Mondros Mütarekesi ile silahlar susar, kalemler konuşmaya başlar. İstanbul Hükümetinin zafer olarak tanıttığı mütarekenin aslında bir teslimiyet sözleşmesi olduğunun anlaşılması, düşman donanmasına bağlı 60'tan fazla geminin Boğaza demirlemesi, özellikle İzmir'in işgalinden sonra artık İstanbul'dan umutlarını kesen vatanperverler kendi seslerini yükseltmeye başlarlar. 22 Mayıs 1919'da Balıkesir'de Doğrusöz Gazetesi yayınlanur. Onu yine Balıkesir'de neşredilen İzmir'e Doğru Gazetesi ile Kastamonu'da yayınlanan Açıksöz takip eder. Daha sonra Nazilli'de Aydınili, Bursa'da Gündüz, Adana'da Yeni Adana gazeteleri mücadekeye atılırlar. Konya'da Öğüt, Amasya'da Emel, Erzurum'da Albayrak, Edirne'de Ahali, Antep'te Antep Haberleri, Trabzon'da İstikbal, Giresun'da Işık, Samsun'da Ahali, Antalya'da Anadolu, Elazığ'da Satvet-i Milliye ile Sivas'ta İrade-i Milliye ve Atatürk'ün Ankara'da çıkardığı Hakimiyet-i Milliye gazeteleri Kuva-yı Milliye'ye destek vermek maksadıyla yayına başlarlar. Bu gazetelerin istisnasız hepsi, fevkalâde kıt mâlî imkânlar ve ilkel şartlar altında, sahiplerinin büyük fedakârlıkları sayesinde çıkarılan gazetelerdir. Buna rağmen hem düşman propagandasına cevap verilmiş, hem de halkın moralini yüksek tutarak onların millî mücadeleye katılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Genellikle aralarında Türk evlâdına pek rastlanmayan Hürriyet ve İtilâf Partisi mensupları ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyeleri tarafından çıkarılan bazı gazeteler düşmanla işbirliği yapmış, işgal kuvvetleri tarafından da desteklenmişlerdir. Balıkesir'de İrşat, işgal altındaki Bursa'da yayınlanmaya başlayan İntibah, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra Adana'da faaliyete geçen Ferda, işgal Adana'sında neşredilen Adana Postası, Kastamonu'daki Zafer ve Mudurnu'daki Kürsi-i Millet gazeteleri, ya Hürriyet ve İtilâf'ın yada İngiliz Muhipleri'nin organlarıydılar. İşbirlikçi idiler. Mütareke devrinde Bandırma'da yayınlanan Adalet Gazetesi'nin sahibi Bahriyeli Ali Sami Bey bir Yunan uşağıydı. Maalesef Türk Ordusu'nda albaylığa kadar yükselen buzat, 31 Mart olayına karıştığı için Mısır'a kaçmış, sonra işgal altındaki Bandırma'ya gelip Adalet'i çıkarmaya başlamıştı. Türk köylülerini Yunanlılar lehine teşkilatlandırmaya çalışıyordu. Yanına yerli Rumlar'dan muhafız alarak abone kaydettiği bilinen Ali Sami, Yunanlılar tarafından Savaştepe'de görevlendirilmiş, Türk taarruzu başlayınca Selanik'e kaçmıştı. Millî mücadele yıllarında Demirci Kaymakamı olan eski valilerimizden İbrahim Ethem Akıncı, Adalet'in Yunan parası ile yayınlandığını yazmıştır. Zaferden sonra Yunan Ordusunun peşine takılıp Türkiye'yi terk eden Ali Sami, Atatürk'ü öldürmekle görevlendirilecek, fakat Türk istihbarat birimleri suikastı önleyeceklerdir. Ruhi depresyonlar içinde yaşadığı bilinen bu vatan haini sonunda Or-todoks Hıristiyan olacak ve böylece vatanından sonra dinine de ihanet edecektir.
Halk, Balıkesir'de yayınlanan İrşat Gazetesi'ne Yunan taraftarı neşriyatından dolayı Gâvurcu İrşat adını vermişti. Yunan işgal kuvvetleri Komutanı "Steryadis cenaplarının" yetim çocuklara kurbanık koyun hediye ettiğini uşakça bir üslupla anlatarak câniyi sevimli göstermeye çalışan bu gazete 4 Eylül 1920 ta-rihli nüshasında Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle saldıracaktı:
"... Anadolu'da fitne ocağını tutuşturan bir sergerde! Son devrin Kabakçı Mustafa'sı!"
Gazeteye göre Kuva-yı Milliye mensupları ipten kazıktan kurtulmuş Anadolu fedaileri idiler.
İşgal kuvvetleri komutanlığı, Balıkesir Vilayet Matbaası'nı İrşat Gazetesi'nin emrine tahsis etmişti. Gazetenin kâğıt ve mürekkep ihtiyacı da yine işgal kuvvetleri tarafından karşılanıyordu. Bursa'da yayınlanan Mücahede ve İntibah gazeteleri de Yunan taraftarı idiler. Vilayet Matbaası'nın da müdürü olan Mücahede'nin sahibi Enver Bey ile, Bursa Gazetesi'nin sahibi Cemal Kudret Bey, vatana ihanet suçundan gıyaplarında mahkûm olmuşlardı. Bursa kurtulduğunda bu ikisinin firar etmiş oldukları anlaşıldı. İzmir'de yayınlanan Köylü Gazetesi'ne göre, İngilizler'in Türk Milleti'ne karşı herhangi bir husumetleri yoktu! İngilizler Türkler'in tarihi ve an'anavî dostuydular! Onlar Türkiye'ye, Türk-İngiliz dostluğunu tehdit eden kimseleri cezalandırmak için gelmişlerdi, asla kötü niyetli değillerdi! Yakup Kadri bu gazetenin İzmir'deki Yunan idaresinin organı olmak alçaklığını irtikâp ettiğini yazar. Adana'da yayınlanan Ferda Gazetesi, işgal kuvvetlerini "medeniyetin temsilcileri" olarak alkışlar. Sanki fırsat bekliyormuş gibi Mondros Mütarekesi'nin imzasından bir gün sonra yayına baş-layan bu gazete, Fransızlar'dan maddî-manevî destek görmüştür. Atatürk, Nutuk'ta Ferda'nın bir ecnebi gazetesi olduğuna işaret etmektedir. Ermenileri örgütleyip, Türkler'in üzerine gönderen İşgal Kuvvetleri Komutanı Romien ile mülakatlar yayınlayarak düşmanı sempatik göstermeye çalışan Ferda, vatan savunması yapmakta olan Türk Milliyetçileri'nin amansız düşmanıdır. Ferda'ya göre; milliyetçilik demek, çetecilik demektir! Soygunculuk ve yağmacılık demektir! Milliyetçilerin amacı milleti soymak, aç bırakmak ve tamamen öldürmektir! Ferda, 5 Kasım 1920 tarihli nüshasında, bir Fransız uşağı olduğu anlaşılan Adana Vali Vekili Abdurrahman Bey'in demecini yayınlar. Vali Vekilinin işgal kuvvetlerinden şikâyeti yoktur. Evleri basıp yağmalayan, varlıklı kimseleri haraca bağlayan, kadını kızı dağa kaldıran Ermeni çetelerinden de şikâyetçi değildir. Onun şikâyeti millî teşkilâttandır. "Millî teşkilât adı altında bir takım âsilerin vilayeti kasıp kavurmasından" yakınan Vali Vekiline göre Fransızlar Adana halkının iyiliğini istemektedir! Dolayısı ile ayaklanmak için sebep yoktur! Fransızlar tıpkı bu Vali Vekili Abdurrahman Bey gibi işbirlikçi Mesut Fani'yi Osmaniye'ye kaymakam tayin ederler. Mesut Fani kaymakamlık koltuğuna oturunca bir beyannâme yayınlayıp halkın teslim olmasını ister. Beyannâmenin birkaç cümlesi aynen şöyledir:
"... 400 yıldır altında yaşadığımız bayrak denilen o kırmızı paçavradan ne fayda gördünüz? Bugün muazzam bir devletin (Fransa'nın) şanlı bayrağı üzerimizde dalgalanıyor. Bari bundan istifade ederek mesut yaşayalım!"
