Gönderi

334 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
11 günde okudu
Târihî romanlara öteden beri ilgim var, bir de Solmaz Kâmuran’ın akıcı üslûbu olunca bu romanı okumak müthiş bir keyif oldu. İbrahim Müteferrika’nın hayatı, uzun yıllar özenle emek harcayan mahâretli yazarımız tarafından mükemmel şekilde anlatılıyor. Yazarın dediği gibi: “Türkiye'de roman okumak o kadar da bilinen bir şey değil. Okuyucu her şeyi gerçekmiş gibi algılıyor.” Algılanmayacak gibi de değil ama… Hem de yazarın “Öte yandan tarihçiler de çok hassas, hemen itirazlar geliyor. Ben de, öyle bir kurgu yapayım ki bunun roman olduğunu daima hatırlatayım; hatta kitabın sonunda bunu özellikle vurgulayayım istedim.” demesine rağmen; romanın ekseni zaten gerçek, kurgu da mükemmel olunca gene de unutuyorsunuz roman okuduğunuzu, bir de roman olduğunu daima hatırlatmasaydı yazarımız ne olurdu kim bilir… Ayrıca hakîkî bildiğimiz hayâl, rüyâ sandığımız da gerçek olamaz mı? Hayâli, gerçeği kim bilebilir? “Ben tarihçi değilim, gerçek olaylardan yola çıkarak târihî bir kişiliğin hayatını kurguladım.” diyor ya bakın bunu ne güzel yapmış ki romanın merkezi sorulsa, budur derim: “O akşam eve gittiğimde sessiz odamda, kandilin ölgün ışığında saatlerce oturup matbaanın benim için neden bu kadar önemli olduğunu düşündüm, sadece kitap basmak için miydi bunca gayretim, bu kadar zamandır gerçekten de herkesin okuyup bilgilenmesi için mi tutuşmuştum acaba… Neydim ben, insanları düzeltmek üzere dünyaya gelmiş bir ahir zaman peygamberi mi, ilahî bilgilerini paylaşmak için kendini yollara vurmuş meczup bir keşiş mi, yoksa bilginin ışığının barış ve mutluluk getireceğine yürekten inanan bir budala mı? Hayatımı niçin kitapların nuruyla aydınlatmayı seçmiştim ve neden bu nuru herkesin fark etmesi için çırpınıyordum. Galiba insanları sandığımdan daha fazla seviyordum, onların iktidar sahiplerinin ya da iktidar peşindekilerin hırslarına kurban olmaları korkunçtu. İnsan, barış ve huzura uzanan geleceğe ancak âlimlerin ve ilmin rehberliğinde ulaşabilirdi. Geçmişi öğrenmek ve doğru tahlil edebilmek o güvenli geleceğe uzanan en emin yoldu. Tarih, coğrafya, felsefe, hendese, astronomi ve halka yabancı gelen diğer ilimler bir avuç adamın sahibi olduğu bir hazine olmaktan çıkmalı ve birlikte paylaşılmalıydı. Matbaa çok önemliydi, Avrupa bunu neredeyse üç yüz yıl önce anlamıştı, şimdi sıra geç de olsa buradaydı. Belki de burada olmam gerekiyordu, benim de görevim buydu… Şu dünya tam da onu anladığımızı sandığımız anda birden ne kadar da anlaşılmaz ve karışık bir hale geliyordu, hele de böyle tuhaf sorular birbiri peşi sıra dizilince…” (s. 204) Yazarın “Merak edenler için tarih kitapları zaten var. Roman okuyarak tarihi öğrenemezsiniz; ama roman, tarihe karşı istek uyandırabilir.” dediği de çok doğru, bu roman hem de hemen o arzuya garkediyor okuyucusunu. Macaristan hükümdarı olmayı beklerken, çok güvendiği ama aslında casus olan Fransız Binbaşının, mektubunu Fransa yerine Avusturya kralına vermesiyle önceden dedesinin de atıldığı zindana düşen Rakoczi’nin vaktiyle dedesinin taş duvarlara kazıyarak yazdığı Latince dizeleri: “Amacına sadık, dürüst bir adamı bir zalim yenemez, doğru, zulme teslim olmaz…” okuması insanı hüzünlendirirken, Viyana’da o zindanın bugün ziyaretçilere açık olmasını öğrenmeniz ve içinde gezen turistleri gözünüzde canlandırmanız kederinize iç sızısı bir çeşni veriyor. Macar, bir yandan da Macarlar’ın mâkûs tâlihinin hikâyesi… Hâsılı, muhteşem bir eser; kitabın kalıbı, kapağı ağır bir dili olabileceğini düşündürüyor baştan ancak tam tersi âhenkli, sade üslûbuyla kanatlandırıyor, alıp götürüyor. Kıssadan hisse: “Bir tek biz biliyoruz öleceğimizi, belki hayvanlar da bunu içgüdüleriyle hissediyor, ama biz neredeyse yürümeye, konuşmaya başladığımız anda bu gerçeği de öğreniyoruz. Muhteşem olan nedir biliyor musunuz, tepemizde sallanıp duran bu cellât kılıcına rağmen hayata sevgi ve coşkuyla bağlı kalışımız, ona zenginlik katan hayâl ve rüyalarımızın hiç tükenmemesi… Benim için en büyük acı ve korku, ne ölmek ne de yoksul kalmak, hülyasız bir hayatın çilesini doldurmak zorunda olmak…” (s. 230) “ ‘Yahya Kemal,’ dedi Hayyam, ‘Onun bir şiirini hatırlattı bu satırlar bana. Sen de bilirsin, şu mısraları: Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var? Bitsin, hayırlısıyla, şu beyhûde sonbahar Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi Müşkül odur ki ölmeden evvel ölür kişi’ “ (s. 303)
Macar
MacarSolmaz Kamuran · İnkılâp Kitabevi · 201063 okunma
·
54 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.