Karasu'yu 1000kitap İstanbul okuma grubu sayesinde Gece romanıyla tanıdım. Bu grupta birtakım Karasuseverler yapılanması oluşmuştu ve ben de sonradan aralarına bir hevesle girdim. Zoru okumak, sınırlarımı genişletmek ve bunu böyle bir grupla okuyup konuşacak olmaktı sanırım hevesimin sebebi.
Kitaba gelince; Gece'de yazarı tanımamış olmamdan dolayı yaşadığım şaşkınlık yerini Karasu'nun beyin akışına kapılma gerekliliğini bıraktı.
İPUCU İÇEREBİLİR.
İlk baştaki "Ada" öyküsü Andronikos'un tek başına bir adada inanç kavramını sorgulaması üzerine kurulu ve öykünün anlaşılır bir kurgusu var.
Anlaşılır bir kurguyla ilerleyecek sanırken "Tepe" öyküsüne geçince beynim tepeden ırmağa, bataklıktan tapınağa, Bizans'tan Roma'ya doğru yolcuğa çıktı. Mekan ve zaman kavramını bulmak için çok uğraşmadım Gece'deki deneyimlerimden ötürü.
Bu öyküde İokim olaylar karşısında ne kaçabiliyor ne de kaçan Andronikos'un yanında olabiliyor.
Öyküde geçen Doğulu mimarın masalı gibi "Korkusundan, o tek bir kez yan yana gelebilecek iki taşı bile yan yana koyamadan ölen" insan mı olmak lazımdı? "O iki taşı yan yana koyabilseydi o mimar, ömrünü hiç değilse bir parçacık daha az harcamış olmayacak mıydı?"
İokim'in düşünüp sorgulamalarının son durağı "...Yoruldum. Tanrı canımı almayacak mı daha?" oluyor.
İşte her şeyin farkında olan günümüz insanını anlatan bir öykü. Sorgulamalar arasında sıkışmış fakat sonunda yorgunluğa giden bir yol tepenin inişleri ve çıkışları.
Zamanın koşulları, adamları değiştikçe değişen doğrular belki de en büyük sebebi bu sorgulamaların.
Dutlar kısmına geçince bir önceki bölümden daha anlaşılır. Ve sonunun umutlu oluşu beni mutlu etti.
Karasu okumalarıma devam eder miyim bilmiyorum ama zor olsa da kendini okutma isteği oldukça fazla bir yazar. Çözülmesi gereken bir bulmaca sanki. Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Gece'yi değil ama bu kitabı yeniden okuyacağımı söyleyebilirim. Manasını tam olarak o zaman bulacakmışım gibi geliyor.