MOR
Bir ‘’Kırkından sonra azanı teneşir paklar.’’ romanıdır.
Türk edebiyatında çok da alışık olmadığımız bir roman yazım tekniğidir aslında 24 saatlik dilimde yaşanan olayların yazıldığı romanlar. Dünya edebiyatında böyle yazılmış en bilinen ve eşsiz kitap Gün Olur Asra Bedel’dir. Ancak bu roman için söylemem gerekirse İnci Aral bu işi çok iyi becermiş. Roman tek bir gün içinde geçtiği için açıkçası hiç düşmeyen bir tempoya sahip. İlhan Sacit karakterinin gördüğü rüya ile beraber onun çevresinde bulunan insanların gözünden adım adım bir gerginliğe doğru ilerliyoruz. Bir gerginlik olacağını İlhan Sacit’in gördüğü rüyadan aşırı evhamlanarak ortalığı ayağa kaldırmasından ve sözü olan her karakterin zaten çevredeki her bir ilişki dinamiğinin en gergin noktasında olduğundan anlıyoruz. Kitapta herkes çok gergin, nefret dolu ve içten pazarlıklı.
Her bir karakterin ağzından olanları dinlesek de aslında ana karakter İlhan Sacit. Tıpkı kendi hayatında olduğu gibi romanda da ilgi odağı olmayı kimseye bırakmıyor. Herkes İlhan Sacit’in hayatında aldığı role göre var oluyor. Revan eski eş, Renginur metres, Figen baldız, Armağan erkek kardeş, Gülcan kız kardeş…
İlhan Sacit ve 3 kardeşi Ege’nin bir kasabasında İbrahim adlı toprakla uğraşan oldukça toksik bir babanın ve anlatılanlardan yola çıkarak sonrasında intihar edeceği bilinen depresyonda yalnız yapayalnız bir annenin evlatları olarak yaşıyorlar. Aile gerçekten oldukça sağlıksız bir aile.
‘’ İbrahim toprağa inanmıştı, hayatta hiçbir şeye –Allah’a bile- inanmadığı kadar.’’ (sayfa 29)
Kimsenin birbirini sevmediği, yalnızlıklarla ve korkuyla örülmüş çeperlerin içine sıkışmış bir topluluk. Ailenin bu mutsuzluğu her bir evladın hayatına da sirayet ediyor ve herkes kendi payına düşen mutsuzluğu gani gani yaşıyor. Anne intihar ettikten sonra aileye bir gecede büyüyen küçük Gülcan kol kanat geriyor. Bertan çok küçük yaşta ölüyor. Gülcan, ilerleyen yaşlarında ise çok severek evlenip –ya da güce öykünmeyi aşk sanıp- çok kötü bir yere evrilen bir evlilik geçiriyor. Annesinin kaderini kendisi üzerinde devam ettiriyor.
‘’Tıpkı onun gibi kendisi de yalnız huzursuzluğa değil umutsuzluğun sabırla örülmüş kuşatıcı hüznüne mahkum edilmişti.’’ (sayfa 205)
Armağan başarısız bir politikacı oluyor. Ailenin en aklı başında görünen ama eşine ve çevresindeki insanlara karşı müthiş pasif agresif davranan birisi. Hiçbir duygusunu direkt söylemiyor. Ergeni bırakın egosentrik 5 yaş çocuğu gibi davranıyor.
İlhan Sacit ise babasından kalan toprak parasını değerlendirerek paraya para demeyen sonradan görme bir zengin oluyor.
‘’Babasından gördüğü ya da devraldığı o erkeksi katılık, içe dönük ve öncelikle kendini tüketen kapalılık karısıyla ilişkilerini aşırı derecede zedelemişti.’’ (sayfa 51)
İlhan Sacit, yürüyen bir oedipus karakteri olarak gösteriyor kendisini. Annesine olan düşkünlüğü babasını kıskanmaya götürüyor sürekli onu.
‘’İlhan, annesini hep kıskanmıştı babasından. Bunun nedeni bilinçaltı bir saplantıdan çok annenin babadan daha üstün, duygulu ve iyi bir insan olduğu inancıydı. O kaba saba, küfürbaz, dediğim dedik adamın böylesine güzel, sıcak ve iyi bir kadına sahip olabilmesi haksızlıkmış gibi geliyordu ona.’’ (sayfa 22)
Belki de bu yüzden asla benzemem dediği babasına en çok benzeyen çocuk oluyor ve hayatındaki bütün kadınlara babasının annesine davrandığı kadar korkunç davranıyor.
‘’Annesinin ölümünden sonraki yıl, lise sonda, kimya öğretmenine aşık olmuştu İlhan.’’ (sayfa 35)
Küçük yaşlarda evden ayrılarak yatılı okula gidiyor ve bir gün annesinin ölüm haberini alıyor. Bu süreden sonra babası ile arası tamamen açılıyor.
