Gönderi

Alma ekranı / olma kanseri
Görgünün önemsendiği, aile terbiyesi almış sıfatının çok sık kullanıldığı yıllarda, iyi aile olmanın koşulu varlıklı olmak değil, görgülü olmaktı. Aileler mal varlıklarını sergilemeyi görgüsüzlük olarak kabul ederler, davranışlarıyla, nezaketleriyle asaletlerini ortaya koymaya çalışırlardı. Maddi durumları birbirinden farklı olsa da, benzer terbiye yapısına sahip aileler daha sık görüşür, yakın olurlardı. Hemen her mahallede görgüsü kıt birkaç aile bulunurdu. Bu tip aileler sosyal hayattan tamamen soyutlanmasalar da, onlarla fazla samimi olunmaz, dostluklar ilerletilmezdi. Zengin ama görgüsüz bir aile parasının gücüyle eş dost sahibi olamaz, yoksul ama görgülü bir aile çevreden saygı, itibar görürdü. Fakir ama gururlu yıllardı; ahlak, görgü, nezaket gibi değerler maddi varlıktan daha büyük bir zenginliği ifade ederdi. Böyle fakir ama gururlu aileler meraktan çatlasalar da, televizyon almış olan ahbaplarına çağrılmadan gitmezlerken, hem fakir, hem gurursuz aileler televizyonlu komşularını hayatlarından bezdirdiler. Yemek saatlerinde misafirliğe gitmek çok ayıp olduğu halde, onlar yemek saati filan dinlemezlerdi. Televizyon taksitlerinin yanı sıra, her akşam eve doluşan misafirleri ağırlamaktan cüzdanlarının dibi delinmiş aileler, mütevazı bir akşam yemeği yemeye hazırlanırlarken, misafir aile çat kapı gelir, “buyrun Allah ne verdiyse yiyelim” cümlesinin tamamlanmasını bile beklemeyip sofraya yanaşırlar, bir gözleri televizyonda, afiyetle yemeklerini yerler ve kendi evlerindeymiş gibi rahat, televizyon seyrederlerdi. Ev sahibinin koltuğuna misafir baba, ev sahibesinin yerine misafir anne oturur, çocuklar odanın diğer rahat köşelerini kaparlardı. Ev evlikten çıkardı. Misafir çocuklar çekirdeklerin kabuklarını sağa sola saçarlar, misafir baba külünü ortalığa silker, misafir anne ayaklarını altına alıp bir yandan televizyon seyrederken bir yandan sürekli konuşur, bir başka misafir çayını demli bulur açtırır, beriki açık bulur, dem ilave ettirir, kimisi yanında bir dilim limon ister ve ev sahipleri cinnet geçirecek raddeye gelirlerdi. Seyrettikleri filmin ya da dizinin bitmesi onların gitmesi anlamına gelmezdi. Gitmeleri için televizyon ekranında “televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazısının çıkması gerekliydi. Bu yazı çıkınca, sanki ev sahipleri “dağıttıklarınızı toplayın bakalım” diyeceklermiş gibi bir acele, bir telaşla kalkıp giderler, arkalarında yorgun ve televizyon aldıklarına pişman ev sahipleri ile darmadağın olmuş bir ev bırakırlardı. Böyle geceler ara sıra yaşansa yine bir sorun olmazdı. Ama bu tür görgüsüz aileler rahatsız ettiklerini düşünmezler, “iade-i ziyaret” beklemezler, ertesi gece, olmadı bir sonraki gece yine gelirler ve aynı film bir daha yaşanırdı. Bu tür aileler gittikten sonra, asıl kavga ev sahibi karıkoca arasında başlardı. “Yüz veriyorsun ondan oluyor.” “Ne münasebet, sen çağırmadın mı, gelin televizyon seyrederiz diye.” “Ben öylesine söyledim, ne bileyim çıkıp geleceklerini!” Kavga uzayıp gider, zamanın terbiyesi kan tükürülse de misafire kızılcık şerbeti içtim demeyi gerektirdiği için, ertesi gece gelen misafire yine ikramda ve ilgide kusur edilmezdi. O yılların televizyon sahibi aileleri evde