Başlamadan bir iki soru sormak istiyorum. Mustafa İnan’ın öldükten 4 yıl sonra hizmet ödülü almasıyla, Oğuz Atay’ın değerinin öldükten sonra anlaşılmasının ironik tesadüfiliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Sayfa 14’te(İletişim, 52.baskı) ödül mevzusunu öğrenince aklıma direk bu soru takıldı. İnsan neden ölünce değerlenir? Sonra syf 251’de: “Demek insanları gerçek ve doğru biçimde yorumlamak için onların ölmelerini beklemek gerekiyordu,” cümlesini okuyunca Oğuz Atay’ın da meseleye bu şekilde baktığını gördüm. Yaşamı boyunca ‘yaşarken anlaşılmaya mecburum’ diyen bir Oğuz Atay’ın böyle bir biyografiyi yazarken aklından bunlar geçiyor muydu yine? Belki de sonunun böyle olacağını hissetmişti. Yaşarken hayat bireye, kalabalığa geldiğinden çok sesli gelir. O zaman ölüm bu kalabalığa müdahalesel bir çığlık mıdır?
Şunu kabul etmeliyiz ki kültür olarak süreç yerine sonuca ve ortaya çıkacak ürüne odaklanan bir yapımız var. Bu çoğu şeyde öyle maalesef. Biraz uzun olacak ama birkaç tane alandan örnek vermeye çalışacağım. Bir çocuğa yazı yazmayı öğretirken harflerin nasıl yazıldığına ve imlaya uygun olup olmadığına bakılır. Sitede bir sürü öğretmen var hepsi söylesin, bu hep böyledir. Yazma amacı öğretilmez. Neden sorusu sordurulmaz çocuklara. Ya da matematikte bir konu için ilerde ne işe yarayacak dememiz ürün temelli yaklaşımın en büyük göstergesidir. Bir futbol takımı yıl boyunca ilk sıradadır, son bir iki maç puan kaybedip yerini başkasına bırakır. Kimse o takımın sezon boyunca sergilediği iyi performansa bakmaz, sadece şampiyonluğuyla ilgilenir. Ya da bir yazar yeni bir kitap yayınlar diğer kitaplarından farklıdır, kimse yazarın üslubuyla ilgilenmez. Ya da bir kitap okurken çoğu okur sadece kitabın sonuyla ilgilenir. Ve bilim. Bilime ülkemizde yıllarca sadece yeni bir şey üretmek, icat olarak bakılmadı mı? Halen de öyle, yeni bir icat çıkar çıkmaz hemen bilimin çok geliştiğinden bahsedilmez mi? Ama bazı kişiler bu gibi şeylerle yol alınamayacağının farkındaydı. İnsanlara düşünmeyi öğretmek, bir şeylerin farkına vardırmak gerekiyordu. Mustafa İnan hayatı boyunca bunun için çalışmıştı.
Bu kitabın üzerine Mustafa İnan tekrar nasıl anlatılabilir gerçekten bilmiyorum. İlgi, bilim ve başarı üçgeninde bir hayat hikayesi onun ki. Okumadan benim anlatmamla anlayamazsınız. Benim çabam okumaya bir miktar teşvik etmek olabilir.
Başarmak bir taht olsaydı, Mustafa İnan daima o tahtın sahibi olurdu.
Mustafa İnan 1911’de Adana’da doğduğunda kimse iyi yerlere geleceğini tahmin etmemişti. Babası da öyle düşünmüş olacak ki senden adam olmaz demişti. Oysa bir çocuk için anne babasının gözüne girmek ne kadar önemlidir. Küçük Mustafa ömrü boyunca babasının sözünü içinde bir yerlerde taşımıştı da belki bir türlü babasına ben adam oldum diyememişti yaşarken. Ama o başarmıştı. Taşradan çıkıp şehirde şivesinden utanmayarak başarmıştı. O artık gerçek bir bilim adamıydı. Ömrü boyunca hep hizmet için yaşayacaktı. Bilgisini paraya asla değişmeyecekti.
İlgi duymak bir şehir olsaydı, Mustafa İnan daima o şehrin yöneticisi olurdu.
Mustafa İnan şiire ilgi duyuyordu. Lisede divan şairlerinin şiirlerini okuyordu. Derslere giderken Fuzuli’nin divanını ezberliyordu. Kelimelerin köklerine inmekten zevk alıyordu. Ölüm döşeğindeyken bile eşi Jale Hanım’dan bir sözlük istemişti. İyi yemeğe, iyi içkiye ilgi duyuyordu. Her şeye ilgisi vardı. Zamanını boş geçirmiyor, sürekli bir şeylerle uğraş içinde oluyordu. O ilgi olmadan bilgi olmayacağının farkına varmıştı. Hayatını, yaşamını buna adamıştı.
