlüğe bürünür ki olağan özne ve nesne ayrımı yapılamaz. 3- Benzersiz ve yegane olan Diğer Benlikle derin bağlantı kurma haline yer vermesi. Bu hal sahibinin varlığının ötesindedir ama onu, tam olarak sarar ve onun bireysel varlığını geçici olarak bastırır. (Referans: Bakara 186) 4- Mistik deneyim aracısız yaşanan bir keyfiyet olduğu için onun, birebir başkasına aktarılması mümkün değildir. (Referans: Şura, 51-Necm, 1-18) Duygu her zaman sahibinin dışında ve ötesindeki bir şeye işaret eder; sahibine o yöne doğru rehberlik eder ve oraya ulaştığında görevi son bulur. Din, duygu ile başlamakla beraber hiçbir zaman sadece duygudan ibaret olduğunu kabul etmemiş ve sürekli metafiziği de elde etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla tasavvuf ehlinin bilgi aracı olarak aklın rehberliğini aleyhinde olmasını din tarihi haklı çıkarmamaktadır. (s.33) 5- Bir mutasavvıfın Ezeli Zat ile kurduğu samimi münasebetin onda daimi zamanın gerçek dışı olduğu hissini uyandırmasından daimi zamanla ilişkisinin tamamen kesildiği anlamı çıkarmak doğru olmaz. Mistik deneyim, eşsizliğine rağmen bir şekilde günlük deneyimle mutlak ilişkili kalır. *Demek ki bilgi edinme bağlamında mistik deneyim alanı da insan yaşamının diğer alanlarındaki deneyimler kadar gerçek ve güvenilirdir. Diğer duyu organlarının verileri olmadıkları gerekçesiyle onları göz ardı etmemek gerekir. (s.34) *Din, bilimden çok daha önce dini hayatta somut deneyimin gerekliliğinde ısrar etmiştir. Din ve bilim arasındaki anlaşmazlık, birinin somut deneyime dayanması diğerinin dayanmamasından değildir. Her ikisi de hareket noktası olarak somut deneyimleri ister. Aralarında ki anlaşmazlık aynı gerçeğe ilişkin veriyi yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Dinin insanoğlunun farklı bir deneyiminin özüne ulaşmaya çalıştığını unutuyoruz. (s.36) *Sınırlı ve basiretsiz dünyevi ömründe eğer bir mutasavvıf veya sıradan birine hem onun hem de bizim hayatımızın akışı değiştirecek bir tecelli görünürse bunun sebebi, Sonsuz Hakikat’in tüm somutluğuyla onun ruhuna inmesinden başka bir şey olamaz. (s.36) DİN DENEYİMİNDE VAHİYLERİN FELSEFİ ÖLÇÜTÜ *Skolastik felsefe Allah’ın varlığına ilişkin üç delil ileri sürer: Kozmolojik Delil: Dünyanın, sebep-sonuç ilişkisi içinde oluştuğunu ve bu sebepler silsilesinin nedeni olmayan bir ilk nedeni olduğuna dayanır. Teolojik Delil: Bu delil kâinattaki kusursuz düzenin mutlaka bir akıl sahibi varlığa delalet ettiğini söyler. İkbal bu delilden çıkan varlığın yaratıcı değil tasarımcı olduğunu söyler. Ontolojik deliller: Zihnimizde bir mükemmel varlık düşüncesi vardır. Bu düşünce tabiattan gelemez. Zira tabiatta değişim vardır. Bu da kâmil varlıkta olmaması gereken bir şey. O halde mükemmel bir varlık tabiatın dışında vardır. (s.39) *Sebep-sonuç dizisini belirli bir noktada bitirmek ve dizinin bir öğesini ilk sebep derecesine yükseltmek, delilin dayandığı nedensellik kanununun reddi anlamına gelir. Dahası bu delilin varabildiği ilk sebep, mutlak surette onu var edeni dışlar. Kendi sebebine sınır koyan sonuç, sebebini (failini) sınırlı bir şey durumuna indirgedi anlamına gelir. Ve yine bu delilin neticesinde elde edilen ilk sebep, doğal olarak Mutlak Zat’ın varlığı olamaz, zira nedensellik dizisinde sebep ve sonuç eşit olarak birbirine ihtiyaç duyar. (s.39) *Doğada bulunan basiret, amaç ve uyum belirtilerini incelediğimizde sonsuz akıl, bilgi ve güce sahip bir varlığın sahip olduğu sonucunu çıkartırız. Ama bu delil bize sadece tasarımcı fikri verir; yaratıcı değil. Malzemenin dışında düşünülen bir tasarımcı mutlaka malzemesiyle sınırlandırılmış olur. Gerçek o ki teolojik delilin yaptığı benzetmenin hiçbir değeri yoktur. İnsanın tasarımcılığı ile doğada gerçekleşenler arasında hiçbir benzerlik yoktur. (s.40) *Duyu ve sezilerle elde edilen vahiyler yoluyla Hakikat’e geçiş, gerçekten dinin Mutlak Hakikat’in nihai doğası hakkındaki görüşünden farklı bir noktaya götürü mü? Doğa bilimi, eninde sonunda materyalizme mecbur mudur? Kuşkusuz pozitif bilim teorileri güvenilir bilgiler oluşturur çünkü bu teoriler doğrulanabilir teorilerdir ve doğa olaylarını öngörüp kontrol etmemizi mümkün kılarlar. Ancak bilim dediğimiz şeyin Mutlak Hakikat’e ulaşmak için tek sistematik araç olmadığını unutmamak gerekir. Bilim