Lise yıllarımda kütüphaneme kattığım bir kitaptı 'Mağaradakiler'. O yıllarda yarım bırakmak zorunda kalmıştım. Anlamak güç geliyordu Cemil Meriç'i. Şimdi tam da zamanıymış.
Cemil Meriç, geçmişiyle, yaşantısıyla, kalemiyle ve eserleriyle zamanının üstünde ve ötesinde bir düşünür. Gençlerin tanıması gerektiğini ve ondan kendilerine pek çok katabileceklerini düşündüğüm bir aydın. Gerçek aydın!
“Sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne demek” diyerek kendisini bu kamplaşmalardan uzak tutan Meriç, kendine addettiği asli vazifesini şu sözleriyle anlatmış: Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü.
Ne kadar başarılı veya başarısız olduğu bir yana, bir insanın -ömrü sefalet ve yokluk içinde geçen bir adamın- kendinde böyle bir sorumluluk hissetmesi başlı başına onu kahraman kılıyor. Türk edebiyat tarihinin en hisli düşünürlerinden olan Cemil Meriç'i bu misyonu çerçevesinde okumak ve tanımak gerekir diye düşünüyorum.
"Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!" Ne haklı bir serzeniş. Dahası var; "Düşüncenin kuduz bir köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?" Belki de bu anlaşılamayış kişiyi düşünce insanı, entelektüel, aydın, düşünür vs. yapıyor.
'Mağaradakiler'de önce aydın, düşünür, entelektüel nedir ve Batı bu kelimelere nasıl bakmaktadır bunu öğreniyoruz. Ardından bu tanımların Doğu'da yani bizdeki yansımalarını ve karşılıklarını görüyoruz. Sık sık ansiklopedik bilgiler ve terimlerin sözlük karşılıkları ile ilerleyen eser nihayetinde tüm bu sosyal sınıflandırmaların ve adlandırmaların topraklarımızda nasıl tutunduğunu işliyor. Türk aydını hakikatte ne derece aydındır -özgün ve nesnel- ve kendisini tarım işçisine, memura veya köy çobanına ne derece kabul ettirmiştir? Kimi satırlarda bu soruların cevaplarını arıyorsunuz.
Kendisini hiç bir zümreden görmediği halde mahkemede hakim karşısında Marksist olduğunu haykırırken buluyorsunuz Cemil Meriç'i. Ümitsizlikten, sınıflaşma baskısının onu ittiği yalnızlık içinde bir şey olma ihtiyacından... Sınıfı yoktu ve insanlardan kaçarak kitaplara sığınmıştı. Öyle bir yalnızlık ki tanımadığı ve bilmediği bir sınıfın, zümrenin savunucusu ilan etmişti kendini. Bilmiyordu, tanımıyordu çünkü "Sınıf kavgası yoktu Hatay'da. Çünkü sınıf şuuru yoktu." Marksizm onun için meçhule, rüyaya kaçıştı. 'Mağaradakiler'in son sayfalarında buluyorsunuz bu anlatımları. Kendi notlarından.
"Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı." diyerek veda eden Cemil Meriç, daha çok okunmalı, daha çok konuşulmalı ve daha çok tanınmalı.