Bu vatan haini, Ferda Gazetesi'nin yazarları arasındadır. Gazetenin sahibi de bir başka vatan hainidir:
Ali İlmî Fanîzâde.
İkisi de kardeştirler.
İkisi de Kürt Teali Cemiyeti'nin üyesidirler.
Kardeşin kardeşi kırmasına sebep olan âsi Delibaş'a "kahraman" Mustafa Kemal Paşa'ya "Düzme Mustafa" diyebilen bu gazete için Türk kuvvetleri düşman kuvvetleridir! Ferda, millî kuvvetlerimizin Sarıçam'da Fransız birlikleri ile yaptığı çarpışmayı, 90 yıl sonra bugün bile insanın kanını donduran şu cümlelerle duyurmuştur:
"... Düşmanın bir keşif kołu Sarıçam'da Fransız kuvvetleri ile karşılaşarak çarpışmış ise de püskürtübnüştür!"
Okuyucularımız Fanîzâdelerle ilgili daha geniş bilgiyi kitabın Hazin Sonları başlıklı bölümünde bulabilirler, biz şimdilik Türk askerine düşman diyen bu kanı bozuğun devletin başına nice belâlar açan Papaz Muşeg'in casusu olduğunu belirtmekle yetineceğiz. Yunanlılardan para alıyor muydu, bilemiyoruz, Edirne'de yayınlanan Te'min Gazetesi, Yunan komutanlarının Selimiye Camii'ne gelişlerini adeta bir Yunan gazetesi gibi bildirmiştir:
"... Dün öğleden sonra saat beşte, Yunan Genel Valisi Beyefendi hazretleri, Yunanlı generaller, askerî ve mülkî ileri gelenler ve Metropolit Efendi hazretleri Selimiye Camii'ni şereflendirmişler ve Müftü Hilmi Efendi ve yanındakiler tarafından karşılanmışlardır. Özgürlük ve adaletin saygı değer temsilcisi olan Başbakan Venizelos hazretlerinin sağlığı için Müftü Efendi tarafından yapılan güzel bir duaya katılmışlardır."
Vatan'ı Kaça Sattılar?
İlgili işgal subayları basınla temas etmek için çeşitli etnik unsurlara mensup insanların kokuştuğu bir sosyal mezbelik olan Osmanlı başkentinde daha müsait bir vasat buldular. Bu subaylar, aralarında Türk evlâdına pek rastlamadığımızı ısrarla belirtmek ihtiyacını duyduğumuz Hürriyet ve İtilâf taraftarı gazeteci ve yazarlarla daha yakından ilgilendiler. Bu partinin Genel Başkanı olan Miralay Sadık Bey'in İngilizlerle birlikte hareket etmesinden istifade ederek, avlamak istedikleri yazarlarla sık sık buluştular. Onlarla dostluk kurdular. İhtiraslarını tatmin ettiler, ihtiyaçlarını karşıladılar. İstanbul Hükümetleri ile Kuva-yı Milliye, Kuva-yı Milliye ile Hürriyet ve İtilâf arasındaki uyuşmazlıklardan, İttihat Terakkinin "müşterek düşman" oluşundan faydalandılar. Bazı yazarları satın aldılar, bazı gazeteleri elegeçirdiler, bazı gazeteler çıkardılar. Bospohore Gazetesi İngilizler'in malî desteği ile yayınlanıyordu. Stanbul, Fransız Sefareti'nin kontrolü altında idi. İngiliz gizli servisi, aradığı adamların çoğunu Damat Ferit'in çevresinde buldu, onları elde etmek için de fazla zahmet çekmedi. İngiliz Yüksek Komiserliği reddetmiştir ama Amerikan gizli belgelerinde İngiliz Yüksek Komiserliği'nin İngiliz mandasını destekleyen 3-4 gazeteye para verdiğine ilişkin istihbarat raporları vardır! Zaten bu durum, öteden beri örneklerini sunageldiğimiz utanç verici neşriyattan da anlaşılmaktadır. Tarık Mümtaz, Peyam-ı Sabah Gazetesi'nin sahibi Mihran Nakkaşyan Efendi'nin, Damat Ferit lehine yazılan her kelimeyi altınla tarttığını yazmaktadır. Öldüğünde Damat Ferit'in çantasından Peyam-ı Sabah'ın hisse senetlerinin çıktığı bilinmektedir ama Nakkaşyan'ın İngilizler'den para alıp almadığı hususunda şimdilik herhangi bir bilgimiz yoktur. Fakat Ahmet Cevdet'in İngilizler'den para aldığı anlaşılmaktadır. Bern'deki İngiliz Büyükelçisi Rumbold, Dışişleri Bakanlığı'na yolladığı 5 Aralık 1918 tarihli şifrede Ahmet Cevdet'in sahibi olduğu İkdam Gazetesi'ni İngiliz çıkarları için seferber etmek niyetinde olduğunu bildirmiştir. Bir başka belgeden Ahmet Cevdet'in “İngiliz çıkarlarına hizmet etmeye ikna edildiği" anlaşılıyor. Aynı şekilde Servet-i Fünun ve Soir gazeteleri sahibi Ahmet İhsan da İngiliz taraftarı yapılıvermiştir! İleri Gazetesi'nin yazarı ve Yazı İşleri Müdürü Celal Nuri İtalyan ajanıdır! İtalya Dışişleri Bakanlığı ile sıkı ilişkiler içinde bulunan Celal Nuri, bu bakanlığın eski müsteşarı Signor Borsarelli'nin yardımları ile Paris Barış Konferansı'na gider. Mühim bir adam olarak tanıtılır. Türkler'in, özellikle Trakya ve Anadolu'da İtalyan güdümünden yana olduklarına dair basına beyanatlar verir. Fakat Trakya ve Anadolu üzerinde hak iddia eden Venizelos, Celal Nuri'nin Yu-nan makamlarına gönderdiği ve Anadolu ve Trakya'nın Yunanlılara verilmesini isteyen dilekçelerini Atina gazetelerine dağıtınca, bu yazı işleri müdürünün çift taraflı çalışan bir ajan olduğu ortaya çıkıverir. Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında bulunduğuna göre Amerika'ya da yakın durduğunu söyleyebileceğimiz Celal Nuri, daha sonra Anadolu'ya geçip millî mücadeleye katılacaktır.