Mutlak Hakikat’in kısmi incelemesini kapsayan birikimdir. (s.51) *Aslında çeşitli bilimler, her biri bir et parçası kapıp kaçmak için ‘tabiat cesedi’ ne üşüşen akbaba sürüsüne benzer. (s.51) *Nitekim tüm gerçekliğin arayıcısı olduğu ve insan deneyiminin bütünlüğü bakımından kesinlikle merkezi bir önemde olan dinin, gerçekle ilgili herhangi kısmi bir bakış açısından korkması için bir sebep yoktur. (s.51) *Gerçek idrak için bir tarz olan akıl, nasıl olur da kendinden başka bir şeyin evriminin sonucu olabilir? (s.54) *Zaman olmaksızın daimi değişimden söz edilemez. O halde iç deneyimimize göre bilinçli varlık, zaman içinde hayat demektir. İçsel deneyimin niteliği hakkında derinlemesine incele yaparsak zâtın (benliğin) kendi içsel hayatında merkezden dışa doğru hareket halinde olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla onun basîr (gören veya kavrayan) ve faal (etkin) olarak tanımlanabilecek iki yönü olduğu söylenebilir. (s.56) *Dış dünyayla kesintisiz ilişki sonucunda insanın basîr yönü perdelenmekte ve biz ondan habersiz kalmaktayız. (s.56) *Kuran’ın “kader” dediği zaman, organik bir bütündür. Bu kavram hem İslam dünyası içinde hem de dışında çok yanlış anlaşılmıştır. Aslında kader, imkanlarının henüz ortaya çıkacağı kabül edilen zamandır. Bu, nedenselliğin yani mantıki algının koyduğu şemanın karakterinden bağımsız bir zamandır. Kısacası kader, bir fikir veya hesap işi değil hissedilen zamandır. Bir şeyin kaderi, bir efendi gibi dışardan emreden talihin acımasız eli değil, her şeyin iç yeteneğidir. (s.58) *Hakikat’in hayatındaki her an özgündür; tamamen orijinal ve önceden öngörülemeyen şeyler yaratır. (s.59) *Aslında her yaratma eylemi özgür bir eylemdir. Yaratma ve yineleme zıt eylemlerdir zira yineleme mekanikliğe özgü bir niteliktir. İşte bu yüzden hayatın yaratma eylemini mekanizma terimleriyle ifade etmek imkansızdır. Bilim, deneyimler arasında uyumluluğu oluşturmaya ve mekanik tekrarlama kurallarını ortaya koymaya çalışır. Hayat, kendiliğinden olma duygusunun derinliği içinde tamamen bağımsızdır ve zorunluluk alanının dışındadır. Bu yüzden bilim, hayatı idrak edemez. Hayatın mekanik açıklamasının peşinde olan bir biyolog, böyle bir açıklama yapabilir, zira onun inceleme alanı davranışları mekaniklikle benzerlik gösteren hayatın ilkel formlarıyla sınırlıdır. Eğer o hayat incelemesini bizzat kendi içsel yansıması bağlamında incelese yani aklının nasıl özgürce seçtiğini, geleceği güçlü bir şekilde hayal ettiğini incelese muhakkak ki mekaniksellik kavramının yetersiz olduğunu itiraf edecektir. (s.59) *Hayat sadece dikkat eylemleri dizisidir ve dikkat eylemi, bilinçli veya bilinçsiz amaçlar referansı olmaksızın bir anlam taşımaz. (s.61) *Seraptan kurtulmuş olman senin içinde samimi bir su talebi olmayışındandır. (s.61) *Amaç kavramı, gelecek referansı olmaksızın tasavvur edilemez. Hiç kuşku yok ki mazi de mevcut zamanla birlikte hareket eder ve etkindir ancak mazinin şimdideki etkinliği bilincin bütünü değildir. *Hakikat, tamamen düşünce nurundan yoksun, kör bir hayat dürtüsü değildir. Onun doğası baştan sona erekseldir (önceden saptanmış bir amaç veya hedef doğrultusunda çalışmak). *Kuran görüşüne, evrenin önceden belirlenmiş bir planın zaman içerisinde detaylandırılması görüşünden daha yabancı bir görüş olamaz. Evrenin, asırlar önce tamamlanıp yaratıcısının elinden çıkmış ve şimdi zamanla alakasız şekilde mekan boşluğunda işlevsiz bir madde yığını gibi duran ve fiilen ölü bir eser değildir. (s.63) *Tabiat ile Îlâhî Zât arasındaki ilişki tıpkı insan karakteriyle kişiliği arasındaki ilişki gibidir. Kuran çok hoş bir ifadeyle bunu “Sünnetullah” olarak tanımlar. (s.64) *Tabiat bilgisi Allah’ın davranışını bilmektir ve bu bakış açısı fizik bilimine taze ruhani bir anlam katar. İbadetin başka bir türü olan tabiatı inceleme esnasında Mutlak Benliğe yakınlaşma ararız. (s.64) *İnsanın “henüz değil” sözü, onun bir amaç peşinde olduğunu veya onu elde etmekte o ana kadar başarısız olduğu anlamına gelir ancak Allah’ın “henüz değil” sözü, O’nun bütün bu faaliyet esnasında varlık bütünlüğünü de koruyarak kesintisiz yaratıcı imkanlarının tükenmez ve şaşmaz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. (s.67) *Hayatın entelektüel görünümü zorunlu olarak panteist (Vahdet-i Vücut) yapıda yansır. (s.68) *Felsefe Mutlak Hakikat’i biraz uzaktan izler. Din ise Hakikat ile daha yakın bir temas arayışındadır. Birisi teoridir, diğeri ise canlı bir deneyim, ilişki ve samimiyettir. Düşünce, bu samimiyeti elde etmek için bulunduğu düzeyin çok üzerine çıkmalı ve dinin dua diye tanımladığı zihni tutumda teskin aramalıdır. (s.68) ALLAH KAVRAMI VE DUANIN ANLAMI *Bütün deneyimlerimizin nihai temelinin benlik diye tanımlayacak nedenler bulduğumuz hikmet ve basiret sahibi yaratıcı bir irade olduğu gerçeği ortaya çıkar. Mutlak benliğin bireyselliğine vurgu yapmak için Kuran ona, ‘Allah’ adını verir ve onu şöyle tanımlar: “Deki: O, Allah birdir. Allah, sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas, 1-4.) *Allah’tan öte ve O’nun yaratıcı faaliyetinden ayrı O’nu diğer benliklerle kıyaslayacak ne zaman ne de mekan vardır. Mutlak Benlik, ne mekânsal sonsuzluk anlamında sonsuzdur ne de insanların mekânsal sınırlı bedenen diğer insanlardan ayrı olmaları anlamında sınırlıdır. Kısacası Allah’ın sonsuzluğu kapsam anlamında değil yoğunluk anlamındadır. O, sınırsız bir dizi içerir ama kendisi dizi değildir. (s.71) *Mekan ve madde Allah’ın bağımsız yaratma enerjisiyle ilgili aklın ürettiği değişik yorumlardır. (s.71) *Müritlerden biri: “Yalnız Allah’ın var olduğu ve ondan başka bir şeyin olmadığı bir an vardı.” Deyince. Bıstâmî Hazretleri: “Şimdi de öyle, tıpkı o anda olduğu gibi” cevabını verir. (s.72) *Varlığın bütün gamlarındaki benlik melodisi, insanda mükemmele ulaşıncaya kadar giderek tizleşen bir ölçüde devam eder. İşte bundan dolayı Kuran, Mutlak Hakikat’in İnsana şah damarından daha yakın olduğunu buyurur. Bizim varlığımız, ilahi hayatın daimi selinde inci taneleri gibi yaşamakta ve hareket etmektedir. (s.77) *Allah’ın yarattıkları arasında Yaratıcısı’nın yaratma hayatında bilinçli olarak yer alabilen tek mahluk insandır. (s.78) *Allah bölünemez bir tek algı eylemiyle her şeyi görür ve duyar. Allah’ın önceliği zamanın önceliğinin bir sonucu değil aksine zamanın önceliği, Allah’ın önceliğinin sonucudur. Bu bakımdan İlahi zaman, Kuran-ı Kerim’de “Ümmü’l-Kitab) olarak tamamlanan zamandır ve bunda bütün tarih sebep-sonuç örgüsünden bağımsız olarak bir tek bölünmez ebediyet üstü “şimdi” de toplanır. (s.80) *Mutlak Kudret, soyut anlamda alınacak olursa kör, sınırsız ve kontrolsüz bir güç demek olur. Halbuki Kuran tabiat aleminin karşılıklı olarak birbirine bağlı güçler sistemi olduğu yönünde keskin bir anlayışı vardır. Bu bakımdan Allah’ın mutlak kudreti Allah’ın hikmetiyle sıkıca birbirine bağlıdır ve bundan dolayı aksine ölçülü ve düzenli bir sistem şeklinde yansımaktadır. Aynı zamanda Kuran, “Bütün iyilikleri elinde tutar” diye buyurmaktadır. Eğer ilahi irade tamamıyla hayır ise çok önemli bir mesele karşımıza çıkmaktadır. Modern bilim, evrim sürecinin neredeyse evrensel boyutta acı, haksızlık ve kötülüklerden ibaret olduğunu ortaya koymuştur. (s.84) *Zihinsel yapımız, varlıkları ancak bölük pörçük bir şekilde kavrayabilecek yetenektedir. Bir yanda büyük tahribat yaratan , diğer yanda hayatın devamını sağlayıp geliştiren müthiş kozmik kuvvetlerin gerçek öneminin ne olduğunu anlayamayız. İnsan tutumunun güçlendirilme imkanına ve doğa güçleri üzerindeki kontrolüne dayanan Kuran öğretileri, ne kötümserliği destekler ne de iyimserliği. O, dünyanın geliştiği ve daha iyiye gittiği inancını destekler; sonunda insanın kötülüğe karşı zafer kazanacağı ümidini besler. (s.86) *Hz. Adem’in dünyaya indirilişi efsanesine bakalım. Bu efsanede Kuran, eski sembolleri kısmen korumuş ancak efsanenin özünü değiştirip ona yepyeni bir anlam kazandırmıştır. Kuran’ın, yeni anlamlar oluşturmak ve çağın ruhuyla uyumlu hale getirmek için kıssaları, kısmen veya tamamen değiştirme yöntemi İslam alimlerinin daima göz ardı ettikleri önemli bir noktadır. Kuran’da bu türlü hadiselerin anlatılma amacı tarihi olayları aktarmak değildir, aksine onların evrensel ahlaki ve felsefi önemini ortaya koymaktır. Bu amaç doğrultusunda Kuran, kıssalarda ki kişi ve yer isimlerini çıkarmıştır çünkü isimler, anlam bakımından olayı sınırlayabilmekte ve onu belirli bir tarihi olay şekline dönüştürmektedir. *Hz. Adem ile ilgili Kuran’daki beyan ile İncil’deki efsane arasında büyük fark vardır ve bu efsanenin beyanıyla Kuran’ın amacının İncil’in amacından ne kadar farklı olduğu görülür. 