yok numarası bile yapmak zorunda kaldılar. Pek kolay bir numara değildi, çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Ama yine de misafirden bunaldığı halde yüzsüz misafirlerine “Bir mânimiz var gelmeyin!” diyemeyen yumuşak aileler tarafından başvuruluyordu. O gece ayaklarını uzatıp kimseye çay, kahve ikram etmeden, meyve soyup dağıtmadan, mısır patlatmadan yan gelip yatarak televizyon seyretmek isteyen aile, daha gündüzden sözleşirdi. Işıklar yakılmayacak, perdeler sıkıca çekilecek, kapı çalınırsa kesinlikle açılmayacak, evden çıt çıkmayacak. Akşam erkenden eve gelinir, gürültü yapmadan, alelacele mutfakta yemek yenir, sesi iyice kısılmış televizyonun başına geçilir ve karanlıkta televizyon seyretmeye oturulurdu. Tek ya da iki katlı, bahçeli evlerde nispeten kolay olan bu numarayı apartman dairelerinde uygulamak o kadar kolay değildi. Aile bireyleri ayaklarının ucuna basa basa odalara girip çıkarlar, evde yoklar havası vermek için çok dikkatli olurlardı. Evin en küçük oğlu bir öksürük nöbetine tutulmaz, evin kızı banyoda karafatma görüp de çığlık atmaz, ev derin bir sessizliğe gömülebilirse, numaraya devam edilirdi. Ama insanlar, insanların hayatlarına kendi hayatlarıymış gibi kolayca girip çıkarlardı. Kimin nereye, neden, ne zaman, kiminle gittiğini bilmek her komşunun “üstüne vazife” sayıldığı için, evlerin kimseye haber verilmeden sessizliğe gömülmesi hiç de doğal karşılanmazdı. Dantel torbası kolunda, çocukları yanında olan komşu Zengin ve Yoksul’u seyretmek üzere gittiği televizyonlu evin kapısını uzun uzun çalardı. Çalınan kapı açılmayınca doğru olan evde yoklar diyerek dönüp gitmek iken, o yıllarda öyle yapılmazdı. Yan komşuya, bilmiyorsa öbür komşuya, derken neredeyse bütün mahalleye nerede oldukları sorulur, bu arada mahallede son derece gereksiz bir telaş, yan komşuda hafif manidar bir mırıldanma başlardı: “Allah Allah… Bize haber vermeden acaba nereye gittiler?” Tehlikeli olan bu manidar konuşmaların uzaması ve içlerinden bir aklıevvelin çıkıp “Başlarına bir şey gelmiş olmasın sakın?” diye sormasıydı. Bu aşama her zaman yaşanmaz, yaşandığı zaman televizyonlu ailenin gece keyfi başlamadan biterdi. Yeteri kadar çalınıp kırılacak hale gelmiş kapı sanki duyulmamış gibi camlara manasızca küçük taşlar atılır, ev halkına seslenilir, bu arada tüm komşular bu garip yokluktan haberdar olurlardı. Kapının önünde toplananlar arasından “Sobadan zehirlenmiş olmasınlar?” şeklinde yükselen musibet soru sorulacak olursa, kapıya polisin yanaşması mukadderdi. Bu arada evde yoklar numarası yapmaya kalkan aile dışarıda olup bitenleri duyar, sesi duyulmasın diye televizyonu iyice kısar, kıstıkça televizyon duyulmaz, sinirler bozulur, ev halkının keyfi kaçar, gece zehir olurdu. Böyle durumlarda uyuyormuş da gürültüye uyanmış numarası yapmak en doğrusu olduğu için, baba hafif uykulu bir ifadeyle kapıyı açar, “Ne oluyor?” diye sorar, ev halkını sağ salim karşılarında gören komşular rahat bir nefes alır, en yakın komşu, ne kadar yakın ve ilgili olduklarını göstermek için, “Başınıza bir şey geldi sandık…” der, baba birkaç cümle geveler, herkes evine dağılır, bu arada bir-iki yüzsüz komşu eve girip televizyonun karşısına geçmeyi başarır, o keyifli gece yaşanmadan biterdi. Bu numaranın