Uzunca boylu zayıf bir çocuk. Elinde kemik saplı çakısıyla fındığın dibine çökmüş, fındığın piçlerini özene özene kesiyor, kestiği dalların hepsinin aynı kalınlıkta ve düzgün olmasına dikkat ediyor, kestiklerini de güzelce yanına istifliyordu. Döndü kestiği dallara baktı. Bu kadar yeter mi acaba, diye düşündü. Birkaç tane daha kesti. Çakısını kapatıp cebine koydu. Dalları koltuğunun altına alıp taş fırının önüne yürüdü. Kucağındakileri fırının önüne koydu. Etrafına bakındı. Hah burada. İpi eline aldı, cebinden çakısını çıkardı, yarım kulaç kadar kesti. Dallardan en düzgününü seçti. Yahu, dedi, amcam bunu nasıl yapıyordu?
Taş fırının önünde iki kişi. Biri küçük bir çocuk. Okula gitmiyor ama seneye gidecek. Diğeri emeklilik yaşında, başının üstündeki saçlar dökülmüş bir adam. Tıpır tıpır yağmur yağıyor taş fırının saçtan derme çatma çatısına. Adam bir şey örüyor, çocuk merak içinde izliyor. Sormaya da çekiniyor. Onu bağırırken çok gördü. İnsanlara değil bağırması tavuğa, köpeğe, dağa, taşa. Çocuk korkuyor ya bana da bağırırsa diye. Çok da seviyor amcasını ama ah bir de şu bağırması olmasa. Bir keresinde onu da bağırtmıştı. Bağır len, demişti. Çocuk susmuştu, bağırmak istemiyordu ama bir şey de demeye çekiniyordu. Adam cebinden birkaç demir para çıkartıp avucunun içinde şıngırdatmıştı. Çocuğun gözlerinin içi parlamıştı. Bağırırsan bu paralar senin. Nereye bağırayım amca. Şöyle kasabaya doğru bağır. Ne diye bağırayım. Heeaaayytt diye, kendisi de bağırarak bir örnek vermişti. Çocuk da bağırmıştı. İçi ferahlamıştı hoşuna da gidiyordu ama bağırmak kötüydü yine de. Bir keresinde babası da bağırmıştı, çok korkmuştu o zaman. Adam elindekini özene bezene tamamladı , kenara koydu. Hadi, dedi, gidelim, yengen yemeği hazırlamıştır.
Bir horoz sesiyle kendine geldi. Hah, dedi , buldum. İpin bir ucunu seçtiği dalın ucuna güzelce doladı, dalın diğer ucunu kavrayıp yarı boyuna kadar esnetti. İpi esnettiği uçtan geçirerek doladığı uca düğümledi. Fındık dalı şimdi u şeklinde bir yay gibi olmuştu. Bir ipte üst kısmına bağladı aynı şekilde. Yerden yeni bir dal çekti, ölçtü, biçti, kesti, uzunlamasına iki ipin arasına yerleştirdi. Yeni bir dal daha yeni bir dal daha derken güzelce tamamladı, kendinden emin gözlerle baktı eserine. Bu iş tamam, artık köye gitme vakti, diye düşündü, yola koyuldu.
Günler aylar geçti. Bir sabah çocuk uykudan uyandı. Bu sabah kendi kendime uyandım, diye sevindi. Badanası çoktan gelmiş duvardaki saate bir de baktı ki okul vakti çoktaan geçmiş.
-Anneeee beni niye uyandırmadın, geç kalmışım.
-Bugün okul yok oğlum.
-Nasıl yok beden dersimiz vardı bugün.
-Çok kar yağmış dün gece, bu havada okula gidilmez.
-Olsun ben babamın çizmelerini giyer giderdim, ya öğretmen kızarsa.
-Baban gitmesin, bir oğlum var benim, dedi.
-Yaaa öğretmen kızcaakk, derslerimden geri kalacağım.
- Bugün ders olmaz çocuğum, hem uzak köydekilerde gelemez.
Üzülüyordu hala. Annesinin tesellileri ona yetmemişti. Gitti camdan dışarıya baktı. Her taraf bembeyazdı. Kar yağmaya devam ediyordu. Bazı yerlere rüzgardan kar tepecikleri oluşmuştu. Nereden baksan beline gelecek kadar yağmıştı. Uzak köylerdeki çocukların gelmesine imkan yoktu. Bunu düşününce biraz rahatladı. İrice simsiyah bir kuş geldi, yolun karşısındaki yemiş ağacının en ucuna kondu. Çocuk karabakkal kuşunu seyre daldı.