1- Kuran, yılan ve kaburga kemiği hikayesini tamamen dışarıda bırakmıştır. Yılan bahsini bu hikayeden çıkarmasının amacı muhtemelen efsaneyi cinsel havadan arındırmak ve aynı zamanda hayat hakkında karamsar düşünceyi ortadan kaldırmaktır. Kaburga kemiği bahsinin hikayeden çıkarılmasının sebebi ise Kuran’ın beyanının Eski Ahit’tekiler gibi tarihi olayları anlatmak gibi bir amacının olmamasından kaynaklanmaktadır. Eski Ahit’te bu efsane, İsrail soyunun tarihine bir giriş olarak ilk insan çiftinin nasıl yaratıldığını anlatmaktadır. Nitekim Kuran’da canlı bir varlık olarak insanoğlunun yaratılışını anlatan ayetlerde genellikle Adem yerine Beşer ve insan kelimeleri kullanır. Adem kelimesi ise yeryüzünde Allah’ın halifesi niteliğine atıf için kullanılır. Kuran’ın, Kitab-ı mukaddeste yer alan Adem ve Havva gibi özel isimleri ilk planda belirtmemesindeki amacı dikkati asıl konuya odaklamak içindir. Kuran Adem kelimesini kullanır ancak bir birey olarak değil insan soyu anlamına gelen bir kavram olarak. (s.87) 2- Kuran, bu efsaneyi iki ayrı kıssaya ayırır. Birinde sadece “ağaç” bahsi vardır, diğerinde ise “ebediyet ağacı” ve “son bulmayan saltanat” tan bahsedilir. İlk kıssa, yedinci surede, ikincisi yirminci surede bulunur. Kuran’a göre Adem ve eşi, tek işi insanların aklını çelmek ve onlarda şüphe yaratmak olan Şeytan’a uyarak her ikiside ağacın meyvesinden yediler. Oysa Eski Ahit’te Adem, ilk itaatsizliğinin hemen ardından Aden bahçesinden kovuldu ve Allah, bahçenin doğusunda bulunan hayat ağacını korumaları için melekleri görevlendirip bahçenin etrafında ateş saçarak dönen kılıcı koydu. (s.88) 3- Eski Ahit’te, Adem‘in itaatsizliği nedeniyle yeryüzü lanetlenmiştir. Kuran ise toprağı insanoğlunun “meskeni” ve “kazanç kaynağı” olarak tanımlar, bunun için insanoğluna şükretmesi gerektiği belirtilir. Burada bahsi geçen “Cennet” kelimesinin, içinden insanın yeryüzüne atıldığı duyu ötesi cennet anlamına geldiğini düşünmek için bir neden yoktur. Kuran’ın beyanına göre insan, yeryüzünde bir yabancı değildir. “Allah, sizi de yerden ot(bitirir) gibi bitirmiştir.” (Nuh, 17) Bu efsanede bahsedilen cennet, dürüst ve iyi insanların ebedi meskeni olan yer değildir. Dürüst ve iyi insanların meskeni anlamındaki Kuran’da bahsedilen cennetin, insanın çevresine bağlı olmadığı ve insan uygarlığının başlangıcına dair tek işaret olan beşeri isteklerin baskısına maruz kalmadığı bir çevre olduğu kanaatindeyim. (s.88) *Böylece Kuran’da ki Adem’in Cennet’ten çıkarılma hadisesinin yeryüzünde insanoğlunun nasıl ortaya çıktığıyla bir ilgisi olmadığını görüyoruz. Aksine bu hadise, insanın içgüdüsel duygu ve ihtiyaçlarının ilkel düzeyden çıkıp şüphe ve itaatsizlik yeteneğine ve benlik bilincine sahip olma düzeyine yükseldiğine işaret etmektedir. (s.89) *Cennetten çıkarılma ahlaki bir bozukluk anlamına gelmez, aksine bu, insanın basit bilinçten öz bilince geçişindeki yolculuğunu yansıtmaktadır. İnsanın kendi varlığında bir sebep sonuç dizisi olduğunun farkına varmasıyla bir nevi fıtrat rüyasından uyanmasıdır. (s.89) *Kuran’a göre yeryüzü, mayası kötülük olan bir beşeriyetin ilk günah edimi yüzünden hapsedildiği bir işkence odası değildir. İnsanın ilk itaatsizlik edimi aslında onun ilk özgür seçimi de olmuştur; bu nedenle Kuran’ın beyanına göre insanın ilk günahı affedilmiştir. İyilik zorlama meselesi değildir; kişinin kendini ahlaki bir ideale gönül rızasıyla teslim etmesidir. Bu edim, özgür benliklerin özgür dayanışmasıyla ortaya çıkar. Bir makine gibi davranışları tamamen önceden belirlenmiş bir varlık iyilik üretemez. Dolayısıyla özgürlük, iyilik için ilk şarttır. (s.89) *Ancak seçme gücüne sahip, sonlu bir benliğin varlığına izin vermek büyük bir tehlikeyi göze almak olur. Zira benliğin önünde göreli değerlere bağlı iyi veya kötü olarak seçebileceği sayısız yol vardır; benliği seçme özgürlüğünde bunun aksini seçme özgürlüğü de mevcuttur. Yaratıcının bu tehlikeyi göze alması O’nun insana duyduğu büyük güveni gösterir. Bu güveni haklı çıkarmak insana bağlıdır. Belki de “yaratılanların en iyisi” olarak yaratılıp sonra da “sefillerin en sefili” düzeyine indirilen bir mahlukun gizli güçlerinin ölçülmesi ve geliştirilmesini mümkün