"Malî Yardım Yapılırsa Yunan İddialarını Desteklerim"
24 Ekim 1921'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na ulaşan İngiliz gizli istihbarat raporunda Mevlanzâde Rıfat'ın, kendisine malî yardım yapılırsa Yunan iddialarını desteklemeyi kabul ettiği bildirilmektedir. İngiliz gizli belgelerinde Seyit Abdülkadir ile birlikte Kürt Partisi'nde aktif rol almış kişiler arasında gösterilen Mevlanzâde, Serbestî Gazetesi'nin sahibidir. Celal Bayar, Ziya Şakir Soko'nun 1933'de Son Posta Gazetesi'nde yayınlanan "İttihat Terakki Nasıl Doğdu, Nasıl Yaşadı, Nasıl Öldü" başlıklı tefrikasına atıfta bulunarak Mevlanzâde Rıfat'ın, Fitz Maurice'un önünde yerlere kadar eğildiğinden, ona şaşılacak derecede büyük hürmet gösterdiğinden bahseder. Bu Fitz Maurice, İngiliz entelijans servisinin ileri gelen ajanlarındandır! İngiliz Elçiliği'nde baştercümandır ve azılı bir Türk düşmanıdır! Ziya Şakir, bazı gazete bütçelerinin birden bire genişlediğinden bahsederek Serbesti Gazetesi'nin İngilizler'den para aldığını ima etmektedir. Kendisine para verilmesi hâlinde Yunanlıları destekleyeceğini söyleyebilen Mevlanzâde Rıfat, Kürt Teali Cemiyeti'nin birinci derecede faaliyet gösteren mensupları arasındadır. Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin de üyesidir. Mustafa Kemal Paşa'nın, Sivas'tan 15. Kolordu Komutanlığı'na gönderdiği 9 Eylül 1919 tarihli şifresinden öğreniyoruz ki, bağımsız Kürdistan için propaganda yapmak maksadıyla İngiliz istihbarat subayı Binbaşı Novil ile birlikte Malatya'ya gelenlerden biri de Mevlanzâde Rıfat'tır! Ötekiler de Kâmuran Bedirhan, Celadet ve Cemilpaşazâde Ekrem! Mevlanzâde, İstanbul'da kendisini ziyarete gelen Sait Nursîye de "Kürdistan'ı kuralım" teklifinde bulunacak, fakat teklif reddedilecektir. Sahibi olduğu Hukuk-u Beşer Gazetesi'nin 25 Mart 1919 tarihli nüshasında komutanlara "âli sefiller, haydut elebaşıları" dediği için Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti'ne başvurup Mevlanzâde hakkında kanunî işlem yapılmasını isteyecek, fakat bu mektup Harbiye Nezareti tarafından Mevlanzâde'ye gönderilecektir! Basınla bir ilgileri yoktur ama yeri gelmişken kaydetmeliyiz ki, İngiliz gizli belgeleri arasında Kâmil Paşa kabinesinde İçişleri Bakanlığı yapmış olan Reşit Bey'in Fransız ajanı olduğuna ilişkin raporlar vardır! Bu raporlara göre bu sefil Bakan'a, Fransız istihbarat servisine verdiği bilgilere karşı M. Feuillet vasıtasıyla ayda 1.500 frank ödenmiştir.
Nitelikli Dolandırıcılar
"İngilizler buraya geldiklerinden beri kendilerine en müstehrek ve rezil vasıtalarla taraftar temin etmekten geri durmuyorlar" diyen Maliye Nazırı Cavit Bey, cümlesini şöyle tamamlamaktadır:
- Sait Molla'yı bile istihdam ediyorlar!
Müstehrek demek, iğrenç demektir, tiksinti veren demektir. İşte bu müstehreklerden, Damat Ferit Hükümetleri'nde Şûrâ-yı Devlet üyeliği ve Adliye Nezareti Müsteşarlığı yapan Sait Molla, İngilizler'den aldığı para ile Türkçe İstanbul Gazetesi'ni çıkarmıştır. İstiklâl Savaşı ile ilgili Amerikan gizli belgelerinden öğreniyoruz ki, İngilizler Sait Molla'ya hizmetlerine mukabil ayda 3 bin lira vermişlerdir. Dokuz Harbiye Nazırlığı'na yâverlik eden Tarık Mümtaz Göztepe, Vahidettin Mütareke Gayyasında isimli eserinde nitelikli bir dolandırıcılık hikâyesi anlatır. Anlattığına göre kendi politikalarını destekleyen bir yayın organına ihtiyaç duyan Damat Ferit, devletin kırk yıllık resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayiyi günlük siyasi gazete hâline getirmeyi düşünür. Yakınları büyük skandala sebebiyet vereceğini söyleyerek onu bu teşebbüsünden vazgeçirirler. Fakat Sadrazam Paşa'nın etrafında "hele bir gazetemiz olsun, evvel Allah, siyasi hasımlarımızın iflahını keseriz" diyen birçok dalkaÇanakkale'de destan yazan kahramanları medeniyete direnmekle suçlayabilen bu adam, İstiklâl Harbi'nin ve Gazi Paşa'nın Kürtçü muhaliflere arasındadır. İstiklâl Savaşı'nda Türk Milliyetçileri'nin karşısına dikilen güruh, kimi İngiltere ile, kimi İtalya ile, kimi Fransa ve Yunanistan ile veya işbirlikçi iktidar çevreleri ile çıkar ilişkileri bulunan işte bu güruhtur. Bu güruh tarafından yayınlanan Alemdar Gazetesi'nde -hangi devlete hizmet ediyorsa- Feridun adında biri, Mustafa Kemal Paşa'ya "cani" diye saldırabilmiş, gazete de millî teşkilâtın yok edilmesini istemiştir:
"... Millî teşkilatı yok etmek, millet için varolma mücadelesidir. Müslümanlar bilmelidirler ki, o alçaklara karşı çıkanlar dine, halifeye, millete unutulmaz hizmetlerde bulunmuş olacaklardır!"
Yine bu güruha mensup olan Mihran Nakkaşyan Efendi'nin Sabah Gazetesi, milliyetçileri milleti öldürmek istemekle suçlamıştır:
"... Milliyetçilik ve çetecilik, soygunculuk ve yağmacılık demektir. Onların amacı milleti soymak, aç bırakmak ve tamamen öldürmektir!"
Bu güruh için esas olan vatanın istiklâli değildir. Milletin istikbâli değildir. Devletin bekâsı değildir. Türk'ün şeref ve haysiyeti değildir. Onlar ecnebi sofralarından önlerine fırlatılacak bir kemik parçası için vatana da millete de ihanet etmiş, Yunanlılar için dahi uygun görmedikleri isnat ve iftiralarla Türk Milliyetçilerine saldırmışlardır. Onlara göre Mustafa Kemal şâkidir! Uzunçarşılı'nın 65 bin,769 Naima'nın 100 bin Türkmen'i kuyulara doldurup katlettiğini kaydettikleri Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat Paşa, Celali'lere nasıl muamele etmiş ise, Kuva-yı Milliye'ye de öyle muamele edilmelidir! Maiyetindekiler, zorba yamağı Cafer Tayyar şaklabanının elini kolunu bağlayıp hükûmete teslim etmeli, Kemal şaklabanına haddi bildirilmelidir! 20 Nisan 1920 tarihli Peyam-ı Sabah'ta yayınlanan bu satırlar, L'Entent muhabirine Dahiliye Nazırı sıfatıyla verdiği demeçte "Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Rumlar'dan daha tehlikeli olduklarını" söyleyen Ali Kemal'e aittir. Bu adamın ve diğer bazı adamların üzerinde biraz durmamız gerekiyor.
Ali Kemal
Millî mücadele hakkında en alçakça neşriyatı Ali Kemal yapmıştır. Celal Bayar'ın, hürriyet taraftarlarını Abdülhamit'in serhafiyesi Ahmet Celalettin Paşa'ya gammazladığından bahsettiği bu adam, tam 14 yıl boyunca memleketin nasıl idare edilmesi lazım geldiği hususunda ahkâm kestikten sonra, iktidara gelir gelmez kurtuluşu ecnebilerin himayesi altına girmekte arayacak kadar tiynetsiz ve şahsiyetsizdir! Onun için önemli olan Türkiye'yi İngilizler'in veya Fransızlar'ın himayesi altına sokmaktır! Tâbi olacağı efendinin kimliği pek önemli değildir. Altında yaşayacağı bayrak, talimatlarına riayet edeceği âmir de önemli değildir. 9 Kasım 1918 tarihli Sabah Gazetesi'nde "İngiliz dostluğunu kazanmanın, Osmanlı Devleti'nin temel siyaset ilkesi olduğunu" yazabilmiş, 16 Kasım'da iki vatanından birinin Fransaolduğunu ifade etmiştir ama, ikinci vatanın neresi olduğunu meskut geçmiştir. O ikinci vatan herhâlde İngiltere olmalıdır. İşgal kuvvetlerine hizmet edeceğini açıkça ilan eden ve bu yazıları sebebi ile Ali Kemal'i, Mustafa Sabri, Artin Cemal, Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir gibi Kuva-yı Milliye'nin amansız düşmanları ile birlikte 1. Damat Ferit Hükümeti'nde Maarif Nazırı olarak görüyoruz. Bakanlık koltuğunda otururken de umudunu Fransızlara bağlamıştır. Şu sözler ona aittir:
"... Hakkımızda lûtuf ve âtifet için Fransız dostlarıma güveniyoron. Onlar bizi âli himayelerine alacaklardır!"