Ocak üzerine çırpı attıkça harıl harıl yanıyor. Ocağın başında ihtiyar bir kadın ve çocuk. Ninenin kambur sırtında kırmızı bir entari. Altı kat kat giysi. Bir keresinde gelin suya koyarken ninenin üzerinden çıkardıklarını saymıştı da onyedi parça çıkmıştı. Aniden kapı açıldı. Siyah külahlı, kahverengi montlu bir adam girdi içeri. Paçalarını silkmişti ama yine de kar kalıntıları vardı belirli belirsiz. Naaaneeeyy, diye bağırdı girer girmez. Eeey deli oğlan, hoş geldin be, diye karşılık verdi yaşlı kadın. Çayın var mı çayın? Yaşlı kadın hemen yerinden fırladı, ince belli üzüm salkımı işlemeli üç bardağı koydu ocağın önüne. Çaylarını içtiler. Adam çocuğa, hadi, dedi, gidiyoruz. Çocuk merak içinde, sorgusuz sualsiz kalktı, adamın peşine takıldı. Adam, sen çizmelerini giye koy ben şimdi geliyorum, dedi. Çocuk çizmelerini giyene kadar bir elinde kürek bir elinde yazın ördükleri fındık dalı destesiyle çıkageldi. Adam önde çocuk arkada evin alt yanındaki dereye indiler. Adam diğer elindekini yere bırakıp küreği kavradı, toprağı görene kadar karı yarım metre çapında bir çember oluşturacak şekilde kürüdü. Bu işin püf noktası burada, kuşlar karda toprağı gördüler mi şıp diye damlarlar, dedi. Çemberin ortasına kare bir çukur açtı. Kapanı kurdu. Hadi, dedi, gidelim. Birazdan kontrole geliriz.
Karabakkal kuşu havalandı. Çocuk, şu kar bir dursun da ben seni nasıl yakalıyorum, diye düşündü. Kar taneleri dans ede ede yağmaya devam ediyordu. Pencerenin önünden kalktı. Televizyonu açtı. Görüntü yoktu. Diğer kanallara da baktı, hiçbir kanal göstermiyordu. Kardan bozulmuş, diye düşündü, canı sıkıldı. Okul çantasından bir ders kitabı çıkardı, biraz baktı, yerine koydu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Aklına birden bir fikir geldi. Yerinden fırladı. Tahta divanın altından top kadar bir kabak çıkardı. Mutfaktan bıçağı aldı. Kabağın üst kısmına dayadı, tam kesecekti ki annesi gördü.
-Oğlum ne yapıyorsun, o kabakla!!
- Kapan yapcam.
-Ne kapanı benim onları yetiştirene kadar canım çıkıyor.
-Ya anne yaaa..
-Bırak onu. Gitmiş bir de tatlı kabağı almış.
-Anne bir sürü kabak var daha, bu da benim olsun.
-Bırak dedim oğlum, hep o deli amcan sokuyor bunları senin aklına.
-Amcam deli değil benim.
-Tamam deli olmasın ama bırak sen de o kabağı oğlum. Hadi aslan oğlum benim.
-Tamam anne yaa, hiçbir şey yaptırmıyorsunuz zaten.
Kabağı divanın altına yuvarladı, bıçağı mutfağa götürdü. Ne de kıymetli kabakmış ,diye düşündü. Sanki bir kabaktan ne olurdu. Amcasıyla ne güzel kapan yapmışlardı. Kabağın içini oymuşlardı önce. Sonra iki kısa çubuk tutturup yaşlı kara eriğin altına koymuşlar, camın önüne geçip seyre dalmışlardı. Hemen bir karabaş düşmüştü kapana. Küçücüktü ama olsundu. Amcası zaten buna büyük kuş gelmez, bu karabaşları da sevip geriye bırakacaksın. Alır kafese kapatırsan çok kızarım, demişti. Ne iyi adamdı amcası, keşke babası o olsaydı babası da amcası. Babası hiçbir şey öğretmiyordu ona. Anca ders. Ama amcası öyle miydi? Neler öğretmişti neler; kahvede çay söylemesini -üç çay biri paşa çayı-, ceviz yaprağını elini yuvarlak yapıp üstüne koyduktan sonra patlatmasını -sıkma elini, biraz boşluk bırak patlar o zaman-, kapan yapmasını, bağırmasını -senin sesin kasabaya kadar gidiyormuş yaşa len-, yol kenarındaki meyvelerden birer avuç almasını- göz hakkı bu, torbayla toplama ama- .. Oooo daha neler neler. Hatta bir keresinde pazara bile götürmüştü. Orada leblebici bile vardı. Git oradan makinenin kenarından bir avuç al demişti, amcası. Alırken leblebici görmüş, söve saya gelmişti. Hoop , demişti amcası, yavaş gel. Ooo abi sen miydin ya, bilemedik vallahi kusura bakma. Pazarı bitirip akşam eve geldiklerinde, ne olacağını bilir gibi amcası da gelmişti yanında. Babası görür görmez, sen neredesin diye kızmaya başlamış, amcası, benim yanımdaydı çocuk pazara gittik deyince susmuştu.