kılan tek şey, böyle bir tehlikenin göze alınmasıdır. (s.89) *Hayır ve şer birbirinin karşıtı olmakla birlikte aynı bütünün içinde yer alır. Tecrit edilmiş veya diğerinden ayrı, gerçek diye bir şey yoktur; çünkü gerçekler, bütün parçaları karşılıklı ilişkileri sayesinde anlaşılabilen sistematik bir bütünün parçalarıdır. (s.89) *Şeytan, gizli bilgi ağacının yasak meyvesini yemesi için Adem’i ikna etti. O da aslında doğası kötü olduğundan değil ancak yaratılış olarak “aceleci” olduğundan bilime kısa yoldan varma isteğinden dolayı meyveyi yedi. Onun bu aceleci doğasını düzeltmenin tek yolu, onu güçlüklerle dolu olsa da zihni güçlerini geliştirebileceği daha uygun bir ortama koymaktı. Nitekim Adem’in güçlüklerle dolu fiziki bir ortama konulması ceza olsun diye değildi, aksine insanın düşmanı olan Şeytan’ın kurnazlıkla Adem’i daimi bir büyüme ve genişleyip artma zevkinden mahrum bırakma amacını boşa çıkarmaktı. (s.90) *Karşısında sayısız imkanın bulunduğu sonlu benliğin deneyimi ancak deneme yanılma yoluyla genişler. Bu nedenle bir tür ‘zihni şer’ olarak tanımlanabilen hata, insan deneyiminin yapılandırılmasında vazgeçilmez bir öğedir. (s.90) *Kuran, insanı; göklerin, yerin ve dağların taşımaktan çekindiği şahsiyet emanetini her tehlikeyi göze alarak kabul eden bir varlık olarak sunar. (s.90) *Daha öncede söylediğim gibi dini amaçlar felsefi amaçlardan çok üstündür. Din, sadece kavram ve kuramlarla yetinmez; amaçladığı şeye dair daha derin bir bilgiye sahip olmak ister. Bu yakınlığın kazanılmasını sağlayan unsur ruhani aydınlanmaya sebep olan dua veya ibadettir. (s.92) *Prof. William James: “Öyle görünüyor ki ‘bilim’ aksini söylese de insan, zihni durumunda temel bir değişim olmaması durumunda ki şu anda bu değişim olasılığına ilişkin bir beklentimiz yok, son ana kadar dua edecektir.” (s.92) *Ruhsal aydınlanma aracı olarak dua, normal bir eylemdir ve bu eylem sayesinde küçücük şahsiyet adamız, birdenbire sınırsız hayat bütünlüğü içindeki yerini keşfeder. (s.93) *Güce sahip olmayan basiret, manevi bir yücelme sağlayabilir ama kalıcı bir uygarlık yaratamaz. Basiretten mahrum güç ise insanlık için sadece felaket ve yıkım getirir. İnsanlığın manevi gelişimi için her ikisinin sentezi ve uyumu son derece zorunludur. (s.95) *İbadet, cemaatle birlikte yapıldığında gerçek amacına ulaşır. Her türlü samimi ibadetin ruhu toplumsaldır. Cemaat, aynı amaçla bir tek şey üzerinde düşüncelerini yoğunlaştıran ve aynı dürtünün çalışması için iç benliklerini açan insan topluluğudur. (s.95) *İbadet, ister bireysel olsun ister toplu halde, evrenin korkunç sessizliği içerisinde insanoğlunun haykırışına bir cevap alma yolundaki içsel özleminin ifadesidir. (s.95) *İbadetlerin yapılış şekilleri insanlarda toplumsal eşitlik duygusunu geliştirir ve düzey ve ırk ayrımını ortadan kaldırır. Güney Hindistan’ın mağrur ve aristokrat bir Brahman’ı, en alt kasttan olan dokunulmazlarla her gün omuz omza durup ibadet etse çok kısa zamanda ne büyük bir ruhani devrim gerçekleşir. (s.96) İNSAN BENLİĞİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE ÖLÜMSÜZLÜĞÜ *Kuran’a göre üç şey son derece açıktır: 1-İnsan Allah’ın seçkin yaratığıdır. 2-İnsan bütün kusurlarına rağmen Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. 3-İnsan, varlığını tehlikeye atarak kabul ettiği özgür bir şahsiyetin emanetçisidir. *Hallaç’ın “Ene’l-Hak” deneyiminin gerçek analizi damlanın denize katılması değil, aksine reddedilemez sözcüklerle daha derin bir zâtın içinde insan benliğinin gerçek ve kalıcı bir varlık niteliğine kavuşmasının idrak edilmesi ve cesaretle olumlanmasıdır. *Basiret, nesnelerin zamansal, mekânsal ve nedensel bağlarını benliğin kavramasıdır. Bşka bir ifadeyle bu, benliğin kendi belirlediği amaçlar doğrultusunda karmaşık bir bütün içinden yaptığı veri seçiminden ibarettir. *Kuran’a göre günlük namaz vakitlerinin belirlenmesinde yatan gaye şudur: Bu durum hayat ve özgürlüğün nihai kaynaklarıyla benliği daha yakın hale getirerek ona, kendini kontrol altına alma fırstı vermekte ve onu, uyku ve iş hayatının mekanikliğinin etkilerinden kurtarmaktadır. İslam’da namaz, benliğin mekaniklik baskısından kurtulup özgürlüğe doğru geçişidir. *Felsefe, sebep kavramını Allah’a bağlama bahsini ortaya attığı ve zamanı nedensellikteki