İngiltere'nin vaziyete hâkim olacağını tahmin etmiş veya Fransızlar yüz vermemiş olacak ki, sonraki günlerde Türkiye'yi İngiltere'nin kurtaracağını yazmıştır. Hâlbuki Türkiye, İngiliz ve Fransız işgali altındadır. İşgalcilere karşı istiklâl ve namus mücadelesi yapmakta olan milliyetçilerin idam fetvalarının müsvedelerini yazabilecek kadar milliyetçilerin amansız düşmanı olan bu vatan hainine göre Mustafa Kemal Paşa maskaralık yapmakla meşguldür. Ona göre Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir Paşa'lar dahil Kuva-yı Milliye'nin topyekün lider kadrosu hayduttur! Büyük Millet Meclisi küçük adamların eseridir. 23 Nisan 1920 tarihli Peyam-ı Sabah'ta halkı Kuva-yı Milliye'ye karşı şöyle kışkırtacaktır:
"... Teşkilât-ı Milliye sergerdeleri! Bu mahlûklar kadar başları ezilmek ister yılanlar tasavvur edilemez!"
O hâlde? O hâlde "Anadolu bu yılanları temizlemelidir!"
5 Ağustos'ta yayınlanan başmakalesinde milliyetçilerin yargılanmadan katledilmesini isteyecektir. Şu satırlar ona aittir:
"... Anadolu'nun henüz istilaya uğramayan yerlerini Mustafa Kemal'lerden, Ali Fuat'lardan, o ipsiz sapsız, o akılsız fikirsiz zorbalardan, canilerden temizlemelidir. Artık bu heriflerin hareketlerini muhakemeye bile zaman da imkân da kalmamıştır!"
Maliye Nazırı Nafiz Paşa'nın oğlu Refi Molla'nın Şayeste adında bir Çerkez halayıktan peydahladığı Ali Kemal, evlenmek için de Margaret adında İngiliz-İsviçre kırması bir kadını tercih etmiştir. İşte damarlarında muhtelif milletlerin kanı dolaştığı hâlde bizim Türk kabul edip İçişleri ve Maarif Nazırlıklarına oturttuğumuz bu İngiliz uşağı, kendini hiçbir zaman Türk hissetmemiştir. Türk'ün değil, İngilizler ve Yunanlılar dahil, bilumum işgal kuvvetlerinin yanındadır! Dahiliye Nazırı iken her ne surette olursa olsun işgallere karşı koymak isteyenleri yakalayıp sıkıyönetime gönderilmesini emreden odur. 14 Şubat 1920'de Fener Patriği Dorotheos, L'loyd George'a bir mektup yazarak Türkler'in İstanbul'dan zorla atılmasını ve İstanbul'un Yunanlılara verilmesini ister. 23 Şubat'ta Aydın Valiliği, İçişleri Bakanlığı'na bir rapor göndererek; Aydın vilayetine gelen Yunan askerlerinin sayısının 100 bini geçtiğini, dışarıdan gelen Rumlar'ın yerli Rumlar'la Türkler'e karşı örgütlendiğini, Sakız Adası'ndan gemilerle asker ve savaş araç-gereçlerinin gelmekte olduğunu bildirir. 24 Şubat'ta üç devletin başkanları Londra'da toplanıp, İzmir'e verecekleri şekli kararlaştırırlar. Verilen karara göre İzmir'de sembolik olarak Türk bayrağı dalgalanacaktır ama şehre Yunan garnizonları hâkim olacaktır. Önceleri Rumlar'dan ve Türkler'den oluşacak bir parlamento kurulucak, fakat iki yıl sonra bu parlamento Yunanistan'a ilhak için Milletler Cemiyeti'ne başvuracak, böylece İzmir Yunanlılar'ın olacaktır. 6 Mart'ta üç yüksek komiser İstanbul'un işgal edilmesini uygun görürler. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Yüksek Komi-ser Robeck'e Çatalca'ya kadar Trakya'nın ve İzmir'in Yunanistan'a verilmesini, Boğazlar'ın milletlerarası kontrole tâbi tutulmasını, bağımsız bir Ermenistan kurulmasını ve belki Kürdistan'ın tanınmasını isteyeceklerini bildirir. Eğer bu şartlar kabul edilmezse İs-tanbul işgal edilecektir. 19 Mart'ta, İngiliz Harbiye Nazırı Churchill ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Wilson, Yunan Başbakanı Venizelos'a Türkiye barış şartlarını kabul etmezse askerî harekâta girişip girişmeyeceğini sorarlar. Ve askerî harekâta girişmeleri hâlinde savaş araç ve gereçleri vereceklerini söyleyerek onları Türkiye'ye karşı kışkırtırlar.
23 Mart 1920'de Ali Kemal, Alemdar'da şöyle yazacaktır:
"... Yunanlılar ne kadar ebedî düşmanımız olursa olsun, bugün galiplerimizin bir müttefikidir. Onlara karşı yapılacak hareket, İtilaf Devletleri'nin kırgınlığına sebep olur!"
Aynı kalem, 7 Ağustos 1920 tarihli Peyam-ı Sabah'ta "Yunan Ordusu'na karşı çıkılmamasını" isteyecektir. Şu satırlar ona aittir:
"... Ankara yöneticilerinin Yunanlılara hâlâ meydan okumalarına çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da ilimce de kuvvet bakımından ve her açıdan bu kadar fark varken, onlarla muharebelere girişilemez!"
13 Ağustos 1920 tarihli Peyam-ı Sabah'ta, Sevr'in uygu-lanması lazım geldiğini yazan Ali Kemal, Kuva-yı Milliye'yi "Hareket-i Mecnunâne" olarak nitelemiştir. Çünkü Kuva-yı Milliye zuhur edeli Anadolu felâketlere uğramıştır. Bir İngiliz tuzağı olan Düzce ayaklanmasını bastıran Ankara Hükümeti'nden hesap sorulmasını isteyen bu süzülmüş, bu damıtılmış, bu imbikten geçirilmiş vatan hainine göre; Mustafa Kemal ve arkadaşları mahlûktur! Sergerdedir! Hayduttur! Canavardır! Kaniçicidir! Eşkıyadır! Ya İngilizler'in, millî kuvvetlerin üstüne gönderdiği Anzavur Ahmet? O eşkıya meşkıya değildir, Ahmet Bey'dir. Düşmanı Anadolu'dan kovacağız diye topladıkları adamlarla Çumra'yı basan âsi Delibaş da kahraman!
Refi Cevat
Maliye Nazırı Cavit Bey "büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak tavizleri vermeksizin Anadolu'nun ortasında tek başımıza bir devlet kurup yaşamamız mümkün değildir" diyordu. Mustafa Kemal, hiç kimseye taviz vermeden, büyük Avrupa devletlerinin yardımını da almadan üstelik büyük Avrupa devletlerine rağmen Anadolu'nun ortasında tek başına bir devlet kurdu ve o dönmeyi de astı! İşte bu dönmenin dahi "müfsit, bayağı, rezil, kalpsiz, vicdansız, vatansız, hâyâ ve hicap bilmez" diye tanımladığı İngiliz uşaklarından biri olan Refi Cevat, elini nice Türk evlâdının kanına bulayan Ahmet Anzavur'u, Alemdar'ın 22 Mart 1920 tarihli nüshasında bakınız nasıl göklere çıkarmaktadır:
"... Kendilerine haksız yere Kuva-yı Milliye adını veren, yıllardan beri kanlı pençeleri altında inlettikleri zavallı milletin adını cinayet isteklerinin tatminine âlet etmekten de çekinmeyenlere karşı, bütün milletin birleşik sinesinden kopan lanet ve nefret sesine gittikçe tercüman olanların başında hiç şüphesiz tarih Ahmet Anzavur adını kaydedecektir. Ahmet Anzavur Bey, milli olmayan kuvvetlere karşı savaşı genişletmiş ve önemli ba-şarılar kazanmıştır!"