‘’Tıraş oldu. Yıkandı. Omuzları gevşemiş, göğsü ve karnı biraz sarkmış da olsa elli üç yaşındaki bir erkeğin olamayacağı kadar diriydi. Koşuyor, tenis oynuyor, su kayağı yapıyordu. Hafif kırlaşmış saçlarını kısacık kestiriyor, genç gösteriyor diye teninin bronzluğunu her mevsim korumaya çalışıyordu.’’ (sayfa 38)
Antropoza 3 kala 52 yaşında karısını aldatarak kendisinden 30 yaş küçük bir kapıcı kızı olan Renginur’dan çocuk yapıyor. İhanete uğramak kötü. İnsanın ihaneti kaçınılmaz kıldığını bilmesi daha da kötü.
‘’Renginur somut şeylere, gerçeğe inanmaya yatkındı. Bunun uzantısı olarak aşktan çok sevgi ve cinselliği, duygusallıktan çok maddeyi önemsiyordu.’’ (sayfa 35)
İş hayatında ise Türkiye’nin değişen dönemlerinde tam olarak ayakta kalan ve zengin olmayı başarmış her insan gibi zafere giden yolda her şey mubahtır diyerek omurgasının oynaklığı ile ayakta kalıyor.
‘’İlhan Sacit Sezer’in başarı sırrı buydu. Değişen durumlara uyum sağlamak, bütün iniş çıkışlara karşın, istemekten, düş kurmaktan ve umut etmekten vazgeçmemek.’’ (sayfa 48)
Hayatına giren her kadına korkunç davranıyor. Kadınlar ve ilişkiler hakkında o kadar korkunç düşünceleri var ki insan zaten böyle düşünen birinin de mutlu olması beklenemez, demeden edemiyor.
‘’Kadınların ev dışında ve başka erkeklerin yanında hissettikleri hem de uyandırmaya çalıştıkları dişilik duygusunu iyi tanıyordu. Var olma biçimlerinin temel dayanağı olan o sözde sevecenliği, yüce gönüllülüğü, erkeğe egemen olma tutkularını gizleyen tehlikeli oyunbazlıklarını gözlemişti, tanıyordu.’’ (sayfa 99)
En genç yaşında İlhan Sacit ile evlenip sonra hayatını bir mengene gibi sarıp sarmalayan İlhan Sacit’e bağlanan Revan ise şunları söylüyor.
‘’Evlendiği adam, yıllar boyunca kendisi olma iradesini o derece bastırmıştı ki Revan varlığını kocasının varoluşunun doğal bir uzantısı olarak kabul etme yanlışına düşmüştü. Aslında çevresindeki bütün evlilikler zamanla, kadının erkeğin sürgün vermiş bir dalına dönüştüğü birlikteliklerdi. Bir noktadan sonra dal, gövdeden kopmanın sonu olacağını biliyor ve bütün rüzgarlara dayanmaya çalışıyordu. Bu arada düş kırıklıkları kendine dönük bir acıma duygusuna dönüşüyor, nefretler, öfkeler, biriktiriliyordu karşılıklı. İnsan yanlış yerden hayata başlamışsa neyi tutsa elinde kalıyordu.’’ (sayfa 67)
Kadınların bütün yönetimlerinin kendisinden olmasını istiyor. Giydikleri kıyafetten, ayak şekillerine kadar söz söyleme hakkını kendisinde görüyor. Zaten kitaptaki bütün erkeklerde bu ‘’erkekliği’’ görmek mümkün. Erkekliği zehirli bir silah olarak kullanıyorlar. Bunu baba İbrahim’ de de gördük, Armağan’da da.
‘’Erkeklik başlangıçta cinsiyet belirleyen bir durum olmasına rağmen içsel gerçeğe dönüştürülmesi çok uzun süren bir kavramdı. Bir erkek gibi düşünmek hissetmek ve davranmak için kat edilmesi gereken yol çok uzundu ve sonuç olarak kendi doğasının tutsağı olmak zorunluluğu, sanıldığı gibi güçlülükten değil yadsımış bir güçsüzlükten doğuyordu.’’ (sayfa 145)
Dünyanın en büyük problemi her zaman ‘’erkeklik’’ olmuştur. Toplumun zorla tüm bireylerine kabul ettirmeye çalıştığı bu toksik erkeklik algısı sebebiyle her zaman aç gözlülük, şiddet, saldırganlık… para etmiştir. Çok sevdiğim Ursula L. Guin Lavinia adlı kitabında savaşlar sürekli olmak zorunda mı diye soran Lavinia’ya erkekler böyle olduğu için evet, zorunda, diye cevap veriyor.