ilişkinin özü olarak kabul ettiğinde kaçınılmaz olarak evrenden önce var olan ve ona dıştan etki eden bir Allah tasavvuru ortaya çıktı. Allah, nedensellik zincirinin son halkası ve evrende gerçekleşen her şeyin gerçek sebebi olarak tasavvur edildi. Ayrıca fiili materyalizmi benimseyen Şam’daki fırsatçı Emevi hükümdarları hem Kerbela’da gerçekleştirdikleri zulmü örtbas edebilmek ve Muaviye’nin başlattığı isyandan yararlanmak hemde halkin kendilerine karşı ayaklanmasını önlemek için bir bahaneye ihtiyaçları vardı. (Tüm bu olup bitenler Allah’ın takdiridir.) (s.111) *Ölümsüzlük üzerine; Bu çok önemli bir noktadır ve kurtuluş hakkında İslam’ın görüşüne ilişkin net bir fikir edinmek için bunun iyi bir şekilde anlaşılması gerekir. Sonlu benlik, geçmişteki amellerinin semeresini görmek ve geleceğinin imkanlarını tartmak üzere kendi bireyselliğinin değişmez yeganeliği ile sonsuz benliğin huzuruna çıkacaktır. …Bununla birlikte sadece sürekli gelişen bir benlik, evrenin amaç ve anlamına katılabilir. (s.117-118) *Peki ruh kendini nasıl geliştirir ve yozlaşmaktan nasıl korunabilir? Amel ile. Hayat, benliğin faaliyetine fırsat sağlar; ölüm ise benliğin ameller dizisinin ilk sınama aşamasıdır. Mutluluk veya eziyet verici bir amel yoktur. Sadece benliği yapılandıran veya yok eden ameller vardır. Benliği yok oluşa götürende onu gelecek için disipline edip hazırlayan da amellerdir. Benliğin korunup idamesini sağlayan prensip, kendi benliğine saygı göstermenin yanı sıra başkalarının benliğine de saygı duymaktır. (s.119) *İslam’da sonsuz lanetlenme diye bir şey yoktur. Bazı ayetlerde Cehennem ile ilgili olarak kullanılan “ebediyyen” sözcüğü bizzat Kuran’ın açıkladığı gibi belirli bir zaman süresi anlamına gelmektedir. (Nebe’, 23) Zaman, insan varlığının gelişimiyle tamamen bağlantısız olamaz. İnsan karakteri kalıcı olma eğilimindedir; onun yeniden şekillendirilmesi zaman gerektirir. Bu yüzden Kuran-ı Kerim’in ifade ettiği Cehennem, intikam peşinde olan bir Allah’ın insan için hazırladığı ebedi bir işkence çukuru değil, katılaşmış bir benliği, Allah’ın rahmetinin hayat esintisiyle yeniden hassaslaştırabilecek ıslah edici bir deneyim yeridir. (s.123) İSLAM KÜLTÜRÜNÜN RUHU *Mutasavvıf, tevhitten aldığı iç huzurdan ayrılıp geri dönmek istemez; dönmek zorunda olduğu için döndüğünde de onun dönüşü insanlık için bir şey ifade etmez. Peygamberin dönüşü ise yaratıcı niteliktedir. Peygamber, tarihe yön veren güçleri kontrol altına alarak yeni bir gayeler dünyası kurmak amacıyla geri döner ve kendini zamanın akışına bırakır. Tevhitten elde edeceği iç huzur, mutasavvıfın son hedefidir; oya bu deneyim, peygamberde insanlık alemini tamamen değiştirebileceği dünyayı sarsan psikolojik güçleri uyandırma eylemleridir. (s.125) *Peygamber karşısında duran etkilenmez malzemeye nüfuz etmeden önce kendini, kendisi için keşfeder ve sonra, tarihin gözleri önünde kendini ifşa eder. (s.125) *İslam’da ruhbanlığın ve kalıtsal hükümdarlığın kaldırılması; Kuran’ın sürekli akla ve tecrübeye hitap etmesi; Doğa ve tarih incelemesini bilgi kaynağı olarak belirlemesi gibi vurguların hepsi peygamberlerin son bulduğu görüşünün değişik yönleridir. (s.127) *Sınırlılık düşüncesi aklın hareketi ve gelişimini engelleyen bir puttur; aklın sınırlarını aşması için seri zaman ve algısal mekan boşluğundan kendini kurtarması gerekir. Kuran’ın buyurduğuna göre “ve şüphesiz en son varış Rabbinedir.” (Necm, 42) Bu ayet, Kuran’ın en derin düşüncelerinden birini barındırır. Zira bunda kesinlikle işaret edilen şey en son sınırın yıldızlar istikametinde değil, sınırsız kozmik hayatta ve maneviyatta aranması gereğidir. Mutlak sınır istikametine yapılacak entelektüel yolculuk hem uzun hem de zordur. Bu noktada da Müslümanların düşünsel çabalarının Antik Yunan düşüncesinden tamamen farklı bir yönde hareket ettiği görülmektedir. Yunan felsefesinin ideali uygunluktu; sonsuzluk, onun meselesi değildi. (s.132) *İslam’da matematiksel düşüncenin gelişmesinin yanı sıra evrim fikrinin de aşamalı olarak olgunlaştığını görmekteyiz. Kuşların hayatında mekan değişikliği ile birlikte değişim gerçekleştiğini ilk not eden kişi Cahız oldu. (s.138) *Kuran’da ki “gecenin ve gündüzün değişmesi” ayeti ve “O, her an yaratma halindedir.” İlkesinin Mutlak Hakikat’in bir