Bilim bir kale olsaydı, Mustafa İnan daima o kaleyi savunurdu.
Lise yıllarından beri sınıf arkadaşlarına ders anlatıyor, kimseyi takıldığı konu yüzünden eli boş göndermiyordu. İthal malı bilime kesinlikle karşı olduğundan doktorasını yaptıktan sonra yurtdışında kalmasını isteyenlere cevabı netti: Ülkeme döneceğim. Mukavemet konusunda uzmanlaşmıştı. Üniversitede kendine kürsü kurdu. Bilgilerini sıkça seminerler düzenleyerek asistanlara öğrencilere hocalara anlatıyordu. Düşünmeye çok önem veriyordu. O artık kendi ekolünü yaratmış, ömrü boyunca hep öğretmek, gerçek bilimi yaymak, başarmak için yaşamıştı.
Mustafa İnan hayatın doğdu-öldü arasındaki süresini kendinden verebildiğince bilime, öğretmeye, öğrenmeye, şiire, dile ayırmıştı. Ama gün geliyor ki koca bir devir iki cümleyle hayat sahnesinden siliniyor: “Tarih 5 Ağustos 1967; vakit gece yarısını geçiyordu. Mustafa İnan bir daha uyanmadı: Sabaha karşı dört buçukta ölmüştü.” Hayat Mustafa İnan gibi saygıya değer bir kişiliği ölümle ödüllendiriyorsa basit ya da şaka değildir arkadaşlar. Açalım artık şu gözlerimizi. Mustafa İnan bunun savaşını vermişti. Başarmıştı da. Ama arkasından gelenler hocanın savaşını devam ettirmek için ne kadar çaba sarf etmişti? Şuan durup düşünün o ekol kaldığı yerden devam etseydi kaç tane Mustafa İnan yetişirdi. İşin üzücü tarafı burada işte. Kimse kendinden bir şey koymaya yanaşmıyor artık.
Önsözde Cahit Arf kitabın tam hayal ettikleri gibi olmadığından yakınmış. Oğuz Atay’ın okurları da bu kitabı okuyunca diğer kitaplarındaki tadı bulamamışlar. Dostu olan Oğuz Atay’a küçük bir kıskançlık ürünü mektup yazıp eleştiren ama sonrasında çokça pişman olan Selim İleri, Bir Bilim Adamının Roman’ı hakkında yaklaşık şunları söylüyordu bir kitabında(Kar Yağıyor Hayatıma): “Bir Bilim Adamının Romanı Oğuz Atay’ın klasik yapıya yaklaşmaya çalıştığı bir kitaptır.” Klasik yapıya yakınlaşmaya çalışmasının nedeni daha fazla kişiye ulaşmaktı çünkü ekol yaratmış birisinin hayatını örnek olsun diye anlatacaktı. Ama bunu yaparken de tamamen Oğuz Atay’lığından sıyrılamazdı. Eğer biyografik bir eser yazıyorsanız kronolojik zamanınızı anlatı zamanı ve anlatılan zaman arasında düz bir çizgide götürmeniz gerekir, en yazıdan klasik yapıda bu böyledir(Anlatı zamanı, bir metnin başından sonuna kadar geçen zaman, anlatılan zaman ise anlatı zamanına sığdırılan zamandır. Yani bu kitap özelinde orta yaşlı profesörün esmer gence Mustafa İnan’ın hayatını anlatmaya başlaması ile bitirmesi arasındaki zaman anlatı zamanı, Mustafa İnan’ın doğumundan ölümüne kadar olan zaman ise anlatılan zamandır). Ama kitapta tam bir kronoloji çizgisi yoktur. Atay bu çizgiyi prolepsis(sonradan olan şeylere anlatının şimdisinde değinme), analepsis(olayın şimdisini anlatırken eskiye değinme), metalepsis(dönüp eskiyi anlatırken sonradan olanları ekleme) gibi zaman kaymalarıyla bozmuştur. İşte bu kitabın Oğuz Atay’lığı buradadır. Ama bu okumayı da illa ki etkiliyor. İnsanları istediğiniz şekle sokamadığınız gibi bir yazarı da istediğiniz şekle sokamazsınız, zaten bu doğru olmaz. Bu yüzden bir bilim adamı olarak Cahit Arf’ın olaya bakış açısı çok objektif değilmiş bence.
Bir insan bundan daha güzel nasıl yaşayabilirdi ki? Mustafa İnan’ın azmiyle, ilgisiyle kalın.