MİLYONLARCA GÜNEŞ
Çamurlu köy yolunda bata çıka ilerliyordu okula doğru. Paçaları tamamen ıslanmıştı.
Biraz daha sıklaştırdı adımlarını, biraz daha..Zihninde hızla akıp giden bir yığın kaygıya ayak uydurur gibi.
Oysa kim, nereden bilecekti, en güzel çiçeklerin sürgün topraklarda boy verdiğini!
Baharın bambaşka bir anlamının olduğunu mesela, ya da bir yüreğe milyonlarca güneşin sığabileceğini..
Kim, nereden bilecekti sürgün edildiği bu köy okulunda, sınıfın kapısından içeri girene kadar sol yanının tipiye tutulmuş gibi titrediğini..
Yüreği sığmıyordu kocaman gökyüzüne. Kaybetmeler hazan yaprakları gibi dökülürken,gözlerini kapayıp bir bahar sabahını hayal etmenin nasıl da zor olduğunu kim, nereden bilecekti..
Hızlı adımlarla çıktı okulun girişindeki üç basamağı.Tek katlı bir köy okuluydu bu; tek sınıf, on dört öğrenci, tam ortada küçük bir soba ve on dört milyon umut, kapıyı açar açmaz tüm benliğini saran .
Koşuştular etrafına. Öğretmen demek "Önce ben sarılmalıyım." demekti çünkü.
"Çantasını ben alıp masasına koymalıyım."
"Hırkasını ben askıya asmalıyım."
Öğretmen demek , "Ben senin gibi olacağım !"demekti.
Gülmenin nasıl güçlü bir devrim olduğunu , bu küçüklerden öğrenmişti okula ilk geldiğinde.
Gülümsedi..
............
Dersin bitmesine yakın İbrahim , arkadaki dolaptan öğretmenin sazını çıkarıp getirdi. Hep öyle olurdu çünkü, o bir türkü çalardı ve öğrenciler evlerine dönerken , bağıra bağıra söyleyerek tüm köye dinletirlerdi o türküyü.
Sınıfın kapısı aniden açıldı , dört asker birden içeriye daldılar. Öğretmen bunu bekliyordu aslında. Malum , vatanını sevenlerle doluydu 12 Eylül sonrası cezaevleri.
Çığlıkları korkudan boğazına düğümlenen çocuklar, sessiz, kimsesiz, çaresiz, bakıyorlardı sadece.
İbrahim saza sıkı sıkı sarılmış, kafasını gömmüş yüreğine, titreyerek ağlıyordu.
Askerlerin arasında sınıftan çıkarılırken;
"İbrahim!"dedi öğretmeni, "Kaldır başını!"
"Sazın..." dedi, "Sazın öğretmenim..."
"Sende kalsın .Gelip alacağım,döneceğim mutlaka!"
Sonra on dört milyon güneş boynu bükük kaldı geride.
.................
Gurbette geçirdiğim uzun yılların ardından, öğretmen olarak memleketimin bir okuluna atanmanın sonsuz mutluluğuyla hızla çıkıyorum merdivenleri. Çok büyük ve yeni yapılmış olan okul binası biraz daha keyfimi yerine getiriyor.
Müdür odasına doğru ilerleyip kapıyı çalıyorum. Heyecandan çocuk gibiyim.
Müdür Bey, orta yaşlı, güler yüzlü bir insan. Tokalaşıyoruz, kendimi tanıtıyorum.Gözleri derin bir sızıya gömülüyor birden. Kelimelerin tarif edemeyeceği türden bir duygu, bütün ruhunu sarıyor. Ellerini oğuşturuyor, yüzüme bakıyor tekrar. Susuyor, öyle uzun susuyor ki bir anlam veremiyorum.
"Siz.."diyor, "Kemal Öğretmenin nesi oluyorsunuz?"
"Kızıyım." diyorum.
Ayağa kalkıyor,
"Öğretmen Hanım, rica etsem benimle müzik odasına gelir misiniz?" diyor.
"Tabi .." diyorum.
Yan yana ilerliyoruz uzun bir koridor boyunca. Sonra dört dörtlük tanzim edilmiş bir müzik odasına giriyoruz. Ben etrafı süzerken duvarda asılı duran sazı gösteriyor bana. İçimde tuhaf bir sızı hissediyorum birden.
"Babanızın sazı.." diyor. "Mutlaka geleceğim, demişti. Gelemedi..."
İşte ben o an, aniden, milyonlarca güneş oluyorum...