sembolü olması; İslam metafiziğinin zamanı, nesnel bir gerçek olarak alma eğilimi; İbn Miskeveyh’in hayatı, evrimsel bir hareket olarak görmesi ve son olarak El-Biruni’nin doğayı bir oluş süreci olarak kabul etmesi, bütün bunlar, İbn Haldun’un entelektüel mirasını oluşturmaktadır. (s.141) *Hiç kuşkusuz mecusî kültürünün belirgin bir yönü sürekli beklentidir. Zerrdüşt’ün henüz doğmamış oğulları mesih veya dördüncü İncil’de adı geçen Faraklit’in geleceği beklentisidir. İslam’da peygamberliğin son bulduğu inancının kültürel anlamını aramak için hangi yönde hareket etmeleri gerektiğini daha önce belirtmiştim. Bu, Tarih hakkında yanlış görüşün oluşmasına sebep olan Mecusîlerin sürekli beklenti doktrini için psikolojik bir tedavi olarak kabul edilebilir. Aslında İbn Haldun, geliştirdiği tarih anlayışının ruhuna dayanarak, en azından psikolojik etkileri bakımından Mecusi fikrine benzeyen ve onun baskısı altında İslam’a girdiği iddia edilen görüşün Kuran’a dayanan sözde temellerini kıyasıya eleştirmiş ve inanıyorum ki temelinden yıkmıştır. (s.144) İSLAM’DA HAREKET PRENSİBİ *İslam, hissi bir sistem olan bireyin önemini itiraf eder ve insan birliğinin temeli olan kan bağını reddeder. Kan bağı dünyaya bağlılıktır. İnsan birliğinin salt psikolojik kökenini aramak ancak insanın bütün hayatının aslında ruhsal olduğunu algılamakla mümkündür. (s.145) *Yeni kültür, dünya birliğinin temelini ‘Tevhit’ ilkesinde buldu. Yönetim şekli olarak İslam, insanlığın zihin ve duygu hayatında bu ilkeyi, yaşayan bir güç yapmak için pratik bir araçtır. O taç ve taht yerine Allah’a sadakat gerektirir. (s.146) *İslam’ın hareket prensibi “İçtihat”tır. (s.147) *Sünnî cemaat, teorik olarak bu içtihat derecesinin potansiyelini kabul etmektedir ancak fiili olarak çeşitli fıkıh ekollerinin kurulmasından sonra bu, her zaman engellenmiştir. Zira tam içtihat yetkisi, neredeyse tek bir bireyin karşılayamayacağı koşullarda kuşatılmıştır. Böyle bir tutum, temel olarak dinamik bir hayat görüşüne sahip olan Kuran’ın sağladığı zemin üzerinde kurulan hukuk düzenine fazlasıyla garip görünür. İslam Hukuku’nun fiilen hareketsiz kılan bu entelektüel tavrın sebeplerini bulmamız gerekir. (s.148) *Sonraki dönemlerde tasavvufa hakim olan öteki dünya ruhu, sosyal bir sistem olarak İslam’ın çok önemli bir yönünün gözden kaçmasına sebep oldu ve sınırsız bir şekilde kurumsal düşünce alanı sağlaması İslam devletinin yönetimi, genellikle vasat derecedeki entelektüellerin eline geçti. Dahası Müslüman halk kendine, doğru yönde önderlik yapacak yüksek düzeyli beyinlere sahip olmadığı için kurtuluşu ancak çeşitli fıkıh ekollerini körü körüne taklit etmekte buldu. (s.149) *Gereğinden fazla zapturapt altındaki bir toplumda bireylerin kişiliği tamamen silinip gider. Birey, çevresindeki bütün sosyal düşünce zenginliğine sahip olur ama ruhunu kaybeder. Dolayısıyla geçmişe duyulan sahte saygı ve onun yapay dirilişi hiçbir ulusun çöküşüne çare olamaz. (s.150) *Modern düşüncenin İslam’ a hatta aslında bütün dinlere yaptığı hizmet, maddi ve tabi dediğimiz şeyi, eleştirmesi olmuştur. Yani köklerini maneviyatta arayıp bulmadığımız sürece maddenin herhangi bir özü olmadığını ortaya koymuştur. Dünyanın kutsal olmaması gibi bir şey yoktur. (s.153) *İslam’a göre devlet, insan kuruluşunda sadece ruhaniyeti etkinleştirme çabasıdır. Ancak temel amacı, sadece egemenlik kurmak olmayan aksine ideal prensipleri uygulamaya geçirme hedefi belirleyen bir devlet, teokratiktir. (s.153) *Gerçek şu ki bugünkü Müslüman milletler arasında yalnız Türkiye dogmatik uykusunu silmiş ve öz bilincine ermiştir. Bir tek o, fikir özgürlüğü hakkını iddia etmiş, bir tek o, hayali olandan gerçek olana geçmiştir ve bu geçiş, çok keskin entelektüel ve ahlaki savaş isteyen bir süreçtir. (s.159) *İslam Hukuku’nun en temel kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Ancak Kuran, bir kanunname değildir. Daha önce de belirttiğim gibi onun asıl amacı, insanın Allah ve evrenle ilişkisinde daha yüksek bir bilinç uyandırmaktır. Kuran bizlere dinamik bir bakış açısı sunmaktadır. (s.162) *İslam, karakteri bakımından herhangi bir toprak parçasına bağlı değildir. Onun amacı, karşıt ırklara mensup inananlarını bir araya getirerek örnek bir toplum modeli ortaya çıkarmak, sonra bu topluluğu, kendi bilincine ermiş bir ulus haline dönüştürmektir. (s.163) *Bizzat Kuran’ın hayatın sürekli gelişen bir yaratma süreci olduğu öğretisi, atalarını engel görmeden ancak deneyimlerden yararlanarak her neslin kendi sorunlarını çözmekte serbest olmasını zorunlu kılar yani içtihat ruhunu.