Eşkıyanın Posteri
Refi Cevat'ın gazetesi Alemdar, 7 Nisan 1920'de Anzavur'un boy resmini yayınlayarak, İngilizler'in Türk milliyetçilerini ezmek için üzerlerine sevk ettiği bu sergerdeyi şöyle tanıtacaktı:
"... Biga, Gönen havalisini gayri millî çetelerden temizleyen Ahmet İzzet Bey!"
8 Nisan 1920'de Yüksek Komiser Robeck'le görüşen Damat Ferit'in, Paşalık pâyesi verilen işte bu Ahmet İzzet Bey için İngilizler'den silâh ve milliyetçiler aleyhine yayınlanacak ferman ve fetvaları Anadolu'ya dağıtmak için uçak istediği hatırlanırsa, posteri verilen zatın kimlerin hesabına Kuva-yı Milliye'nin üzerine salıverildiği anlaşılacaktır. 31 Aralık 1919 tarihli Alemdar'da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını kastederek "bağımsızlık diye bağıranların kötü niyetli olduklarını" yazabilen Refi Cevat, daha da ileri giderek "hükümetin Kuva-yı Milliye adına sığınan haydutların kafasına neden bir yumruk indirmediğini" soracaktır. Ona göre istiklâlimizi kurtaracak hareket, ancak Anadolu'daki hareketin temizlenmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa yakalanıp İstanbul'a getirilerek Divan-ı Harb'e verilmelidir. Millet kan içen bu canavarların teker teker yakalanıp, demir kafesler içinde teşhir edilecekleri günü görmeyecek midir? Bütün bu neşriyat İngilizleri memnun etmek için yapılmaktadır. İngiliz askerlerinin hergün irtikâp ettikleri alçaklıklara rağmen, yaşamak için İngiltere'nin vesayetini kabul etmek gerektiğinden, İngilizler'in asırlardan beri olduğu gibi bugün de Türkleri sevdiğinden bahsedebilen bu İngiliz yalakası, 21 Nisan 1919'da şunları yazacaktır:
"... İngilizleri bekliyoruz, Türkler kendi güçleri ile adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. İngiliz mandası için İstanbul'da 24 saatte 40 bin imza toplandı!"
Azınlıkların imzalarını Türklere mal etmeye kalkışan Refi Cevat'ın İngiliz mandası isteyen yazıları yukarıdakilerden ibaret değildir. 30 Kasım 1919'da yegâne dostumuz olan İngiltere'nin bizi kurtaracak yegâne devlet olduğundan, 14 Temmuz 1919'da Türkiye'nin yabancı bir devlete dayanması lazım geldiğinden, bu devletin İngiltere olduğundan bahseden Refi Cevat 31 Ağustos 1919'da şunları yazmaktan sıkılmayacaktır:
"... İstiklâl bizim gibi idare edilmeyen ellerde milleti harp ve ihtilâl ile, zulüm ile mahvetmek için veba gibi tahrip edici bir felâket oldu. Güzel memleketimizin elimizde kalan kısmını korumak için tecrübe görmüş bir hocaya ihtiyaç vardır. Bu hoca bizim istiklâlimizi muhafaza etmekle beraber, bizi yaşamaya, yaşatmaya layık bir hâlde bulundurmalıdır (...) İstiklâlimizi temin edebilmek için kuvvetli bir devletin müzaharetine muhtacız, ο devlet ki, İngiltere'dir ve İngiltere olmak lazım gelir!"
14 Mart 1919'da "vatanını seven bütün Osmanlılar'ın İngiliz taraftarı olduklarını yazabilen bu hayâsız adam, 30 Mayıs 1919'da "yegâne dostumuz olan İngiltere'nin yegâne kurtarıcımız olabileceğini" 14 Temmuz 1919'da "Türkiye'nin yabancı bir devlete dayanmasının şart olduğunu, bu devletin İngiltere'den başkası olamayacağını" tekrarlamaktan sıkılmamıştır.
Sanki Türkiye'yi işgal edenler İngilizler ve müttefikleri değilmiş gibi, 3 Mart 1919'da şöyle diyecektir:
"... Bugün hepimizin çok iyi bilmesi gerekir ki, İngiltere ve müttefikleri bize düşman değildir!"
Refi Cevat, 24 Mayıs 1919'da şunları yazacaktır:
"... Bize İngilizleri seviyorsunuz diyorlar. Elbette seviyoruz. Çünkü onlar hürriyetçi, medenî ve adaletlidir (...) onlar bizi sever, biz de onları!"
Türkiye'nin İngiltere'nin refakatına, müzaharetine ve himayesine muhtaç olduğunu sık sık tekrar eden Refi Cevat'ın en büyük düşmanı, İngilizlerle harp hâlinde olan Kuva-yı Milliye'dir! 25 Kânun-u evvel 1919'da Alemdar'da bakınız ne yazmıştır.
"... Bizler için, Türkler için, şark için, garp için velhasıl bütün dünya için bir tek bîaman düşman vardır. İttihat ve Terakki! Başka düşman bilmiyoruz!"
Refi Cevat'ın İttihat Terakki dediği, aslında müdafaa-i hukuk-çulardır, yani Kuva-yı Milliye'dir. Kuva-yı Milliye'yi Anadolu'yu soymak ve para için memleketi satmakla suçlayan Refi Cevat, Yunan işgaline dahi "baldırı çıplak" dediği milliyetçilerin sebep olduğunu yazabilmiştir:
"... Başımıza gelen Yunan hareketi ve istilâları Anadolu'daki bu serseriler yüzündendir!"
Hâlbuki, Yunan sürülerini Anadolu'yu işgale memur edenler, kendisinin tapındığı İngilizler'dir! Yunan kuvvetleri 1 Eylül 1920'de Simav'a girerler. 4 Eylül'de Gediz'i elegeçirirler. 5 Eylül'de Yalova'yı ikinci kez işgal ederler. 7 Eylül'de Orhangazi düşer, Refi Cevat 8 Eylül'de şöyle yazacaktır: "... Görüyoruz ki, Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal kuvveti denilen çapulcuları tamamen tenkil edecektir! İşgal kuvvetlerinden "milliyetçilerin kafalarının taşlar altında ezilmesini" isteyebilecek kadar uşak ruhlu olan bu adamın, hainliği babasından tevarüs ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü Ankara Valisi olan babası Muhittin Paşa da tıpkı kendisi gibi İngilizler'in adamıdır. Padişah'ın ve hükümetin İngiliz mandasını kabul ettiğini söyleyerek, memurları İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ne girmeye teşvik eden Muhittin Paşa, bir yurt gezisi esnasında milli kuvvetler tarafından tutuklanıp görevine son verilecek ve böylece belâsı defedilecektir.
