Yaşam Ağrısı
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
tüm iç karışıklık bir aşktan ve barıştım yalnızlığımla
hayat zaten hep soğuk savaş…
çocukluğuma gönderdiğim mektuplardan başka
sitemlerim vardı bize küsüp gitmiş aşka…
yeryüzünün tüm acılarına tutunup hayal kurmak vardı birde
göğe gözlerimizi iliştirip kaybolup yıldızların içinde
uçurtmasının kuyruğuna jilet bağlamayan çocukların ödülü olmalıydı gökyüzü
aşkın tayini çıkmamalıydı ve 657 ye tabiydi
çocukluğumun bütün aşkları...
yaz mevsimlerinin içinde mavi olmayan yalnızlığında
mecburiyetten özlerdik nisanı ve barındırdığı tüm yağmurları
biraz mavi… biraz su… biraz da hüzündü bize nisan
baharı bile mecburiyetten seviyor insan…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
içimde ölen şataraban … gözlerin kadar yalan…
tüm rüyalarımın tabiri eşkalinin işgalinde
gönlümün tüm caddelerinde binlerce ayak izin
ve sustuğun her yer sağır sessizlik…
bir aşk daha yazılırken gözyaşımın tuzlu hanesine
biliyorum faili meşhur bu cinayetin…
içimdeki sehpayı tekmelerken kendimin celladı oluyorum
dayanınca şakaklarıma rezil bir ölüm
anlıyorum mustafa kemal’in içindeki
latife gibi fikriye sancısını
şair bu dörtlükte ne anlatmak istemiştir sorusunu bekliyorum
bırakıyorum dizelerimi otopsiye incelenmek üzere…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
bir büyüğün içinde solungaçlarıma kadar sarhoş olsam
ne eskiler satsam ne musikiler alsam
atsam oltamı bir yetmişliğin içine
ah… rakı şisesinde balık tutsam…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
adını yazmaktan kanattığım duvarlarda sevdim seni
yüzün solgun bir akşamın günbatımı telaşıdır
bildiğim tüm iklimlerde mevsimsiz sulietin
saçlarında birikmiş bir yaşamın ağrısı
ne kadarda tarifsiz kalıyor anlatmaya yüzünü
bu aşkın coğrafyası
adını söylüyorum… tütün çatallığı çökmüş sesimle ve duyuşuna hasretimle
avazım yırtılıyor… adını söylüyorum
mühürlenmiş bir aşkın azad mevsimi gelmiş
adını söylüyorum…
gülce susuyor… yağmur yağıyor…
ve şimdi ellerini çektiğin ellerime el oldu teninin sıcaklığı
bir kelepçede tutuklu iki el olamadık
bir silahın şarjöründe tanışan iki soğuk mermi gibiydik
sırası gelen gidecekti belki başka bir aşkın kalbine
yani tetik düşecekti yani sen gidecektin…
ah yaşam ağrım…
ilkokuldaki ilk cebir korkusu
matematiksel sancılarla büyüttüğüm çalakalem düşlerime
bir tek
seni getirmiyordu
güzel türkçemizin katiliydi
duvarlardan ajandama sızan sevda sözleri
ve kabustu gözlerinden uzak hayatı çarpanlarına ayırmak
yeterince güzel değildi türkçemiz
okuduğumuzu anladık mı diye sorarken
anlayışlı değildi çocuk bünyemiz oysa
okuduğumuzu anlar mıydık?
daha soluduğumuzu anlamazken…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
bir şehri düşlemek her coğrafyadan arta kalmak
ömrümün ‘g’ noktasıydı ince belli bardakta
gözlerinden hayatı yudumlamak
ve üşümek doyasıya…
belki tüm ömrümüze yetecek kadar üşümek
hüzün ayazına kesmiş caddelerinde
karabekir’i anlamak pamuk prense inat
gelinliğini erken giyerdi çocukluğumun başkenti
ve beyaz ankara ya bile yakışmazdı bu kadar…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de…
sanskritçe bir türkü tutturup
dünyanın en fiyakalı dilinde adını yazdım adıma
bir fail aramıyorum bu cinayete
meyhanenin son sarhoşuyum anasonda gözlerini yüzdüren
şimdi aynaların yetmediği bir zamanın yorgunluğunda
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğuna gönderdim gözlerini
ah yaşam ağrım…
bir fail aramıyorum bu cinayete
dünyada ki tüm ölümlerin mezarlığıyım
dertler nakşettim çilehanemdeki ismine
bir yanımda kalsaydın...
ah yaşam ağrım
martıların denize küsmesi sensin
gelişine uyandığım sabahların telaşı sen
krizantem kokulu baharlarım sensin
öfkemin aşktan damıtılmış sancısı sen
acıya ekmek banmak sensin
yeditepeli şehirlerin türküsü sen
ah yaşam ağrım…
ömür travması bir gülüşün
ve dönüşün
kıyametimdir…
kop
ne
olur…
iç kanamalı bir ömrün son suskunluğu bu belki de
ah…
yaşam...
ağrım…
fail aramıyorum bu cinayete
faili meşhur bu cinayetin.