‘’Dünyayla olan ilişkilerine paranın hükmettiği sıradan insanlar bütün değerlerini yitiriyorlardı.’’ (sayfa 16)
Bu zehirli oluşumu görmek için yazar sık sık cinselliğe başvurmuş. Yer yer erotizme çağrı yapan çok fazla paragraf vardı ancak bunların alt okumasını yaptığınızda hiçbirinin sıradan yatak anları olmadığını göreceksiniz.
‘’Gülcan sonsuza kadar onun olmaya, ruhunu ve bedeninin bütün çıplaklığıyla ona vererek yeni, bambaşka biri, tensel bir varlık, bir kadın olmaya hazırlanıyordu, iyimser, arı bir sevgiyle.
Ama Attila –diye düşündü- kibir ve iktidarın sembolü olarak, o güzelliği, kırılganlığı ve masumiyeti –baştan gözdağı verme inancına uygun biçimde nasıl ele geçireceğini, ganimeti yağmaya nasıl dönüştüreceğini zaten biliyordu.’’ (sayfa 212)
Aslında İnci Aral insanların libidolarının kişiliklerini nasıl belli ettiğini ve kendisini gösterdiğini bizlere sunuyor. Bir ülkenin cinselliğe bakış açısı o ülkenin siyasetinden ekonomisine kadar hepsiyle ilişkili.
‘’Birçok erkeğin, kadınların cinsel ilişkiden zevk alıp almamalarını önemsemediğini; dahası, almamalarının daha uygun olacağı yolunda açıkça olmasa da bilinçaltı bir inanışları olduğunu birçok kez duymuştu kadınlardan. Annesinden bile. Kadının haz duymayı öğrendiğinde başka yerlerde, başka erkeklerde de haz aramaya kalkışacağının korkusuydu bu.’’ (sayfa 169)
Özellikle Türkiye’nin büyük bir değişim içinde olduğu, ekonomi ile beraber değişen insani ve siyasi ilişkilerden duyulan rahatsızlığı yazmak için oluşturulmuş bir roman gibi.
İnci Aral, görmüş geçirmiş biri olarak bu değişimden duyduğu tüm rahatsızlıkları aile, eş, kardeş, patron ve sevgili denklemlerinde inceliyor. Dikkat çekecek kadar psikoloji ve siyaset ağırlıklı bir romandı.
‘’Halk dediğin neydi ki zaten! Çocukluktan kurtarılamamış, cahil, iki torba fasulyeye kanmaya hazır bir yığın! Kaldı ki onlar bile görüyorlardı solun nefesinin kesilip işinin bittiğini, eski hastalıklardan kurtulup bütünleşmek yerine parçalanıp dağılmayı, birbirini yemeyi sürdürdüğünü. Esneklik, yeni durumlara uyma kıvraklığı da yoktu solun söylemlerinde ayrıca. Politikaları ve taraftarlarıyla iyice kemikleşmişti.’’ (sayfa 47)
2003 yılında İnci Aral artık üzerinden çok sular akmış 40’lı doğumlu insanların değişen Konjonktürde yer edinmesini bir iç döküş halinde aktarıyor.
Romana tek eleştirim bir roman okuduğumuzu varsayarak yazarın sürekli günlük bir diyalogda aralara serpiştirdiği siyasi didaktik göndermeler. Günlük bir sohbet esnasında karakterlerden birisi şak diye Türkiye solu ile ilgili demeçler vermesi normal olarak beni romanın gerçekliğinden kopardı.
‘’Ben halk çocuğuyum. Bu kafaları, bu düzeni değiştirmek gerektiğini söylüyorum. Anarşi sorunları çözmez. Asıl görev insan vicdanındaki adalet duygusuyla örtüşecek, insanı mutlu edecek gerçek özgürlük için toplumun örgütlenmesini, sesini yükseltmesini sağlamak.’’ (sayfa 79)
Neden Mor kitabın ismi? Bunu şöyle tespit ettim, yer yer kitapta mor rengin baskın olduğu anlar gelişiyor. Genellikle çok çetrefilli, zor ve bulanık anlarda mor renk baskın olarak kendisini gösteriyor ki bilirsiniz mor asaletin ve zenginliğin rengidir. Doğada elde edilemeyen bir renk olduğu için sadece ithal edilebilen ve kraliyet dışında uzun süre kullanılamamış bir renk olarak da gücü ve yasağı da çağrıştırır.
‘’Çok severdi bu parlak morumsu maviyi. Doğanın olağanüstü yaratıcılığını çağrıştırırdı bu renk ona. Tıpkı kedigiller, soyu tükenmeye yüz tutmuş pandalar ya da o beyaz, şirin kutup ayılarını televizyonda izlerken olduğu gibi dünyanın zenginliğini duyar, neşeyle, coşkuyla dolardı içi.’’ (sayfa 225)