kimseye bir faydası olmadığı gibi, ertesi gün dedikodu kazanı kaynar, olay olmadık şeylere yorulur, bazı kendini bilen aileler bu numarayı üstlerine alınıp o eve bir daha televizyon seyretmeye gitmezler, bazıları da tam aksine, nasıl olsa aynı numarayı bir daha yapamazlar diye düşünerek, ertesi akşam rahatça kapıyı çalarlardı. Televizyon sosyal hayatı altüst ettiği kadar, aile hayatını da sarstı. Düzenli yayına başlamasıyla birlikte, bir anda birçok evin hayatında düzen bozuldu. Aslında aptal kutusu olduğu kimileri tarafından çok geçmeden anlaşılmıştı ama, bu bilgi bazı aile bireylerinin televizyona esir olmasını engelleyemedi. Ekran karşısına mıhlandığı için yemeği yakan, ütüyü prizde unutan kadınlarla kocaları arasında büyük kavgalar çıktı. Bazı kocalar çocukların ödevlerine yardım etmediler, aile sohbetlerine katılmadılar, eş ve çocuklarıyla ilgilenmeyi unuttular. Çocukların okul durumlarında da ciddi başarısızlıklar görülür oldu. Ödevlerini yapmadıkları ve çalıştım dedikleri derslerine aslında çalışmadıkları, yıl sonunda karneler alınınca belli oldu. Karne günü geldiğinde, çocuk eğitiminde sıkı bir dayağın yararlı olduğuna kesinlikle inanmış babalar, çocuklarıyla “yalnız konuşmak” istediler, birçok evde kıyamet koptu, ama zayıf dolu karneyi eve getirince dayak yiyen çocuklar, yine de yaz tatillerini televizyonun başında geçirmeyi tercih ettiler. Dayak çocukları televizyondan caydıramadı. Radyoyu anlamakta güçlük çekmiş olmakla beraber, yine de kabullenmiş olan yaşlıların televizyonla karşılaşmaları çok daha dramatik oldu. Genellikle ileri yaşlarında şehir hayatıyla tanışmış olan ve evden pek çıkmayan bu yaşlılar televizyonu kabullenmekte güçlük çektiler. Şeytan icadı olarak gördüğü televizyonu seyretmeyi reddedenler, “Git buradan, giiit!” diyerek televizyona bastonuyla vurmaya kalkışanlar, “Nasıl oluyor da bunca adam bu küçücük kutunun içine sığıyor?” diye bıktırıncaya kadar soranlar, anlatıldığı halde anlamayıp yine soranlar, hatta televizyona çıkan kişilerle konuşmaya kalkanlar, o yılların eğlenceli hikâyeleriydi. Ama seyrettiğini anlamayıp durmaksızın ev halkına sorular soran halalar, teyzeler, yengeler çok can sıkıcıydı. “Kime dedi? Niye dedi? O ne dedi? Niye öyle dedi? Kim dedi? Ne yaptı? Niye yaptı?” sorularının ardı arkası kesilmez, ev halkından böyle biriyle televizyon seyretmek azap haline gelirdi. Bir de televizyon seyrederken anında yorum yapanlar vardı. Dayanılmazdılar. Katili daha ilk sahnede şıp diye bilirler, ama dizi boyunca on kere fikir değiştirirler, her fikir değiştirdiklerinde değerli görüşlerini ev halkına yüksek sesle sunarlardı: “Katil uşak demiştim ama değil, kadının kocası.” Televizyon seyircisi tipleri bu kadarla kalmazdı. Bir de ekranda ne görünüyorsa onu adeta hissedenler vardı. Ya yerli yersiz gülerler ya korkup çığlık atarlar ya büyük hayret nidalarıyla olayı yaşarlar, hiçbir şey yapamazlarsa tuhaf sesler çıkarırlardı. Onlar hiç susmazlardı. Bir kısmı ise bir sonraki sahneyi tahmin eder ve yüksek sesle anlatırlardı. “Babası kıza bağıracak, oğlan kızı öpecek, eve gidiyor, orada katili yakalayacak…” Böyle bir halayla televizyonda film seyretmektense, gidip yatmak daha iyi olurdu.
·
102 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.