Kar durmuştu. Çocuk camdan bakıp bunu görünce içini bir heves kapladı. Ayağına bir kat daha çorap giydi. İki poşet bulup ayağına geçirdi. Montunu aldı. Çizmelerini giydi. Annesine görünmeden evden çıktı. Hiçbir ayak izi, basıldık yer yoktu karlı zeminde. Karda amma yağmış ha, diye düşündü. Garç gurç gidip hayatın altından kapanı ve küreği aldı. Karın sığ yerlerinden nefes nefese karları yara yara dereye indi. Bir çember açtı. Kapanı ortasına kurdu. Eve geri döndü. Bir müddet sonra kapanı kontrole gitti. Uzaktan bir baktı ki kapan tetmiş. Aha, dedi. Heyecan içinde koşa koşa geldi. Kapanın içinde bir kınalı gömen hasan. Ulen gömen biz bakkal bekliyoruz gele gele sen mi geldin. Evdeki boş kafes aklına geldi. Aldı gömeni kapanın içinden. Seni o kafese kapatayım da bir daha kapanı mı tettireme. Tam geri dönüp yürümeye başlamıştı ki amcasının sözü aklına geldi. Gömeni öptü, başını sevdi. Bir daha kapanıma tettirsen bozuşuruz bak diyerek salıverdi. Eve döndü. Tekrar geldi. Yine gömen. Gitti. Tekrar geldi yine gömen. Bu bir devinim halinde tüm kış boyunca sürdü. Yemiş dalındaki karabakkalı bir türlü yakalayamadı.
Günler, aylar, yıllar geçti. Çocuk serpildi. Koca adam oldu. Hep seyretti çocukları. Ne kendisi gibi kapan kuran çocuklar görebildi. Ne de kapan kurmayı öğreten amcalar.
Bir ev. Büyükşehrin ortasında. Yalnız, geçmişini özleyen, huzursuz bir genç adam. Geçmişini dünya üzerinde hiçbir yerde bulamıyor. Ne büyükşehrin kalabalığında ne köyünde. Bayram, seyran, ramazan, kurban, eğlenceler; kapan kuran, sokaklarda misket oynayan, eriğe dalan, çayda derede yüzen çocuklar.. Hiçbirisi yok artık. Anca kitaplarda. Genç adam da kitaplara sığınmış. Sadece onlarda huzur buluyor. Elinde yine bir kitap. Yaşar Kemal, Kuşlar da Gitti. Gözleri ağlamaklı. Kitabın arka kapağını kapatıyor. Yerinden doğruluyor. Kafesteki mavi beyaz sırtı siyah benekli muhabbet kuşuna bakıyor. Ah ulan diyor köyü özledim; amcamı, ninemi, çocukluğumu özledim. Dalıyor geçmişe.
Babası aramış. Gel oğlum amcanı son defa gör, diyor. Amca epeydir hasta zaten. Belki iki yıldır. İlk otobüse atlıyor. Dağlar, tepeler, yollar aşıyor. Ömrünün yarısını yolda bırakıyor. Amcasının yanına geliyor. Hasta adam uyuyor. Elini alıyor, öpüyor. Amcası gözlerini açıyor, açılan gözlerde hüzünlü bir ışıltı parlıyor. Kapatıp tekrar açıyor, hoş geldin, benden artık bu kadar, der gibi. Genç adam nefes alamıyor. Daralıyor. Tüm duvarlar üzerine çökecek gibi. Amcasına son defa sıkı sıkı sarılıyor. Onunla beraber ölmek istiyor. Bıraksalar ölecek. Onu da yanında götürse ne olur sanki. Tıpkı çocukken pazara götürdüğü gibi. Götürse ona kim ne diyebilir. Çocuk benim yanımdaydı dese. Her yere giderken dediği gibi gidiyoruz dese. Bu defa gidiyoruz demiyor, gidiyorum ben diyor. Öğrettiklerimi unutma, onların hepsi sana emanet, bir gün sende bunları çocuklara öğreteceksin, diyor. Genç adam daha fazla dayanamayacak biliyor. Kendini dışarıya atıyor.
Genç adam oturduğu kanepeden kalkıyor. Gidiyor kafesin içinden muhabbet kuşunu alıyor, çıkarıyor. Seviyor. Başını öpüyor. Pencereyi açıp kuşu dışarı salıyor. Arkasına bakmadan pencereyi kapatıyor. Biliyor kuş yaşamayacak yada başka bir yerde kafese kapanacak, o gömen hasan yada karabaş değil.