Sait Molla
Artin Cemal, Artin Kemal, Refi Cevat türünden toprağı necasetle yoğurulmuş bir vatan haini de Sait Molla'dır. 9 Kasım 1918'de İstanbul'da İngiliz işbirlikçisi bir gazete yayınlanır. Gazetenin adı Yeni İstanbul, başyazarı Süleyman Radi'dir. Sonra Süleyman Radi'nin yerine Sait Molla'yı getirirler. 12 Kasım'da "Türkler'in ancak İngiliz kavm-i necibinin samimi yardımı ile ayakta kalabileceğini" yazan Yeni İstanbul, 14 Kasım'da bütün İslâm dünyasını işgal etmiş olan İngiltere'yi "İslâm aleminin dostu ve hakiki yardımcısı" ilan eder. Sait Molla, Sultan Vahidettin ile İngiliz Kralı V. George'un resimlerini yan yana basıp altına şunları yazmıştır: İki tacdar-ı mufahham hâl-i muahadenette. Vahidettin Han ile âlem-i İslâm'ın muhib ve mezahir-i hakikisi İngiltere Kralı ve Hindistan İmparatoru haşmetlu George hazretleri. 18 Kasım'da Sait Molla'nın, Türkler'in kanını içmeye hazırlanan Venizelos'u savunan yazısı yayınlanır. Molla bu yazısında Venizelos'un saf halka kötü tanıtılmasından yakınmaktadır. Pontus çetelerini örgütleyip, Karadeniz Türkleri'nin üzerine salıveren o Venizelos ki, Batı'da da yerli Rumlar'dan saldırgan müfrezeler kurmakla meşguldür. Yeni İstanbul 5 Aralık'ta Fransız Generali Fash'a duyduğu hayranlığı "büyük sima" diye açıklayacaktır. Ati Gazetesi de İngiliz Generali Govraud'u "sevimli bulduğunu" yazmıştır. 8 Aralık'ta gazetenin adı Türkçe İstanbul olarak değiştirilir. Sait Molla, hepsi de millî mücadele aleyhtarı teşkilatlar olan İngiliz Muhipleri ve İla-yı Vatan Cemiyetleri ile Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin kurucularındandır. İngiliz Muhipleri Cemiyetleri ile ilgili bölümde kaydettiğimiz gibi İngiliz casusudur. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe'dan "İngiltere'nin Türkiye'nin idaresini ele almasını" isteyen bu casus, Atatürk Samsun'a çıktığı gün şöyle yazacaktır:
"... Memleketimizin hâl ve istikbalini kurtaracak yegâne çâre İngiliz himayesidir. Millet zaman geçirmeden bu himayeyi istemelidir!"
2 Ocak 1919'da Mustafa Paşa, Bedirhanoğlu Emin Ali Bey ve diğer Kürt ileri gelenleri ile birlikte İngiliz Yüksek Komiserliği'ne uzunca bir muhtıra sunarak, Kürdistan'a özerklik verilmesini isteyen Sait Molla'ya göre Mustafa Kemal mânâsız mukavemet ve sergüzəştler peşinde koşmaktadır. Çünkü bizi ancak İngilizler kurtarabilir. Halkın İngilizlere derin muhabbet ve taraftarlığı vardır. (...) Anadolu köşelerine kadar memleketimizin her muhitinde İngilizler hakkında büyük bir hürmet ve muhabbet inkişaf eylemiş olduğundan, Türkiye'de ufak bir İngiliz müzaharetinin büyük ve vasi mikyasta başarıya ulaşacağı pek âşikârdır. Millî Mücadele aleyhindeki neşriyatından dolayı Yeni İstanbul Matbaası önünde sille-tokat dövülmesine ve Kuva-yı Milliye tarafından da evi yakılmasına rağmen vatana ihanet etmeye devam eden bu aşağılık casus hakkında İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile ilgili bölümde teferruatlı bilgi verildiği için bu adam üzerinde fazla durmak istemiyorum.
Refik Halit
"... Harb-i Umumide cahilce hesaplarından başka bir şey göstermedikleri hâlde, mütarekeden sonra Zaloğlu Rüstem kesilen o serserilerde bir zerre namus ve haya olsa, bir zerre vatan muhabbeti bulunsa, sebebiyet verdikleri bu faciaya karşı beyinsiz kafalarını çoktan patlatır, uğursuz varlıklarına nihayet vererek kurban eyledikleri mağdur milletin içten gelen âlicenaplığına mazhar olurlardı!"
19 Mart 1920 tarihli Alemdar Gazetesi'nde yayınlanan ve milli mücadele önderlerini zerre kadar namus ve hayadan yoksun serseriler olmakla suçlayan bu satırlar Refik Halit Karay'a aittir. Hürriyet ve İtilâf Partisi'nden Seyit Abdülkadir, Zeynel Abidin, Mustafa Sabri, Kürt İzzet, Ali Kemal gibi ünlü vatan hainleriyle birlikte çalışan Refik Halit'e göre İstiklâl Harbi vatan ve millet menfaatlarına aykırı bir savaştır. Mütarekeden sonra İngiltere devleti ile beraber yürümek için siyasi teşebbüste bulunmak gerekirken, zırlak ve çatlak, hımhım bir ses, bu devletin yarını ile uğraşmaya başlamış ve burnunu her şeye sokmuştur. Eğer mütarekeden sonra doğrudan doğruya İngiltere'ye meyletmiş bulunsaydık o zaman ortada iyi niyetimiz söz konusu olacak, bu zavallı milletin zorla İttihatçılar'ın eliyle felâkete sürüklenmekten artık bıkmış, usanmış olduğunu medenî âleme açıkça söyletmiş olacaktır. Yahya Kemal, vatanın kurtuluşunu işgalcilere baş eğmekte bulan bu yazarın ve kardeşi Hakkı Haliť'in İngiliz gizli servisinin adamlarıyla sıkı fıkı münasebette bulunduklarının işitildiğini yazmaktadır. Yahya Kemal'in işittikleri doğru mudur bilemiyoruz ama, onun sık sık İngiltere ile beraber olmamız gerektiğine dair yazıları ve Refik Halit'in millî mücadele aleyhindeki tavrı Yahya Kemal'in aldığı haberleri doğrular gibidir.
Şu cümle Refik Halit'e aittir:
"... Bizim için yapılacak tek şey, bir devletin siyasi beraberliğidir, o devlet de İngiltere'den başkası olamaz. Olamaz. Olamaz!"
Ona göre Kuva-yı Milliye hareketi blöftür:
"... Anadoluda bir patırtı, bir gürültü, kongreler, beyannâmeler falan, sanki bir şey yapabilecekler? Blöf yapmanın sırası mı? Hangi teşkilatın, hangi kuvvetin var? Bu ne hayâl? Kuzum Mustafa sen deli misin?"
Kaydetmeye lüzum yok ki, yazarın kuzum demek suretiyle çocuk yerine koyup, küçümsediği Mustafa, Mustafa Kemal Paşa'dır. Yalnız Damat Ferit'in değil, Hürriyet ve İtilâf Partisi'ni pohpohlayıp duran Refik Halit, Anadolu hareketini çete hareketi, eşkiya hareketi olarak görmüştür. 3 Ocak 1920 tarihli Alemdar'da "Anadolu'nun Kemalileri, Cemalileri istemediğini" yazacaktır. Ona göre Kuva-yı Milliye Anadolu'da dolap çevirmektedir. Değil millî mücadeleden, millî kelimesinden bile rahatsızlık duymakta, hatta milliyetçilikle alay etmektedir:
"... Bereketi bol olsun, başımıza bir millî daha çıktı, geceler bir milli daha doğurdu. Millet anamız yine varlığını gösterdi, ortaya bir yavru daha attı: Misak-ı milli, aman Allah'ım, söylenmesi ne güç, ne çirkin, ne gayri milli bir kelime!"
Refik Halit, "Anadolu zorbaları" dediği Kuva-yı Milliye'ye yalnız yazılarıyla muhalefet etmemiş, Kuva-yı Milliye'nin haberleşmesini de önlemiştir. Kendisi bir zamanlar Posta ve Telgraf Genel Müdürüdür. Yalnız haberleşmeyi engellemekle kalmamış, "haber-leşmeyi engelleyen posta memurlarını hapsetmeye serkeşce cüret ettiği için" Sadrazam ve Harbiye Nazırı'ndan Mustafa Kemal Paşa'nın hakkından gelinmesini dahi isteyebilmiştir. Sultan Vahidettin, milli mücadele aleyhindeki tavrından pek memnun kalmış olmalı ki, Refik Halit'in 2 Ocak 1922'den itibaren yayınlamaya başladığı Aydede Gazetesi'ne abone bedeli olarak 200 lira göndermiştir.