(s.165) Kuran’da kadın-erkek miras dağılımı meselesi: “Kız evladın payı, onun doğasındaki herhangi bir aşağılıktan dolayı değil ekonomik fırsatları ve bir parçasını oluşturduğu toplumsal yapıdaki yeri bakımından belirlenir. Ayrıca miras kuralı, servet dağılımında bireysel bir faktör değil ancak aynı amaç uğruna bir arada çalışan başka faktörler arasından bir tanesi olarak kabul edilmelidir. İslam’a göre kız evlat evlendiğinde hem babası hem de kocası tarafından kendisine verilen malın mutlak sahibi olarak kabul edilir. Ayrıca kızın tercihine göre nikah sırasında veya sonrasında ona verilen mihr parasının da tek sahibidir ve bu para, kendisine ödeninceye kadar kocasının bütün malına el koyma yetkisine sahiptir; bütün hayatı boyunca geçimini sağlaması sorumluluğu da kocasına verilmiştir. Miras hukukunu bu açıdan inceleyecek olursanız erkek ve kızların ekonomik durumunda maddi bir fark olmadığını görürsünüz.” (s.166) *Bir peygamberin metodu belli bir ulusu eğiterek evrensel bir şeriat oluşturmak amacıyla o ulusu, bir çekirdek olarak kullanmaktır. (s.167) *Ulema, İslam Yasama Meclisi’nin önemli bir bölümünü oluşturmalıdır; yasama konularında özgür tartışmalara yardımcı ve yol gösterici olmalıdır. Hatalı yorum ihtimalini ortadan kaldırmanın tek etkin yolu İslam ülkelerindeki mevcut hukuk eğitim sistemini ıslah etmek, bu alanı genişletmek ve modern hukuk bilimiyle akıllıca bütünleştirmektir. (s.171) *İçtihat kapısının kapandığı düşüncesi, kısmen İslam’da fıkıh kavramının billurlaşmasından, kısmen de özellikle manevi çöküş dönemlerinde büyük düşünürleri putlaştıran entelektüel tembellik yüzünden ortaya çıkan bir efsanedir. (s.173) *Şimdi İslam alemi derinlemesine bir düşünce ve yeni tecrübelerle donatılmış olarak önlerinde duran İslam fıkhını yeniden yapılandırma işini cesaretle ele almalıdır. Yeniden yapılandırma işinin sadece mevcut hayat şartlarına göre uyarlanmasından daha çok daha önemli bir yönü olduğu unutulmamalıdır. (s.173) *Bugün insanlığın üç şeye ihtiyacı vardır: evrenin manevi bir yorumu, bireyin manevi özgürlüğü ve manevi bir temel üzerinde insan topluluğunun gelişimine yön veren evrensel nitelikteki temel prensipler. (s.173) *Bugünün Müslüman’ının yapması gereken şey, kendi önem ve değerini kavramak, temel ilkeler ışığında sosyal hayatını yeniden yapılandırmak ve şu ana kadar İslam’ın kısmen gerçekleşmiş hedefleri içinden nihai hedefi olan manevi demokrasiyi ortaya çıkarıp geliştirmektir. (s.174) DİN MÜMKÜN MÜDÜR? *Genel olarak ifade edersek dini hayat üç evreye ayrılabilir. Bunlar “iman”, “düşünme”, ve “marifet” evreleri olarak tanımlanabilir. Bir disipline tam itaatten sonra o disiplin ve otoritenin nihai kaynaklarını akıl yoluyla anlama dönemi başlar. Bu evrende dini hayat, kendi temelini bir çeşit metafizikte arar; yani mantık itibariyle Tanrının da bir parçası olduğu tutarlı bir evren görüşü arayışında olur. Üçüncü evrede metafiziğin yerini psikoloji alır ve dini hayat, Mutlak Hakikat ile doğrudan temas arzusunu beslemeye başlar. (s.175) *Aslında benlik, Gerçek Varlıkla olan temasına dayanarak kendi emsalsizliğini ve metafizik statüsünü keşfeder ve o statüyü daha da yükseltme imkanını fark eder. (s.177) *Aslında bir hayat tarzı olan din, Hakikat’i ele alan tek ciddi yoldur. *Toprağın derinliklerinde Maden ve taşlar dünyasında yaşadım; Sonra rengarenk çiçeklerle gülümsedim; Ardından vahşi hayvanlarla dolaşıp durdum Toprakta, havada ve denizlerde yaşadım, Her yeni hayatta Daldım, uçtum Süründüm, koştum. Bütün gizler ortaya döküldü Zira şekil ve surat onları görünür kıldı Ve işte insan! Ve hedefim Bulutların ötesinde göklerin ötesinde Değişim veya ölümün olmadığı alemlerde Melekler şeklinde ama onlarda uzak Gece ve gündüz sınırlamasının ötesinde Görülen ve görülmeyen, hayat ve ölümün dışında Görülmemiş her şeyin olduğu yerde Bir bütün ve kapsayan olmak (Mesnevi-Rûmî) (s.180) *Kendi entelektüel faaliyet sonuçlarının tamamen gölge
15 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.