Ahmet Emin
İngiliz himayesini savunan anlatılageldiğimiz yazarlara karşı Ahmet Emin Amerikan mandasından yanadır. 3 Kasım 1918 tarihli Vakit'te Mondros mütarekesinin millî hâkimiyete aykırı olmadığını yazan Ahmet Emin, daha sonra bağımsızlık taraftarlarını "maceracılık" ile suçlayacak "umumî surette istiklâl istemekten ibaret bir kanaatı biz canlı ve müsbet addetmeyeceğiz" diyecektir. Sonradan Yalman soyadını alan Ahmet Emin, Amerika'yı yakından tanıyan biri olarak Amerikan mandasından yanadır. Ona göre "bize yol gösterecek yegâne devlet Amerika'dır." Mustafa Kemal Paşa'nın İstiklâl Savaşı için halkı örgütlemeye çalıştığı 7 Haziran 1919'da Ahmet Emin şunları yazacaktır:
"... Amerikalılar bizim öğretmen ve yol göstericimiz olmalıdır. Bu kararımızı Milletler Cemiyetine bildirelim. Dünya karşısında eksiğimizi itiraf etmek ayıp değildir!"
8 Ağustos'ta Amerikan mandasını onlardan önce bizim teklif etmemiz icabettiğini yazan bu Hahamzâde, 25 Ağustos'ta "Amerika'nın himayesine girmekten başka çözüm yoktur" diyecek, gerekçeyi de şöyle açıklayacaktır:
"... Hariçten hiçbir izaç ve müdahaleye maruz kalmasak bile, istiklâlimizi şimdilik yalnız başımıza devam ettirmeye muktedir değiliz. Bir müddet hayırhah bir murşitten ders almaya ve müzaharet görmeye mecburuz!"
Ona göre Amerikan mandasının kabulü ile Türkiye topraklarının sahipsiz olmadığı anlaşılacak, "Amerika bizimle sırf insanî açıdan ilgilenecek, sonra da kendi kendine çekilip gidecektir!" Bu Yahudi dönmesi, Amerikan Fevkalâde Komiseri Amiral Bristol'u millî mücadele kahramanı olarak bile kabul etmiştir. Ahmet Emin'in Amerikan mandasının kabulü hususundaki ısrarlı neşriyatı İngiliz himayesini savunanları rahatsız etmiştir, ona en sert cevabı da İngilizler sayesinde bir Kürt devleti kurulacağını hayal eden Mevlanzâde vermiştir. Mevlanzâde, 9 Aralık 1918 tarihli Serbestî Gazetesi'nde cüretkâr olmakla suçladığı Ahmet Emin'e demiştir ki
"... Bu kuvveti, bu vekâleti ve cüreti size kim verdi? Ve bu memleketi ne sıfatla temsil ediyorsunuz? Türk değilsiniz, Osmanlı ülkesinin mahsulü değilsiniz, değilsiniz, değilsiniz. Buna ilâveten siz umum matbuatın bu sakîm fikre muvafakat eylediğini söylüyorsunuz. Ne büyük cürettir? İşte sizi alenen üç Türk gazetesi tekzip ediyor ve yüzünüze çarpıyor. Diğer Türkçe gazeteler de tasdik etmiyor!"
"Bari Vatan'ın Tamamını Alsalar"
"Ben Bir Türk'üm, Dinim, Cinsim Uludur."
Türk Milleti bu sesi duymak için tam bin yıl boyunca beklemiştir. Bin yıl sonra, Türk Milleti'ne millî kimliğini hatırlatan büyük şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, İstiklâl Savaşı başlayınca, ileri yaşına rağmen tüfeğini omuzuna yaslayıp, Anadolu'ya geçmiştir. Mehmet Emin Türkçüdür. Bir diğer Türkçü olan Yusuf Akçora, üniversitedeki görevini bırakıp, düşmanla savaşmak için Ankara'ya gelir. Türkçülüğün Esasları'nı yazan Ziya Gökalp, Malta zindanlarından kurtulunca Mustafa Kemal'in yanında yer alır. Türkçülük akımının önderlerinden, uzun yıllar Türk Ocağı Başkanlığı yapan Hamdullah Suphi Tanrıöver zaten Gazi ile beraberdir. Mehmet Akif, camilerde istiklâl ateşini tutuşturan konuşmalar yaptıktan sonra Ankara'ya gelip, Tacettin Dergâhı'nda mevzilenmiştir. Bir zamanlar kurtuluşu Amerikan mandasında gören Yunus Nadi, kadın oluşuna rağmen yine o takımdan Halide Edip ve daha birçok aydın emperyalizme karşı savaşarak "hâkimiyet-i milliyeye müstenit bir devlet kurmak için" başkaldırının başkentindedirler. Zaferden elbette emin değillerdir, hatta çoğunun böyle bir umudu dahi yoktur, ama hem kendi onurlarını kurtarmak için, hem de Türklüğün şeref ve haysiyeti için savaşacaklardır. Daha evvel de bahsettiğimiz gibi 76 imzalı bir dilekçe ile İngiliz Yüksek Komiserliği'ne başvurarak; "devletin silahlarını elegeçiren Ankara'daki cinayet şebekesinin yok edilmesini ve Anadolu'nun insanlığa ve Allah'a düşman bu ihtilâlci şebekeden temizlenmesini" isteyen aydınlara mukabil, İstanbul'da millî mücadeleyi destekleyenler de vardır. Fakat Etnik Çete'ye mensup olanlar da dahil, İstanbul'daki Bab-ı Ali Peykesi, Türklüğe binbir hakaretin savrulduğu azınlık meyhanelerinde kafayı tütsüleyip, millî mücadeleye neden katılmadıklarını izah etmek için münasip mazeretler aramakla meşguldür. İşte bunlardan biri olan Filozof Rıza Tevfik, kendisine aslını, neslini soran, soyunu, sopunu sual eyleyen olmadığı hâlde, durup otururken;
Anam Arnavut, babam Çerkez,
Bilmeyen varsa, öğrensin herkes.
Diye ortalığa atılıverir!
Kürt Teali Cemiyeti'nden Seyit Abdülkadir, Bedirhanzâde Emin, Sait Molla, Mustafa Sabri, Ali Kemal ve saire gibi vatana sürekli ihanet hâlinde olan tanınmış işbirlikçilerle beraber, Hürriyet ve İtilâf Partisi ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin yönetim kurulunda çalışabilen bu kozmopolit Osmanlı aydını artık öğrencilerine "siz Türkler" diyecektir. Türklüğü benimsemediğini açıkça ilan edecektir. Türklüğü küçümseyecektir.
- Siz Türk değil misiniz?
Diye soranlara da şu cevabı verecektir:
- Değilim! Türklükten istifa ettim! Türk'ün kılıcından başka övünecek nesi var? O da bitti! Hâla İstanbul'da oturabiliyorsanız bunu büyük devletlerin size değil, İslâm alemine duyduğu saygıya borçlusunuz!
Ömer Seyfettin rahmetlisinin "palavracı" dediği Rıza Tevfik Türklükten istifa etmekle kalmamış, Fuzuli'nin de Türk olmadığını iddia ederek cehlini ortaya koymuştur. Oysa Bağdat gibi, Arap dil ve kültürünün egemen olduğu bir şehirde yaşamış olmasına rağmen Fuzuli Türktür ve Hadisatü's Süade isimli eserinde de Türk soyunun evlâdı olduğunu iftiharla ilan etmiştir.
Mehmet Akif in "soytarı" demekten kendini alamadığı Rıza Tevfik, daha sonra bir Fransız gazetesine verdiği demeçte ecnebilere şöyle yaltaklanmaktadır:
-Bende duygu ve düşünce bakımından beğenilecek ne varsa sizindir! Bende fena olan her şeyin kaynağı benim!
Millî mefahirimizi muhafaza eden bizim mukaddes Bursa'mız düştüğü gün, Alemdar Gazetesi'nde, eşkıya kuvveti dediği Kuva-yı Milliye'nin "cânice menkıbelerinden" bahsedip, hükümetin başa çıkamadığı Anadolu'daki haşeratın Avrupalılar tarafından temizlenmesini isteyen de odur!
Rıza Tevfik'in, haşerat dediği, millî ordudur!
Herkes Kavm-i Necip,
Fakat Türk'ün Adı Yok!
Daha önceki çağlarda olduğu gibi, bu çöküş döneminde de çeşitli Osmanlı halkları kendi soylarıyla övünürken fatih milletin çocuklarından ses çıkmaz.
Araplar kavm-i neciptirler, kahramandırlar.
Arnavutlar kavm-i neciptirler, kahramandırlar.
Çerkezler Saray'ın himayesine mazhar olmuşlardır, onlarda kavm-i neciptirler, onlar da kahramandırlar.
Ya Türk?
Türk'ün adı bile yoktur!
Türk ülkesinde Türk'ün tahkir edilip, devletin kuruluşu ve imparatorluk hâline gelişinde hiçbir katkıları bulunmayan çeşitli Osmanlı halklarının yüceltilmesinden bunalan Celal Nuri o günleri şöyle anlatır:
"... Artık kulak duymaz, burun koklamaz, beyin hissetmez, göz görmez olmuş. Hiç kimse Türk değil! İttihat ve Terakki'nin küçük başarısından sonra kökeni karışık kim varsa, o zaman Türk olmuştu. Ama bugün Türk oğlu Türkler bile, annesine veya büyükannesinin akrabalarından birine dayanarak Arnavutluk, Çerkezlik, Gürcülük, Araplık iddiasında. Kısaca bir milli çöküş, bir ırkın tükenişi yaşanıyor ki, anlatmak mümkün değil. Ancak milli can çekişme deyimi ile bu tarihi durum anlatılabilir.
"Eskilerin tarihini epeyce okudum. Böyle bir yenilgiye ve böyle bir milli düşüşe şimdiye dek rastlamadım desem yeridir. Türk oluşuyla övünen kimsecikler yok! Milletini kurtarmak çabasında olan birine rastlanmıyor. Zavallı Türkler! Senin bütün çocukların nankör, bütün hizmetçilerin kadir bilmez olmuş!"
Celal Nuri'nin yakındığı nankörlerden biri Türk'ün talihi yâver gitmeyince birden bire Arnavut olduğunu hatırlayıveren Cenap Şahabettin'di. Bir Plevne şehidinin evlâdı olan Cenap Şahabettin, yalnız Arnavut olduğunu hatırlamakla yetinmeyecek, 1 Mart 1922 tarihli Revue de Deux Mondes Dergisi'ne verdiği demeçte bakınız Türklüğü nasıl aşağılayacaktır:
"... Türkler bilim ve medeniyet alanında hiçbir şey yapmamışlar, hiçbir eser vücuda getirmemişlerdir. Nebir mezhep, ne bir felsefe, ne bir sanat yaratmışlardır. İslâmiyet'te yetmişiki tarikat vardır, bunlardan hiçbiri Türkler tarafından kurulmamıştır. Müfessirlerimiz bir takım naslar etrafından ekler yapmakla yetinmişlerdir. Bunların eserleri tamamiyle skolastik-tir. Edebiyatımız taklitçidir. Bu edebiyat dörtyüz yıl durmadan Arap ve Acem kaldı. Sonra birden bire Batılılaştı, daha doğrusu Fransızlaştı. Her ne kadar halk türkülerimizde bazı güzel eserlere rastlanabilirse de bunlar da o derece önemli değildir!"
Türk Edebiyatı ve Türk Medeniyeti hakkında yüzeysel de olsa herhangi bir bilgiye sahip olmadığı anlaşılan bu Servet-i Fünun züppesi üstelik Darülfünun'da Türk Edebiyatı Tarihi müderrisidir, yani Türk Edebiyatı profesörü! Bu zır cahil Prof. artık Cengiz Han'ın torunu ve Timurleng'in yeğeni olduğumuzu unutmamız ve unutturmamız lazım geldiğine dair 20 Eylül 1920 tarihli makalesinde de "medeniyet dünya-sına bir habbe bile ilave etmediğimizi" yazmıştır. Edebi eserlerinden ziyade, Cemal Paşa'nın misafiri olarak gittiği Şam'dan getirdiği top top Hama ipeklisi ile dillere düşen ve kendisine Arapça ipekçi mânâsına "haririzâde" denilen bu yılan, asıl zehrini Yunan Ordusu Bursa'ya girdiği gün kusacak ve bütün Türkler kan ağlarken öğrencilerine diyecektir ki:
- Üzülmeyin efendiler, tersine memnun olun. Çünkü Yunanlılar bizim lehimize çalışıyor. Memleketi milliyetçi denilen haydutlardan ve serserilerden temizliyorlar!
Kaydetmeliyiz ki, Cenap Şahabettin, Eskişehir ve Afyon'u tahliyeye mecbur kaldığımız günlerde yayınladığı "Elveda Ey Mahmuzlar ve Yaldızlar" başlıklıyazısında da kimin intikamını almakistiyorsa Türk subaylarıyla alay edecek kadar küstahlaşmıştır. Türk çocukları bu adamı mimlemeli ve elegeçecek ilk fırsatta edebiyat tarihinden tart etmelidirler. Başkentin Türkten başka herkese hayat hakkı tanıyan o kozmopolit ortamında yürütülen yoğun düşman ve azınlık propagandası ve hükümet baskısı, yalnız kendini Türk hissetmeyen-ler değil, milliyetçiliklerinden hiç şüphe duymadığımız bazı Türk aydınlarını da fena hâlde etkilemiştir. Dışişleri teşkilâtında çalı-şan Başmabeynci Lütfi Simavî, 20 Haziran 1919 tarihli İstikbâľ'de şöyle yazmıştır:
"... Biz kendimizi idareden aciziz. Büyük bir devletin müzaharetine ihtiyacımız var. O bizi çöküşten kurtarır, kendi kendimize kalsak her kafadan bir ses çıkar!"
Sivas Kongresi'nde de Amerikan mandasını savunan İsmail Hami Danişment, Lütfi Simavî'nin "müzaheretine ihtiyacımız var" dediği devletin adresini vermiştir. Danişment 31 Temmuz 1919 tarihli Memleket Gazetesi'nde şöyle diyecektir:
"... Bütün Türkler'in bir tek manda altında toplanması gerekir. Amerikan mandası diğerlerine göre iyidir!"
İsmail Hami gibi, Türklüğünden şüphe duyulmayan büyük şairimiz Yahya Kemal de Falih Rıfkı'ya gelip diyecektir ki:
- Ah! Parçalamasalar bari, İngilizler vatanımızı toptan alsalar! Mısır gibi olsak!
Unutmayalım ki, şairin özlediği Mısır, İngiliz sömürgesidir, Mısırlı da İngiliz kölesi. Türkiye'den öyle ümit kesilmiştir ki, Franchet d'Esperey'e tek başına kafa tutan ve bu sebeple güç belâ kurşuna dizilmekten kurtulup Malta'ya sürgün edilen Süleyman Nazif gibi yiğit bir vatanperver bile, sonunda Mihran Nakkyan'ın Sabah Gazetesi'ne sığınacak ve ünlü vatan haini Ali Kaal'e "sen haklı imişsin" diyecektir!
Batarya ile Ateş'te Türk soyunu evlâdı olduğunu açıkladığı hâlde Yakup Şevki Paşa'ya gidip
- Vatanları nehirler sınırlamıştır. Siz de ben de Fırat'ın öbür yakasındanız. Türk sayılmayız, İngilizlere başvurup, sürgünden kurtulalım, diyen de odur!